Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

27 Ağustos 2009 Perşembe

VALLA KANYONU

KÜRE DAĞLARI GEZİMİZ

Üst üste 2 yıl, Macahel dağlarını (Artvin) gezip, Macahel vadisinin ne olduğunu ancak anlayıp, “ben buraları çözdüm, bir daha gelmem” diye tutturunca, olağan traking ekibimiz, daha önce Daday at çiftliğini (Kastamonu) öve öve bitiremememden de kaynaklanıyor olsa gerek, Kastamonu-Küre dağlarına tırmanmaya karar vermişti. Kaprisim ve muhalefetim yeterli olmayınca, oflaya puflaya organizasyona dahil olmak zorunda kaldım. “Eş durumuna binayen” diye tanımlıyorum durumumu, keyif aldığımı kimseye çaktırmamaya gayret ederek. Ama eşimle tartışırken baktım ki hissetmiş bu keyfimi.
Tema vakfının düzenlemekte olduğu rutin geziler arasında olmamasına karşın talebimiz üzerine oluşturulan bir parkura gidiyoruz bu sene. Rehberimiz, olmazsa olmaz, Yunus. Üstelik bu sene, 9 yıllık uzun bir eğitimin ardından İ.Ü. Orman mühendisliği fakültesinden de mezun olmuş durumda. Dağlara, ormanlara gidiyoruz, yanımızda bir orman mühendisi rehber ile. Daha ne isteriz.
Sabiha Gökçen’e uçup, İstanbul’dan katılacak arkadaşlarla buluşup, Yunus’un getireceği minibüs ile yola koyulacağız. Hiç problem çıkmıyor. Planlandığı gibi oluyor. Adana gurubu bu kez, 8 kişi. İstanbul’dan katılan Banu ve Çağrı, zaten grubumuzun vazgeçilmez elemanları. Özlemişiz onları, öpüşüp koklaşıyoruz. Üçüncü İstanbullu ise bir müzisyen ve iç mimar: Yusuf. Adana Senfoni’nin eski sanatçılarından. Onu da içselleştiriyoruz hemen. Zaten bizim çete başının, Erk’in eski arkadaşı. Ortak başka tanıdıklarımız da var. Hemen kabulleniyoruz Yusuf’u.



İlk iki yıldan önemli bir farklılık, minibüsümüzün, dağ tepe, hoyratça kullanılabilen Ford minibüsler yerine, narin ama heybetli, hep okul taşıtı olarak gördüğümüz uzun, bembeyaz bir Mercedes minibüs olması. 11 kişiyiz. İki de rehberimiz var: Yunus ve yeğeni, Cem. Cemal kaptan ile beraber toplam 14 kişiyiz. Minibüsümüzün toplam 14 koltuğu var, bir de kliması.
30 Haziran 2007, cumartesi günü, saat 11.00 gibi havaalanından ayrılıyoruz. Sıcak sohbetler, eski anılar hemen minibüsün içini dolduruyor. Yunus’tan gezi ve rota hakkında bilgi alıyoruz. Macahel’de dağ tepe demeden yürüyen, günde ortalama 8 saat yürümezse mutlu olmayan, ciddi tırmanış ve inişler olmadığında yürüdüğünü hissetmeyen ekip için Yunus’un anlattıklarından algılanan, bu gezinin biraz hafif kalacağı. Bazı rotalarda ve yerel rehber desteğinde soru işaretleri var ama, çadırlarımız arabanın arkasında. Nerede akşam, orada sabah. Artık deneyimli (!) dağcılarız biz.
Acıkıyoruz hemen. İstikamet Abant. Berceste’ye girmemiz gerekiyor. Otobandakini kaçırıyoruz. Otobandan eski yola çıkıp bir başka Berceste’ye giriyoruz ve dendiği kadar olduğunu görüyoruz. Her şey var burada. Yürüyüş için kuruyemiş ihtiyacını, fazlasıyla buradan temin ediyoruz: dut, badem, kayısı pestili, fındık, yaban mersini, kayısı çekirdeği, ceviz, kuru üzüm, kuru erik vs.
Abant’a girdiğimizde hava hafif yağışlı. Kısa yürüyüş planımızı erteleyip açık havada, ağaçlardan oluşan doğal şemsiyenin altında güzel bir lokantaya oturup tarhana çorbası, alabalık ve et ile karnımızı doyurup üzerine birer kahve içerek yeniden yola koyuluyoruz.
İstikamet Karabük ve Safranbolu. Öğleden sonra Karabük içinden geçip Safranbolu’ya ulaştığımızda eksik kalanları (sandalet vb) tamamlayıp ve kırmızı şaraplarımızı (indirimli Angora şaraplarından 24 tane) aldıktan sonra ilk akşamımızı geçireceğimiz Paşa Konağı’na yöneliyoruz.
Paşa konağı, WWF Türkiye / Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından, Pınarbaşı Kaymakamlığı ve Kastamonu Valiliği'nin işbirliği ile tarihi ve kültürel mirasımızı korumak amacıyla 2001 yılında restore edilmiş ve bölgedeki eko - turizmi canlandırmak amacıyla 2002 yılında Pınarbaşı Eko - Turizm Merkezi haline getirilmiş. Geleneksel mimariye sahip iki katlı tarihi konak 8 odada 30 kişinin konaklamasına olanak vermekte. Hava kararmadan hemen önce ulaştığımız konakta bize üç oda ayrılmış. Beş kız arkadaşımız bir odaya, 3 horlayan erkek arkadaşımız bir odaya, geri kalan horlamadığını sandığımız iki arkadaşla birlikte ben de bir odaya yerleşiyoruz. Yemekte alabalık var. Bira eşliğinde balıkları güzelce götürüp tavla partisine başlıyoruz. Pul seslerinden bunalan arkadaşlar önce kendileri kaçıyorlar, sonrasında bizi de üst kata, balkona davet ediyorlar. Orada da bunaltmaya devam ederken bir anda ışıklar kapanıyor ve mum ışıkları eşliğinde bir doğum günü pastası aydınlatıyor balkonun karanlığını. Serdar’ın (Özbarlas) doğum günüymüş. Özel bir pasta. Banu (Gürel) yapmış. Bozulmasın diye doğum gününden 3 gün önce çıkarmış pastayı. Ama iyi ki de öyle yapmış. Pasta hem keyifli bir görünüme sahip, hem de inanılmaz bir lezzete.

Çay ve pastanın ardından yol yorgunluğuna yenik düşen çoğumuz yatağı boyluyor, horlamaz sandığımız arkadaşların horultularını duymamaya çalışarak uykuya dalmak üzere.




2. Gün
Ertesi sabah, güzel bir kahvaltının ardından Pınarbaşı’na uğrayıp son yolluklar alınıyor ve yola koyuluyoruz. İlk yürüyüş parkurumuz Valla kanyonunu yukarıdan göreceğimiz tepeye tırmanış ve sonrasında Kanlıçay.
Valla kanyonuna tepeden bakmamız pek zamanımızı almıyor. Gerçekten etkileyici ama, 2 gün sonra daha iyi anlayacağız ne olduğunu. Minibüse geri dönüp, Kanlıçay’a ineceğimiz parkurun başına gidiyoruz. Uzun sürmeyen bir inişin ardından Kanlıçay’a ulaşıyoruz.
Kanlıçay, Devrekani çayı ile birleşerek Valla kanyonunu oluşturuyor. Valla kanyonu, Pınarbaşı’nın 26 km kuzeyindeki Muratbaşı köyü yakınlarında başlıyor ve kuzeydeki Cide’ye doğru 10 km uzanıyor. 800-120 m yüksekliğinde kayalık uçurumlardan oluşuyor. Kanyonun içi profesyonel gruplar tarafından ve uygun ekipman olmadan geçilemiyor. Biz Kanlıçay’a bir girip çıkacağız. Mayosu yanında olanlar hemen suya atlıyorlar. Beklediğimizin aksine su ılık. Kah taşlı zemin üzerinde suda yürüyerek, kah boyu geçen suda yüzerek bayağı içerilere doğru giriyoruz. Oluşan doğal jakuzilerde keyif yapıyoruz. İçeri girişimiz kütüklerin yolu tıkadığı noktaya kadar sürüyor ve buradan geri dönüyoruz. Yüzümüzdeki mutluluk ifadesi, mayosu yanında olmayanlar tarafından sessizce kıskanılıyor. Kısa bir dinlenme ve yeniden tırmanışla minibüsümüze ulaşıyoruz.

Minibüs, akşam çadır kuracağımız, Ilıca şelalesine yakın bir tesise doğru giderken hafiften kestirmeler, hafif sohbetler. Geldiğimiz tesis (Park Ilıca), öyle böyle değil. Benim için lüks otel. Ağaçtan yapılmış çok hoş ve tertemiz bungalovlar. Geniş bir çayır alan, çitlerle çevrelenmiş, ayı korkusu olmadan yatabileceğiz. Bungalovlar o kadar cazip ki çadır kurma arzumuz bir anda kayboluyor, en azından benimki. Duş ve tuvalet, tertemiz yataklar, daha ne isterim ki dağ başında. Öğle yemeğinin atıştırılmasından sonra Ilıca şelalesi ziyareti var sırada.



Ilıca Köyü sınırları içindeki Ilıca Şelalesi'nde su 15 metre yüksekten dökülüp doğal bir havuz oluşturuyor. Su, Kanlıçay’a göre oldukça bulanık. Şelalenin en önemli özelliği, havuzun çok sayıda ağaç ve bitki ile çevrili olması ve yüzmek için plajı andıran minicik bir kumsalının bulunması. Ama biz kayalardan suya girmeyi tercih ediyoruz. Suyun soğukluğu, bizi bir anda ürpertiyor ancak, Macahel’deki buzul göllerine kıyasla çok sıcak. Şelaleye kadar yüzüyoruz, şelalenin altına girme cesareti gösteren bir tek Çağrı var. Biz güvenli bir seyir sonrasında, kıyıda kalanlardan birinin yerlerde yuvarlandığını gözlemleyip, şükredip kıyıya o minicik sahilden çıkıyoruz. Sırada köy kahvesinde çay var. Maalesef düş-se ile gelen mars ve 5-3’lük bir mağlubiyet de.
Akşamüstü sohbetlerinin ardından havanın kararması ile birlikte Ahmet amcanın hazırladığı yerel yemekler masada: ıspırt otu, taze fasulye, salatalar, bazılarımızın ısrarı üzerine köfteler, ayran ve zulaladığımız kırmızı şaraplar. Ay, GPS’imize göre 10.30 gibi doğacak. Ama bu konuda tecrübeliyiz. Serdar’ın Garmin’i 10.30 diyorsa bu, ufuk çizgisinin görüldüğü yer için geçerli. Dağların ardından yükselmesi 2 saat daha alacak, bu gece ayı göremeden yatacağız, en azından ben. Gitarın telleri ısınsın diye söylenen birkaç parça sonrası saat 24 olmadan tuş.

3. Gün


Sabah erkenden kalkış, sabah sporunun ardından ballı, kaymaklı bir kahvaltı.



Bugünkü istikamet Küre dağları Milli Parkı. Önce bir köye gidip Kör Ali ile buluşacağız. Kör Ali, Kastamonu Küre dağlarının sahibi. Yıllarca mağarada yaşamışlığı, mahpus hayatı var. Küre dağları ondan soruluyor. İlk gittiğimiz köyde bulamıyoruz kendisini. Evine gittiğimizde bizi iki adet Nova araba, bir üstü açık volkswagen ve Müslüm Gürses’in tek yumurta ikizi Kör Ali bekliyor.





Serdar’ın hoşsohbeti, Kör Ali’nin muhabbeti ile birleşince biz minibüsle, Serdar ise Kör Ali’nin arabası ile ayrılıyoruz oradan. Kamp kuracağımız Top Meydanı’na geliyoruz. Yemyeşil çam ağaçlarının ve dağların dibinde çok büyük olmayan bir alan. Suyumuz da var, her ne kadar ayıların yakınlardaki tek içme suyu olduğunu öğrensek de. Eşyalar minibüsten indirilirken bizler kıpır kıpır, ilk ciddi yürüyüşümüzün heyecanı içindeyiz. Bir telaş çadırlar kuruluyor, bu çadırı kendimiz parayla aldık, o nedenle daha bir itina gösteriyoruz.


Sırt çantaları ve sular kontrol ediliyor. Kör Ali ayrılıyor bizlerden, yanımıza yerel rehber bırakarak. Yola koyuluyoruz. Ben hariç, henüz hazır değilim. Beni bekleyen üç dört kişi ile birlikte kamp alanından ayrılır ayrılmaz kayboluyoruz. Öndeki ekip yok. Bekliyoruz, nasılsa gelirler diye. Gerçekten kısa bir süre sonra Yunus gelip bizi alıyor ve neşeli yürüyüşümüz başlıyor. İlk yılanımızı görüyoruz, bizden kaçan, siyah minnacık bir şey.




Milli Park, Batı Karadeniz’de Küre Dağları üzerinde yer almakta. Bütünüyle bir Plato karakteri taşıyan park alanı, doğu-batı doğrultusunda uzanmakta. Milli park ve yakın çevresi Batı karadeniz karst (Aşınıma karşı dirençsiz, kolay eriyebilen kayalardan oluşan araziler)kuşağı içinde yer alıyor. Karstik yapının ilginç örnekleri arasında kanyonlar, boğazlar, mağaralar ve düdenler bulunuyor.







Milli Park 2000 yılında haziran ayında ayrılmış ve ilan edilmiş. Küre Dağları Milli Parkı, Kastamonu ilinin kuzey batı bölümünde genel olarak Cide, Azdavay, Pınarbaşı ilçeleri ile Bartın ilinin Doğu bölümü arasında kalan bölgeyi kapsamakta. Toplam 37000 hektarlık bir alanı kaplayan parka en yakın yerleşim merkezleri, Pınarbaşı, Azdavay, Cide, Arıt, Ulus, Amasra ve Kurucaşile.





Dağların yeşilliği bizi gerçekten büyülüyor. Bugünkü hedeflerimiz, Mantar mağarası, Ilgarini mağarası ve Ejder çukuru. Çok sıkı bir tırmanıştan sonra, yerel rehberimizin de takdirini kazanarak hızla Ejder çukuruna ulaşıyoruz. Bu çukurda bir şey yok. Bir şey olmadığını onlar da biliyorlar, cazibesini arttırmak için adını Ejder çukuru koyduklarını itiraf ediyorlar. Kısa bir süre sonra Mantar mağarasındayız. Çok narin sarkıt ve dikitlerden oluşan ufak bir mağara.





İçine giriyoruz zarar vermemeye çalışarak. Mağara keşfimiz kısa sürüyor. Dünyanın sayılı büyük mağaralarından olan Ilgarini mağarasını merak ediyor ve yola koyuluyoruz.





Ama artık yorulduk. Antremansız kalmışız. Ancak doğa o kadar güzel ki, beş dakikalık bir dinlenme bile bize yetiyor.













Ilgarini mağarasına geliyoruz nihayet.







Kuru kıyafetler giyip polarlarımızı da yanımıza alıp, alın fenerlerimizi de taktıktan sonra Yunus, öğle yemeğini hazırlamak üzere kalırken biz hafif bir endişe ama çokça merak ile mağaranın karanlıklarına dalıyoruz yerel rehberimizle birlikte.









Pınarbaşı ilçesi sınırları içerisindeki Ilgarini mağarası dünyanın 4. büyüklükteki mağarası. Denizden yüksekliği 1250 m. Bu yazıyı hazırlarken internetten (http://www.pinarbasim.com/yore.html) aldığım bilgilere göre mağara 3. ve 4. zamanda 160-220 milyon yılda oluşmuş. Ilgarini mağarasının uzunluğu 858 m., derinliği ise 250 m. Mağara içerisindeki mevcut sarkıt ve dikitler bir milyon yıllık. Mağaranın içerisindeki kalıntı ve buluntulardan mağaranın hem yerleşim alanı, hem de dini mekan olarak kullanıldığı, yapı tekniği, malzeme özelliği ve yapı şekilleriyle genç Roma ve erken Bizans devrine ait olduğu anlaşılmaktaymış. Mağara içine girildiğinde hemen giriş bölümündeki yapı kalıntılarından bu kısmın iskan yeri olarak kullanıldığı, mağaranın girişten itibaren iki kola ayrıldığı görülmekte, bir bölümde sarkıt ve dikitler bulunmakta. Diğer bölümde ise eğimli bir yoldan zigzag çizilerek kenarları kuru taş duvarlarla üçgen şeklinde örülmüş istinad duvarları ile çevrili 1 metre genişliğindeki 33 kavisten oluşan yolla yaklaşık 100 metre gidilerek ikinci bir düzlük alana inilmekte. Bu düzlüğün sonunda istikametleri doğu-batı doğrultusunda uzanan kaya içinde iki katlı olarak oyulmuş ve içerleri sıvanmış, mağara zemininden sonra çatma dam şeklinde ardıç ağaçlarından yapılmış kat ile içindeki ardıç ağacından yapılmış lahitler bulunmakta. Ancak lahitler açılarak dağıtılmış ve etrafta iskelet parçaları görülüyor. Yine bu alanda mezarların önündeki düz alanda bir klise şapeli bulunmakta. Doğu girişi yıkılmış. Duvarları 2,5 metre yüksekliğinde olup çamur harçla örülmüş. Bu lahite inen zigzaglı yol kenarındaki adak mumlarının anlamı şimdi anlaşılıyor.
Rehberimiz fenerlerimizi bir süreliğine kapatmamızı istiyor. Kapatıyoruz ve susuyoruz. İnanılmaz bir sessizlik ve tanımlanamaz bir karanlık. Bu deneyim öyle ilginç ki bir kez daha yaşamak istiyoruz. Yeniden fenerlerimizi kapatıp bir süreliğine bekliyoruz. Daha sonra daracık bir girişi merak ediyoruz. Kemikler var orada da ve içeri doğru daralarak gidiyor. Tırsıyoruz ve geri çıkıyoruz.
Çıkışta yemeklerimiz hazır. Biraz geciktik, saat beşe yaklaşıyor. Yemeğin ardından sıkı bir inişle önce bir köye oradan da kamp alanımıza iniyoruz.


Biz dinlenme telaşındayken rehberlerimiz akşam yemeğimizi hazırlıyor. Şaraplar ve yemeğimize Erk’in yaktığı kocaman bir kamp ateşi eşlik ediyor. Macahel’den farklı olarak burada odun sıkıntısı yok, her yer kuru, yerlerde üst üste birikmiş ağaç dalları ile dolu.





Akşam yemeğini şarap eşliğinde tükettikten sonra sohbetimize ay çekirdeği eşlik ediyor. Bu gece de dağların arasındayız, ay doğmadan yatıyoruz yine, en azından bazılarımız. Geç uyuyanlar, ayıları korkutacak büyüklükteki ateşimizi mümkün olduğunca sürdürmek üzere nöbeti devralıyorlar.

4. Gün

Ertesi sabah, yerel rehber eşliğinde Valla kanyonu’na yukarıdan bakacağız, zirve yapacağız. Uzun bir yürüyüş ve dik tırmanışlar sonrasında Valla kanyonu’nu bu kez başka bir tepeden, bütün haşmetiyle görüyoruz. Öylesine derin ve büyük ki, bakarken içine doğru çekiyor bizleri.


Bir yanımızda Valla kanyonu, öbür yanımızda Küre dağları. Sandviçlerimizi yiyoruz, biraz dinleniyoruz. Telefonu çekenler sevdiklerini arıyor.





Bir miktar dinlenip aynı dik yokuşu bu kez inmeye başlıyoruz. Ben bu sene daha az mızmızlık ediyorum. Daha dinginim, artık tecrübeli dağcı oldum (!). Yüzümde bile belli bir huzur ifadesi var.









İki saate yaklaşan bir iniş sonrasında Kayadibi Köyü’ne ulaşıyoruz. Kör Ali bizi karşılıyor, kamyoneti ile kamp alanımıza götürüyor. Kampa yaklaşırken arkadakiler kamyoneti durduruyor. Biraz daha yürümek istiyorlarmış, “Bunlar problemli” diyor Kör Ali.













Akşam, söylemesi ayıp, dünden ayarlamış olduğumuz kuzu çevrilmiş, nar gibi kızarmış, ateşin üzerinde bizi bekliyor. Şarap eşliğinde vejetaryen arkadaşların gözüne baka baka yiyoruz, yemeye çalışıyoruz. Biraz sert çünkü. Kör Ali de, bir yandan maceralarını ve ayı yağının nimetlerini, diğer yandan ihraç edeceği güzellik çamuru projelerini paylaşıyor bizimle, zaman zaman İstanbul’dan gelen avukat arkadaşımızın takılmalarına pas vermeden, ama içten içe kızarak. Kuzuyu bitirmemiz mümkün olmuyor. Ayılara yem olmamak için geri kalanını Kör Ali’ye veriyoruz, köye götürmesi için. Kör Ali ayrılmadan önce rehberimize bir kurusıkı tabanca bırakıyor, ayılara karşı. Nispeten hava soğuk ama ateş üşümemize izin vermiyor. Bugün bayağı yorulduk, yine ayın doğuşunu göremeden yatıyoruz. Ayı korkusuyla gece yarısı defalarca uyanıyorum. Ama tek duyduğum, gecenin sessizliği ve horultular. Yok, bu horultular ayılardan gelmiyor.


5. Gün

Ertesi gün Kör Ali, bizi kısa yoldan Valla kanyonuna götüreceğini söylüyor. Köy’den geçerken Kör Ali’yi bekletiyor Hakim bey, bilirkişilik görevini yerine getirmesi için. Bir saat beklemek anlamına geliyor bu bizim için. İlk davet edenin evine çıkıyoruz. İyi ki de çıkıyoruz. Muhteşem bir manzara, keyifli kahveler, dalından yeni toplanmış kirazlar ile ağırlanıyoruz. Ev sahibimiz arıcılık yapıyor. Macahel gezilerimiz nedeniyle arıcılık konusunda hayli bilgi sahibiyiz. Evsahibimizden de yeni bilgiler öğreniyoruz. Bir saat sonrasında kendisine teşekkür ederek ayrılıyoruz.
Gerçekten minibüsle kısa bir yolculuktan sonra bir kez daha Kanlıçay’a geliyoruz. Burada önce bir çamur kürü bekliyor bizleri. Kör Ali’nin madenini keşfediyoruz hep birlikte.


Suya gireceğimiz yere kısa bir sürede ulaşıyoruz. Bu kez herkes mayolu. Daha önce keyfini almış olmanın mağrurluğu ile daha önce girmemiş olanlara mihmandarlık yapıyoruz. Bugün suyun rengi biraz bulanık. Kör Ali’de can yeleği. Önden gidenler çabucak ulaşıyor kütüklerin yolu kapattığı noktaya. Bu kez kütüklerin üzerine çıkıp öbür taraftaki nispeten derin suya atlıyor bazılarımız. Suda bir tatlı su yılanı görüyoruz. Kör Ali heyecanlı, “ o, kaya yılanı” diyor. Yılanın başı suyun üstünde, sudaki Çağrı’ya doğru gidiyor. Ama Çağrı yiğit, suyu ittirerek yılanın saldırılarını püskürtüyor. Kör Ali ise sopa ile vurun diyor ama kendisi henüz suya girememiş. Bir miktar da telaşlı. Biz kütüklerin üzerinde daracık bir alanda birkaç kişi olayı seyrediyoruz, suya girme ve daha ileri gitme isteğimiz tükenmiş. Esma karşı tarafta, ben burada. Olayı seyrediyoruz. Yılan bir kenarda bekliyor. Birkaç kişi bize doğru yüzüp geri dönmeye karar veriyorlar. Kütüklerin üzerinde bekleyen bizler bir yılan daha görüyoruz, biraz evvel sırtımızı yasladığımız duvarda, suya atlayan herkesin salladığı dalların bizim tarafımızda duran kısmının arkasında. Ölü yılan Allah’tan, kurumuş. Bir kişiyi yukarı alıyoruz. Esma’yı ölü yılanın varlığı ile ürkütmek istemiyorum. Ellerinden tutup yukarı çekiyorum. Dengesini korumaya çalışırken yılanın olduğu taraftaki dal parçasına tutunmadan hemen önce, yılana da bir dokunuyor. Eline değen yumuşak şeyin ne olduğunu anlamak üzere baktığında yılan hareketlenip biraz daha kuytuya çekilirken Esma’nın çığlığı ile birlikte anlıyoruz ki yılan canlı. Bir kişiyi daha sudan alıp Esma ile biz kaçıyoruz olay mahallinden. Esma’nın ciddi bir yılan fobisi var. Sonradan öğreniyoruz ki bizleri ve Esma’yı affeden yılan da bir Engerek yılanı. Kör Ali’nin paniği ondanmış. Bizi uyarmadığı için içimizden teşekkür (!) ediyoruz kendisine. Koşarcasına çok kısa bir süre içinde suyu tersine geçip konaklama alanına geri dönüyoruz, ekibin arkada kalanlarını da merak ederek. Bir süre sonra onlar da geliyorlar. Kör Ali, yılanı öldürmüş. Engerek yılanı soktuğunda 2 saat içinde hastaneye yetişmenin gerekliliğinden bahsediyor bizlere, korkumuzu arttırarak. Esma yılanın kendisini sokup sokmadığını soruyor bana. Yılan o kadar yavaş hareket edip yer değiştirdi ki, emniyetteyiz. (Daha sonra internetten öğrendiğim kadarıyla Türkiye’de engerek sokmasından sonra ölen yokmuş)


Yemeğimizi yiyip biraz sakinleşip kuruduktan sonra minibüsümüze geri dönüyoruz. İstikamet, Pınarbaşı’ndan geçerek mutlaka görülmesi gereken Zümrüt köyü. Ne ile karşılaşacağımızı bilmeden, bir miktar tedirgin, Park Ilıca’nın önünden geçerken belki yarın akşam gelir burada kalırız opsiyonu ile birlikte Zümrüt köyünü aramaya başlıyoruz. Bayağı uzun bir yolculuk sonrasında önce tabelasını buluyoruz, daha sonra görmeden geçtik mi acaba telaşları içinde köyün kendisini. Gerçekten etkileyici bir köy. Kastamonu-Azdavay ilçesinin ücra orman köylerinden olan bu köy 48 haneli. Küre Dağları Ekoturizm Derneği (KED) ve yöre halkı tarafından 2004'te başlatılan eko turizm çalışmaları dahilinde hizmet veriyor. 25 kişi/gece kapasiteli bir köy evi ve köy konağı, geleneksel mimarisine uygun olarak düzenlenmiş ve köy sakinlerince pansiyon olarak işletilmekte. Bence zaman ayırıp mutlaka görülmeli.





Biz, ilkokulun bahçesinde kamp kurmaya karar veriyoruz. Tuvalet ve duş da var. Manzara muhteşem. Hemen çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz, Azdavay, Ankara ve İzmir’de ilkokullarda okuyan Dilara, Yeşim, Gönül çadırlarımızı kurmamıza yardım ediyorlar. Kıpır kıpırlar, yerlerinde duramıyorlar. Din kültürü ve ahlak öğretmeni ya da İngilizce öğretmeni olma konusunda kararsız kalmış, dünyalar güzeli, kendi deyimi ile hiperaktif Dilara’dan İngilizce öğretmeni olması konusunda söz alıyorum. “Şimdi daha çok çalışmam gerekecek” diye stres yapıyor kendine, ama biliyorum, başaracak. Gitarı eline tutuşturuyorum hepsinin birer birer. Bir temas olsun aralarında, kokusunu bir alsınlar anlamadan diye. Tellere minik parmakları ile dokunuyorlar, yüzlerinde gülümseme ile.







Akşam yemeği için köy sakinleri koşuşturuyor. Yerel kıyafetlerini de giymişler bizim için. Hemen bir ateş yakılıyor, yufka ekmekler, gözlemeler pişiriliyor. Afiyetle yiyoruz. Gitar var, sessiz film var, şarap var. Ay bu gece muhteşem doğuyor, turuncu-kırmızı. Bir süre onu seyrediyoruz. Sonra bazılarımız gece yarısını görmeden çadırdayız.


6. Gün

Ertesi gün, Ardıç yazısı yaylasına yürüyeceğiz. Sabah kahvaltısı, köy sakinlerinin desteği ile hazırlanacak. Ancak köyde yangın çıktığını öğreniyoruz. Turistik amaçlı inşa edilmiş evlerden birisi kısa süre içinde yanıyor. Tüm köy sakinleri ile birlikte bizim de içimiz cız ediyor. En büyük tesellimiz, yangının yayılmaması.
Kahvaltının ardından yaylaya doğru yola çıkıyoruz, yerel rehberimiz Zühtü ve 70 küsur yaşındaki babası ile birlikte. Bu bir keyif yürüyüşü, zor yürüyüşleri geride bıraktık artık. Acele etmeden, tadını çıkara çıkara, yata kalka yürüyoruz. Özgürce dolaşan köyün atları ile, uçuşan kelebeklerle karşılaşıyoruz. Atlar, kışın kar yağınca dönerlermiş köye. Dağlara ve vadiye bakan bir su başında öğle yemeğimizi yiyip, çayıra uzanıp uyuyoruz. Daha sonra da ver elini Zümrüt köyü.



Önce duş, ardından biraz gitar, bir miktar peynir-ceviz eşliğinde şarap, akşamı ediveriyoruz. Akşam, yine yöre yemekleri (mantarlı ekmek vb.) ile zenginleştirilmiş soframızda keyifli bir sohbet ve rakı-şarap var. Bir ben yemiyorum mantarlı ekmeği, ne olur ne olmaz. Muhabbet uzun, hava bu kez rüzgarlı. Sıkı sıkı giyiniyoruz, bir süre yufka ekmek yapılan kapalı alana sığınıyoruz. Sonra hava yeniden yumuşuyor, çıkıyoruz. Bu gece son kamp gecemiz. Yere uzanıp yıldızları seyrediyoruz bir süre, uykusu gelenler çadırlarına çekiliyor. Sabah kalkış saati 06.30 olarak belirlendi. Yol uzun.



7. Gün
Ertesi sabah, mantarlı ekmek yiyenler de dahil olmak üzere sabah altıda uyanıyoruz. Çadırlar toplanıyor yavaş yavaş. Sıkı bir kahvaltı sonrasında köy sakinlerine teşekkür ederek, bir gece önce birden değiştirmiş olduğumuz yeni rotamıza doğru direksiyon sallamaya başlıyoruz. Geri dönüp Safranbolu’da gece konaklayıp ertesi gün Amasra’yı görüp İstanbul’a dönmektense, köy yollarından Cide’ye inmeyi, oradan Amasra’da balıkların tadına bakmayı ve Safranbolu’da konaklamayı planladık dün gece. Böylece son gün, Safranbolu’dan doğrudan İstanbul’a hareket edebileceğiz. Cide yolunu bulmak biraz güç oluyor, ama beklediğimiz gibi nispeten kötü, stabilize yol yaklaşık 2 saatimizi alıyor. Ardından Cide’deyiz, deniz kenarında bir süre nefesleniyoruz.Keyifli bir kıyı yolundan Amasra’ya varıyoruz.



Burası Fatih Sultan Mehmet’in “Lala, lala, Çeşm-i cihan dedikleri bu mu ola?” dediği yer. Amasra o gün göz yaşları içine. Pop sanatçısı Barış Akarsu’nun cenaze töreni yeni bitmiş. Törene gelen sanatçı arkadaşları ile birlikte aynı lokantada denizin hemen yanında balığımızı yiyoruz, biraz da abartarak: hamsi, mezgit, istavrit ve palamut. Rakılar ve biralar tüketiliyor. Amasra’nın meşhur ballı, bademli dondurması ve sütlacının da tadına bakılıyor. Yarım saatlik serbest zamanımızı hediyelik alış veriş ile geçirip yola koyuluyoruz yeniden. Yol üstünde Türkiye’deki tek Roma yol anıtı olan Kuşkayası yol anıtına uğruyoruz. Roma imparatoru Germanious Cladius zamanında M.S. 41-54 yılları arasında yaptırılmış. Bu anıt, kayalara oyulmuş bir Kral heykeli ve Roma Hakimiyet Kartalı ile birlikte bir kitabeden oluşuyor. Fotoğraflar çekip yola çıkıyoruz bir kez daha.




Yolumuz Safranbolu’da sonlanmadan önce bir Türkmen köyüne uğruyoruz. Gerçekten çok güzel, görülmesi gereken bir köy. Ziyarete açılmış eski konaklardan birini (Sipahioğlu Konağı), evsahibinin anlatımı eşliğinde geziyoruz. Gerçekten etkileyici.



Köy çamaşırhanesine de bir göz atıp köy kıraathanesinde çaylarımızı yudumluyor ve Safranbolu’ya dönüyoruz. Konaklayacağımız yer, Cinci Han. Kocaman bir han, odaları çok şirin, duş ve tuvalete (gerçeklerine) kavuştuk yeniden.
Cinci Han, yüzyıllar boyunca Çin'den Anadolu topraklarına uzanan Tarihi İpek yolu üzerinde kurulmuş irili ufaklı yüzlerce kervansaraydan biri. Safranbolu eşrafından Karabaszade Hüseyin Efendi (Cinci Hoca) tarafından 1645 yılında yaptırılmış. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, dönemin baş mimarlarından Koca Mimar Kasım Ağa tarafından yapıldığı sanılıyormuş (Alttaki fotoğrafta, sağ alt köşede görünen yapı).








Bir süre dinlendikten sonra akşam yemeğimizde kuzu tandırın tadına bakmak üzere Çevrik Köprü isimli restorana gidiyoruz şehir merkezine. Öğlen yediğimiz balıklar hala midemde, ben sadece bir çorba içiyorum. Tandıra uzaktan bakıyorum. Karabük’te psikiyatrist olarak çalışan sınıf arkadaşım Talat Bayburtluoğlu’nu daha önce haberdar etmiştim, gelip bizi alıyor Esma ile birlikte. Bir süre Şamata Cafe’nin bahçesinde yüksek volümlü türküler eşliğinde sohbet ediyoruz. Sonra yol yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp izin istiyoruz Talat ve eşi Sümbül’den. Bizi bırakıyorlar Cinci Han’a ve ertesi sabah 06.30’da uyanmak üzere yatıyoruz.


8.Gün
Sabah 07.00’de kahvaltı sonrasında odalarımızı boşaltıp Safranbolu şehir turuna başlıyoruz. Safranbolu, sahip olduğu zengin kültürel mirası korumadaki başarısı nedeniyle “Dünya Kenti” ününe kavuşmuş ve UNESCO tarafından “Dünya Miras Listesi”ne alınmış. Kentin ününü oluşturan Safranbolu Evlerinin 18.ve 19.yy. Türk hayatının geçmişini, kültürünü, ekonomisini, teknolojisini ve yaşama biçimini yansıtan mükemmel mimarlık bilgisi ile yapılmış olduğunu öğreniyoruz. Yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunuyor. Bu evlerin 800 kadarı yasal koruma altında.
Daha önce de görmüş olduğum Safranbolu, bu kez daha bir etkiliyor beni. Önce tırmanıp Hıdırlık tepesinden bir bakıyoruz Safranbolu’ya. Daha sonra müzeleştirilmiş eski Hükümet Konağı’nı ziyaret ediyoruz. Gerçekten çok başarılı bir müze olmuş. Saat kulesine de bir göz attıktan sonra Yemeniciler Arastası’ndayız (Çarşı). Bakır cezvelerde gelen kahvelerimizi fincanlara kendimiz servis edip lokum eşliğinde yudumluyoruz keyifle, çarşının kıraathanesinde. Hediyelik eşyalarımızı tamamlayıp 11.20’de buluşuyoruz meydanda ve İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz, anılarımızı arkamızda bırakarak, unutmamak ümidiyle.
Bolu’da İsmail’in yerinde yemek molası, Berceste’de alışveriş sonrasında akşam saat altı sularında Sabiha Gökçen’deyiz. Adana yolcuları İstanbul’da kalacaklardan ayrılırken, bir sene sonrasının planını Kaz Dağları üzerinde odaklayıp öpüşüp sarılarak ayrılıyoruz birbirimizden.

12 Temmuz 2007 Adana
Tayfun Güler

22 Ağustos 2009 Cumartesi

KUZEY AKDENİZ GEZİMİZ




(5-12 Temmuz, 2009)

Bu sene de her zamanki ekibimiz, Macahel rotalı bir yürüyüş planlayınca denize olan özlemimin eylül başına ayarladığım 1 haftalık yelken gezimizle sınırlı kalacağı gerçeğinin sıkıntısı basıyor bir anda. Olsun, Esma dağlarda mutlu, ben denizlerde. Bir hafta deniz, bir hafta dağ. Gayet adil. Aslında bir aylık izin kullanmamıza olanak olmayan bir sektöre geçmiş olmak sınırlıyor bizi. Ama ne yapalım, seçim bu işte. İnsan hayatı seçimlerden ibaret. Birini seçmek, diğerlerinden vaz geçmek anlamına geliyor.

Hafta sonu yürüyüşlerimizde dizlerimiz yavaş yavaş sorun çıkarmaya başlayınca bu sene Macahel parkuru da gözümüzde büyümeye başlıyor yavaş yavaş. Yılbaşında bir tur firmasının gemi ile Akdeniz gezisi dikkatimizi çekmiş, ama hem biraz pahalı olduğu, hem de Onur Can’ın İsveç’ten döneceği tarihe denk geldiği için vaz geçmiştik. Onur Can, bir sürpriz yapıp bir ay önce gelmek istediğini yazıyor bize. Değmeyin keyfimize.

Oğlumuza bir ay önce kavuşacağız. Gemi gezisi de olmaz mı acaba bu durumda? Ben çok istiyorum. Ani harabeleri yürüyüş programından çıkarılınca Esma’nın da yavaş yavaş hevesi azalıyor. Ben sessizim. Tatilimin ilk haftası Esma’nın seçimi ile belirlenecek. İkinci haftasını ben belirledim çünkü. Esma’nın da gemi gezisine aklının yatması ve “evet” demesiyle koşup hemen kaporoyu yatırmam arasında neredeyse bir kaç saat var.

Sonra gelsin 5 temmuz haftası beklemeleri. İşe daha bir keyifle gitmeler, denizin şimdiden burnuma doluveren kokusu ile oluşturuluverilen mutlu anlar, bir de merak ettiğimiz bir çok şehri görmemizi sağlayacak olan programın heyecanı. 

1. GÜN
Son paranın da yatırılması ve 5 Temmuz cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 03.00’te Adana Haaalanında buluşma. Uçakla İstanbul’a uçuş, ardından 2 saat sonraki aktarma ile Roma’ya.
Adana’dan ne zaman bir turizm firması ile tatil ayarlasam bir sorun çıkmıştır. İlkinde mavitura (deneyimli bir maviturcu olmama rağmen) “hadi, bu sefer de Adana firması kazansın” diyerek Adana’dan bir firma ile ayarladığım bir tekneye binmek üzere Bodrum’a indiğimde ortada tekne yoktu. İkincisinde ise nasıl da ağzımın suyu akarak, yutkunmaktan boğazım şişerek içine binmeyi beklediğim Yunan gemisinin ancak merdivenlerini çıkabilmiş, vizelerimizin iki yerine tek çıkışlı olması nedeniyle kapıdan çevrilmiş, o gün gidebildiğimiz tek ada, Büyükada olmuştu. Bakalım bu sefer gemiye binebilecek miyiz?
Roma , Leonardo da Vinci havalimanına indiğimizde ilk sevincimiz, bavullarımızın gelmesi oluyor. Ardından konforlu otobüsümüze binip yola çıkıyoruz ve 1 saatlik bir yolculuğun ardından (arada verilen tuvalet molasında ilk İtalyan biramı içiyorum) Civitavecchia limanına ulaşıyoruz. Gemimiz gerçekten çok büyük, Avrupa’nın en büyüğü, Navigator of the Seas. 

[1.jpg]

Navigator of the Seas

Uzun açıklamalar, form doldurmalar ve kuyruk beklemelerden sonra kazasız belasız gemiye çıkıyoruz. Resmimizi çekiyor, pasaportlarımızı alıyor, yerine bir kredi kartı verip bizi içeri alıyorlar. Odamız 6. katta, geminin kıçında. Gemi ise 14 katlı, üzerimizde 8 kat daha var. Bavullar akşama gelecek. 5000 civarında bavul var, odalara bırakılacak. 3100 de yolcu odalara yerleşecek. Odamıza doğru giderken bavullarımızı görüp rahatlıyoruz. Odamızın kapısını açınca odamızı pek bir beğenip daha da rahatlıyoruz. Üzerimizi değişip hemen yemeğe. Yemek 11. katta. Balıkla beraber gemide ilk biramı da yudumladıktan sonra restoranı terkederken yediğim tavuk muydu acaba diye kuşkulanıyorum. Olsun, niyet önemli.


İlk öğle yemeği ve bira

Saat 18.00 gibi gemi limandan ayrılacak. O saate kadar ütülerimizi yapıp (gemiye ütü sokmak yasak) kıyafetlerimizi dolaba yerleştiriyoruz. O sırada televizyondan izlerken bir yandan da anonstan anlayabildiğimiz kadarıyla can yelekleri giyilip bir tatbikat yapılacak. Altı kısa, bir uzun siren çaldığında kapıyı açıp koridora çıkıyoruz ki o da ne herkes can yeleği ile koridorun öbür ucuna doğru seyrediyor. Koridordan merdivenlere döndüğümüzde kalabalık giderek artıyor, izdihamdan boğulacağız neredeyse, denizden değil. Görevliler can yeleklerimizdeki numaralara bakarak bizleri yönlendiriyorlar. Sonunda iki kat aşağı indikten sonra kendimizi D23 no.lu toplanma yerinde, kocaman sarı can sallarının altında buluyoruz. Bizleri sıraya sokuyorlar. Öyle bekliyoruz. Sonra teşekkür ediyorlar ve tatbikat bitiyor.


Tatbikat

Can yeleklerini odaya bırakıp gemiyi keşfe çıkıyoruz. Gemi, bir tatil köyü kadar büyük geliyor bize. 5. kattaki alışveriş caddesi ve etrafımızdaki lüks, renk cümbüşü görmeye değer.



5. kattaki cadde

Dükkanlar, barlar, şarap evleri, kafeler, pastaneler, her yer rengarenk. Ne iyi ettik de geldik. 17.00 gibi Şampanya barda buluşarak tur rehberlerimizden gemi ve yarınki program hakkında bilgi alıyoruz. 18.00 gibi ayrılıyoruz limandan. Chivitavecchia geride kalıyor yavaş yavaş. İstikamet Cenova.



Chivitavecchia limanından ayrılış

Akşam yemeğini iki farklı yerde yiyebiliyoruz. Biri 11. katta , öğle yemeğini aldığımız restoran, açık büfe. Diğeri ise rezervasyonla girebildiğimiz 3 katlı restoran, alakart. İkincisini tercih ediyoruz. Cicilerimizi giyip saat 20.00’de kapıdayız. İki kişilik bir masa isteyince bilgisayara bakıp 20 dk sonra gelmemizi söylüyorlar. Biraz dolanıp yine geliyoruz. Biraz kuyruk bekledikten sonra bizi içeri alıyorlar. Son derece nazik ve güleryüzlü garsonlar, peçetelerimizi kucağımıza elleri ile seriyorlar. Önce menüler geliyor. Ardından şarap menüsü. Seçimimizi yaptıktan hemen sonra şarabımız geliyor. Cabarnet Saevugnion. Florida şarabı. Ancak hepsini bitiremeyeceğiz bu akşam, şimdiden hissediyoruz. Garson hanım da hissediyor ve istersek şarabın kalanını ertesi akşama kadar saklayabileceğini söylüyor. Ne kadar hoş bir teklif. Yemek de en az bir o kadar hoş ve keyifli. Tatlımız ve ardından kahvelerimiz de çabası. Bu gece erken yatıyoruz. Türkiye saati ile 24.00’te. 



İlk akşam yemeği

2. GÜN, 6 Temmuz 2009, Pazartesi



Cenova limanı

 Bugün biraz erken kalkıyoruz. Türkiye saati ile 07.00 gibi uyandığımızda burada saat 06.00 olduğundan uykumuzu almış sayıyoruz kendimizi. Hemen en üst kata çıkıp limana ve görünen binalara bakıp sonra da süratli bir kahvaltıdan sonra saat 08.00’de Şampanya bar’a gidiyoruz. Bu sırada gemi de limana yanaşmış oluyor.




Keşfe hazırız


Gemiden çıkarken dün vermiş oldukları kimlik/kredi kartları bilgisayarda kontrol ediliyor. Böylece gemiden kim çıkmış, çıkanlar kaç kişi anında izleyebiliyorlar.

 Gezeceğimiz ilk limanımız burası, Cenova ya da tarihteki adıyla Ceneviz. Cenova, İtalya’nın güneybatısında yer alan, Liguria bölgesinin başkenti. 700.000 kişilik nüfusu ile Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biri. Otobüsle doğrudan Santa Margharita’ya gidiyoruz. Buradan Portofinoya bizi götürecek olan teknemize bineceğiz. Yolda ve limanda, etrafımızdaki rengarenk binalar gerçekten gözlerimizin pasını alıyor.




Santha Margharita'ya giriyoruz

Santha Margharita limanı


Santa Margharita



Santa Margharita


Meydanda kısa bir turdan sonra bizi Portofino’ya götürecek olan teknemizi bekliyoruz. Benim bekleme alanım, tahmin edileceği gibi aşağıdaki resimde görülüyor


Tekneyi bekliyorum


Tekne limandan uzaklaşırken geride kalan görüntüden eşsiz fotoğraf kareleri yakalamak benim için bile çok kolay.


Portofino'ya hareket


Santa Margharita, geride kaldıktan çok kısa bir süre sonra Portofino limanını görüyoruz. Çok keyifli, renkli görüntüleri karelemek o kadar kolay ki.


Santa Margharita geride kalıyor

Portofino
Portofino'ya giriş

Portofino liman girişi


Portofino limanı

Yarımay şeklindeki sahil şeridi ve renk cümbüşünden oluşan şirin evlerden oluşan bu küçük beldeyi gezmeye kalesine tırmanarak başlıyoruz. Minicik bir kale, var yok gibi. Ama manzarası çok güzel. Bir de mezarlığa giriyoruz, sanat eseri gibi.


Portofino limanı

Portofino limanının tepeden görünüşü

Mezarlık ziyaretinden sonra tekrar şehre inip yarım saatlik serbest zamanımızı Portofino’yu gezerek tüketiyoruz ve tadı damağımızda kalarak tekneye binerek Portofino’yu geride bırakıyoruz.
Santa Margharita limanında tekneden inip otobüse biniyor ve şehir turuna başlıyoruz. Önce San Giorgio kilisesini uzaktan resimliyoruz.


San Giorgio kilisesi

Ardından daracık sokakların, küçük meydanların tadına bakıyoruz. Sonra limana kadar inip verilen serbest zamanda yeniden gruptan ayrılmadan önce rehberimizin bizi götürdüğü Trattoria Emma isimli restoranda rehberimizin önerdiği bir özel soslu makarnayı mideye indiriyoruz. Yanında bu kez Heineken birası.


Trattoria Emma restoranı

Sonra ver elini yeniden Cenova sokakları. Zamanımız az, sıkı bir yürüyüşle şehir meydanını buluyoruz.
Sonrasında hedefimiz Cristophorus Colombus’nun evi. Hızlı bir yürüyüşle ona da ulaşıp resimledikten sonra geri dönüyoruz.

Colombus’un evi'nin yanıbaşı

Gemimiz bugün limandan 17.30’da ayrılıyor. “16.00’da otobüsün tekerleri döner” denmişti. Koşturarak limana iniyoruz. Beş dakikamız daha var. Bir iki tur daha attıktan sonra otobüse biniyoruz. Ben, bir koşu daha deniz kenarına inip, bir Japon mimarın şekillendirdiği bu limanda, sonradan oluşturulmuş bir eski yelkenliyi resimliyor ve koşarak otobüse geri dönüyorum.

Yarım saat sonra gemimizdeyiz. Cenova’yı geride bırakırken biz üst kattayız. Gözlerimiz geride kalan Cenova’da, aklımız ertesi günkü limanda.

Bu gece, kaptanın gecesi. Herkes şık giyinmek zorunda.

Kaptanın gecesi
Bu akşam da yemeğimiz için saat 20.00’ye rezervasyonumuz var. Et yemeğimizin yanına dünden kalan kırmızı şarabımızın geri kalanını getiriyorlar. Güneş daha batmamış. Saat sekizi geçmiş ama, tüller kapalı, perdeler kısmen inik. Ceket fazla geliyor. Keyifli bir akşam yemeğinden sonra şovu izlemek üzere restorandan çıkıyoruz. 5. Caddede etrafımız şık hanımefendiler ve beyefendilerden geçilmiyor.


Güneş, akşam 9 gibi batıyor.

Şovun yapılacağı salon, New York’ta Mama Mia’yı izlediğimiz brodway müzikholünden daha büyük. İki kat balkonu var. Bin kişilik bir salon. Mama Mia’yı bir kez de, bu kez farklı bir yorumla burada seyrediyoruz. Muhteşem bir şov, 1 saat kadar sürüyor. Arkasından biraz hava aldıktan sonra tuş olup yatıyoruz.

3. GÜN, 7 Temmuz 2009, Salı
Bugün turumuz erken başlayacak, 8 gibi ayrılacağız gemiden. Erken kalkıp keyifli bir kahvaltı sonrasında saat 8’de Şampiyon bardayız. Grubun geri kalanını bekliyoruz. Gemimiz ise saat 7 gibi Villefranche limanına girmiş bile.
Villefranche limanı

Gemiden küçük tekneler ile bizi kıyıya götürüyorlar. Sahilde bizi karşılayan yerel rehberimiz, Gabriela, yaşamının ilk altı yılını Yeşilköy’de geçirmiş. Çok güzel bir Türkçesi var. Hafif kırık ama mizah yapabilecek kadar hakim. Bir haftanın en keyifli rehberi. Villefranche, küçük bir sahil şehri. Fransız Rivierası’nın kalbine oturmuş. Fransız Rivierası, St.Tropez’den başlıyor, İtalya sınırındaki Menton’a kadar uzanıyor. Cannes, Nice ve Monte Carlo gibi çok popüler şehirleri içeriyor. Bu Riviera, sık olarak Cote d’Azur olarak da geçiyor.Otobüse binmeden önce limanda bir poz vermeyi ihmal etmiyoruz.


Villefranche ve gemimiz

Çok hoş evleri, plajları geride bırakarak yokuşa tırmanıyor ve Villefranche’a tepeden bakabileceğimiz bir noktada beş dakikalığına iniyoruz otobüsten.
Ardından enterasan çizgileri ile gözümüzü okşayan bir kiliseyi ziyaret ediyoruz.

Nice’te bir Rus kilisesi
Yarım saatlik bu molanın ardından kısa bir yolculuk sonrası Nice’teyiz. Şehir merkezini yürüyerek dolaşıp meşhur çiçek pazarına ulaşıyoruz.
Çok kısa bir serbest zamanımız var. Hemen denize ulaşmam gerekiyor. Deniz havası koklamam lazım. “Nice” denizinin havasını.


Nice’te bir plaj

Biraz iyot aldıktan sonra tekrar pazar yerine dönüyor, biraz da Salihli kirazı alıyoruz, kilosu 6 euro’ya. Orada yıkayıp süratle bitiriyoruz. Bugün program çok dolu. Gabriela neredeyse elimizden tutup bizi zorla otobüse geri götürüyor.
Otobüs yine tepelere tırmandığında şehri yukarıdan fotoğraflamak için bir kaç dakikamız oluyor.


Nice


Nice ve gemimiz

Sonra bizi koştura koştura Ezi’de bir parfüm fabrikasına sokuyorlar. Hanımların parfüm alma çılgınlığı ancak bir saatte sona eriyor. Aslında zorla çıkarıyoruz onları fabrikadan, program yoğun. Ver elini Monaco.
Monaco’da toprak kıymetli. Para ondan da değerli. Güvenlik had boyutta. Suç oranı sıfır. Otobüs daracık sokaklardan zorla geçip bizi bir parkın yakınında bırakıyor. Tepeden Monca prensliğinin görünüşü çok da etkileyici değil (!)
Monaco ve Monte Carlo

Keyifli bir park yürüyüşünden sonra yine bir kilise gezisi ve sonrasında bizi salıveriyorlar. Birer dilim piza alıyoruz kendimize. Süratli bir keşiften sonra hızla buluşma yerine dönüyoruz.


Grand Casino

Cafe de Pera’da azıcık nefeslenip (toplam 10 dakika) buluşma yerimize gidiyoruz. Yürüyerek otobüsümüze geri dönüyor ve ardından Villefranche’a geri dönmek üzere yola çıkıp Monaco ve Monte Carlo’yu geride bırakıyoruz.
Sahilden yarım saatlik bir yolculuk sonrasında gemimiz koyda demirlemiş, uzaktan görünüverdiğinde keyifleniyoruz. Yine yetiştik.


Gemimiz bizi bekliyor


Bu gemi gezilerinin en sıkıntılı yönlerinden biri, dolaştığınız şehrin tadı damağınızda kalmışken kös kös, koştura koştura gemiye geri dönme zorunluluğu. Bu dönüşün de belirli bir saatten önce gerçekleştirilmesinin getirdiği stres de cabası. Gabriela’nın anıları bu stresi daha bir yoğunlaştırıyor. Bir tarihlerde buna benzer bir gezinin yine Villefranche bacağında gemiden aldığı 50 yolcuyu, şehir turunda yolculardan birinin sakatlanması üzerine yolcuların bir başka rehbere emanet edip sakatlanan yolcusuyla beraber hastaneye gittiğini, otobüsün kalkış saatine çok şükür yetiştiğini, otobüste 50 yolcuyu sayınca kalkış emri verip gönül rahatlığı ile evine döndüğünü anlatıyor bize Gabriela o hoş ses tonu ile. Akşam yatmadan önce patronunun telefonu ile yolcularından birinin Grand Casino’da kaldığını öğreniyor. Ellinci yolcu kim? O da otobüsünü karıştıran baka bir turist. Grand Casino’dan tam iki saat geç çıkan o yolcu, doğal olarak gemiye yetişemiyor. Barcelona uçağına ancak ertesi gün yer buluyor. Barcelona’da limana gittiğinde gemi kalkmış oluyor. Yeniden Havalimanına gidip Majorca’ya uçuyor ve ancak orada yakalıyor gemisini. Bu anısı ile bize zamanlama konusunda bir ders veren Gabriela’nın bu tavsiyesini kızmadan (tavsiyeleri pek sevmeyiz) cebimize koyup otobüsten iniyoruz. Kendisini çok sevdik, herkesle teker teker öpüşüp ayrılıyor bizden. Bizi gemiye götürecek olan teknelerin geleceği limanda uzun bir kuyruk var. Sabah böyle değildi oysa. Bayağı bir bekledikten sonra 10 dakikalık bir tekne seyri ile gemimize ulaşıyoruz. Barcelona’ya yolumuz uzun. Bu nedenle 17.30 gibi Villefranche’ı ardımızda bırakıyoruz.


Villefranche’ı arkamızda bırakıyoruz.


Akşam yemeğinde garsonumuz Türk, Erdoğan. Grubun geri kalanı da yakınlarımızda bir yerlerde. Yemek seçimimizin kısa sürmesi sevindiriyor Erdoğan’ı. Bu akşamki şarap şeçimimiz ise, Columbia şiraz üzümlerinden. Powers Syrah. Çok beğeniyoruz bu şarabı.

Akşam yemeği ve şiraz üzümlerinden yapılmış şarabımız.

Yemeğimiz keyifli. Güneş, ancak yemeğimizi bitirirken batıyor yavaş yavaş


Gün bitiyor.

Yemek sonrası şov oldukça hareketli ve doyurucu. Günümüz çok yorucu geçtiği için erkenden yataktayız.

4. GÜN, 8 TEMMUZ 2009, Çarşamba
Bugünkü turumuz saat 13.00’te başlayacağından bol bol uyuma hakkımız var. Biraz dinleniyoruz ama yine saat dokuz gibi ayaktayız. Keyifli bir kahvaltı yapıyoruz. Sonrasında biraz mayo, biraz şezlong, az kitap, çok kestirme, öğle yemeği ve ardından grupla buluşma. Gemiden iniş, merhaba Barcelona.
Barcelona, Katalonya bölgesinin en önemli şehri. 3 milyonluk nüfusu ile İspanya’nın en büyük 2. şehri. Barcelona’ya ilk yerleşenler MÖ. 4. yüzyılda Yunanlılar ve Finikeliler. M.S. 5. Yüzyılda ise Romalıların işgali altına girmiş.
Bugünkü yerel rehberimiz çok suratsız. Üstelik Türkçe de bilmiyor. Otobüsle bir şehir turu yapıyoruz önce. Limandan çıkıp Monumento a Colon’u (Columbus anıtı) geride bırakıp Las Rambra üzerinden Gaudi evlerinin önünden geçirerek Gaudi’nin meşhur, bitmemiş katedraline, La Sagrada Familia’ya götürüyorlar bizi önce. Bu katedral 1882’de inşa edilmeye başlamış, 1926’da Gaudi bir trafik kazasında öldükten sonra devam etmiş ve günümüzde de hala devam ediyor inşası.

La Sagrada Familia


Ardından otobüsle yeniden şehir merkezine dönüp Barcelona turumuzu sürdürüyoruz. Bir süre grupla dolaştıktan sonra meydanda, Hard Rock Cafe’nin önünde saat 19.30’da buluşmak üzere gruptan ayrılıyoruz. Hedefimiz, Las Ramba’dan aşağı limana inmek, sonra tekrar meydana geri gelip bu kez kuzeydeki Gaudi evini görmek.

Las Rambras, iki tarafında trafiğin aktığı oldukça geniş bir kaldırım. Hem çok geniş, hem çok uzun. Üzerinde yürüyen binlerce insan. Bizim İstiklal Caddesi’nin kalabalığı gibi aynı. Sadece yürüyenler daha hoş. Sağlı sollu kafeler, resim sergileri, trafiğin diğer yanında binaların altlarında sürü sürü dükkanlar.



Las Rambras

Ara sokaklara saparak şehri daha yakından tanımaya çalışıyoruz.


Las Rambras sokakları

Biz onları tanımak istedikçe onlar da kendilerini tanımamız için elleirndne geleni yapıyorlar. Yukarıdaki resimde neredeyse giyinmese olacakmış hanım gibi ya da fotoğraflayamadığım, her tarafını boyamış, çırıl çıplak gezen orta yaşlı bir adam gibi.
Bir meydanda soluklanıp kahve ve bira içmezsek olmaz tabii ki. Cerveza. İspanyol birası.


Bira ve kahve


Biranın verdiği enerji ile hadi bakalım, yeniden tabana kuvvet. Sahile ulaşmamız lazım, denizi koklamam lazım.

Biraz sonra Columbus anıtını yeniden görüyoruz. Las Rambra’nın nihayetine vasıl olduk, arka sokaklardan giderek.


Columbus anıtı

Bu kez Las Rambra’yı başından sonuna kadar yukarı doğru yürüyüp meydana çıkacağız. Önce dükkanlara girilip İspanyol yelpazeleri ve magnetlerden alınıyor. Sonra tesadüfen bulduğumuz bir sokak pazarına giriliyor. Ardından Katalon meydanındayız yeniden.


Katalonya meydanı

Kısıtlı bir zamanımız kaldı, ama ille de Gaudi’nin evini görecek Esma. Koşa koşa gidiyoruz neredeyse. Evi fotoğraflayıp geri dönüyoruz.


Gaudi’nin evlerinden biri


Saat 19.32. Otobüs bizi bekliyor. 15 dakika sonra da gemimizdeyiz. Önce duş sonra biraz istirahat. Bu akşam yemeğimiz 21.00’de. Şarabımız yine Şiraz.
Bu akşamki şovda iş yok. 5. Caddede turluyoruz. Barlardan birinde biraz dans ediyoruz. Sonra ver elini yatak.

5. Gün, 9 Temmuz 2009, Perşembe
Bugün Palma de Mallorca’dayız. Okuduğumuz şekli ile Mayorka adası,İspanya Balearik adalarının en büyüğü ve başkenti. Elli mil genişliğinde, 60 mil uzunluğunda. Palma limanı adanın güneyinde. Ada da İspanya’nın güneyinde. Adada Romalılar ve Arapların etkileri belirgin. 
Sabah 08.00 gibi gemimiz limana yanaşıyor.

Palma de Mallorca

Kahvaltı sonrası gemiden ayrılıyoruz. Otoüsle ilk gittiğimiz yer 15. Yüzyılda inşa edilen Bellver Kalesi.

Bellver Kalesi

Kaleden çok, şehrin manzarası bizi cezbediyor.

Mallorca’ya yukarıdan bakış

Sonra, otobüsümüz bizi La Seo Katedraline götürüyor, sahilde. Katedral, Gotik tarzında yapılmış ve 13. Yüzyıl kasvetini yansıtıyor. Uzaktan fotoğraflıyoruz.

La Seo Katedrali

Mallorca’da (Mayorca) denize girmek istiyoruz artık, buramıza geldi denizsizlikten. Belki fırsat olabileceğini söylüyor rehberimiz Özgür, ama önce adanın doğu sahilindeki mağaraya gitmemiz gerekiyor. Mağara yerine deniz olmaz mı? Hayır, ille de bu mağaranın görülmesi gerekiyor. Hadi bakalım.
45 dakikalık bir otobüs yolculuğundan sonra söz konusu mağaralara geliyoruz: Cuevas Del Drach. Ne kadar güzel olabilir ki bir mağara? Rezervasyonla giriliyor. Rezervasyonumuz saat 11.00’de. Beş yüz kişi alıyorlarmış bir seferde. Çok güzel yürüyüş yolları yapmışlar. Mağara o kadar güzel ki, kısa bir sürede hayranlığımızı kazanıyor. Sarkıtlar ve dikitler, çeşitli boylarda, değişik renklerde, bir de ışıklandırma bir sanatçı tarafından yapılınca her yer sanat eseri gibi. Helal olsun adamlara.

Cuevas Del Drach.


İçeride fotoğraf çekmek yasak. Ama herkes gizli saklı çekiyor. Ama en güzel karelerin alınacağı yerlerde mutlaka bekçiler var. Yarım saat kadar sonra mağara bir gölette bitiyor. Beş yüz kişilik bir tribün yapılmış gölete bakan. Yerler neredeyse dolmuş. Nereye otursak diye bakınırken görevliler yer gösteriyorlar herkese. Askeri bir nizam içinde sıra ile oturtuluyoruz. Anonslar yapılıyor üç dilde. Sonra ışıklar sönüyor, karanlık, kapkaranlık oluyor her yer. Uzaklardan bir klavsen sesi geliyor derinden. Sonra göletin uzaktaki dikitlerinin ve sarkıtlarının arasından bir ışık belirmeye başlıyor. Chopen’in bir eserini çalıyor birileri. Bir büyük kayık gözüküyor sonra. Kenarları ışıklandırılmış, o karanlıkta muhteşem görünüyor bu kayık. Sonra iki kayık daha görünüyor arkasında. Öndeki kayıkta iki keman, bir de viyolonsel eşlik ediyor klavsene. Çok hoş, çok etkileyici, çok güzel.
Bize doğru yavaş yavaş yaklaşıp göletin sol tarafımızda kalan kısmında yine sarkıtların arkasına saklanıyorlar. İkinci ve üçüncü şarkılarını orada çalıyorlar, gözlerden ırak. Biz sadece göletin suyuna yansıyan ışıkları görüyor, seslerini dinliyoruz. Sonra konser bitiyor. Kayıklar bize doğru yaklaşırken tribünleri boşaltıp yavaş yavaş mağaradan çıkıyoruz.
Çok etkileyiciydi gerçekten. Şimdi sıra geldi denize girmeye. Yakınlarda bir yerlerde denizi temiz bir limana götürüyorlar bizi. Grup dükkan dolaşmaya, yemek yemeye ayrılırken otobüsten biz mayo çantamız sırtımızda giyinecek yer bulmaya gidiyoruz sahile. Deniz sefamız kısa sürüyor ama olsun Majorca’da denize girdik işte. Koşarak otobüse biniyor, sonra inip meşhur Majorca dondurmasından alıp tekrar otobüse biniyoruz.

Mallorca’da denize girdiğimiz liman.

Mallorca adası, incileri ile meşhur. Bir inci fabrikasına uğratılmazsak olmaz tabii ki. İnciler gerçekten çok hoş, zevkli. Ama kısa bir süre sonra biz sıkılıp kendimizi satış mağazasının dışına atıyoruz. Hava, aynı Adana havası gibi, sıcak ve nemli. Sonra yine 45 dakikalık bir otobüs yolculuğu. Bugünden aklımızda kalan en güzel iki şeyden biri deniz, diğeri ise önce çok söylendiğimiz mağara gezisi.
Gemi limandan 15.00 gibi ayrılıyor.

Palm de Mallorca’dan ayrılış

Günün geri kalanında gemimiz Sardunya’ya doğru yol alırken biz de elimizde kitaplar, ayağımızda sandalet, üstümüzde mayolar, şezlonglara uzanıp dinleniyoruz.
Gece yemeğimiz yine aynı restoranda, yine şıkız, özel bir gece değil ama inadına şıkız. Şarabımız bu gece de şiraz. Yemek sonrası şov yine çok güzel. Bu gece buz pateni gösterisi var. Salonun büyüklüğü ve şovun görkemi inanılmaz.
5. caddede turalama, barlara takılmalar, azıcık müzik, biraz dükkan ziyareti. Sonra güne dinç uyanmak için gece 12 gibi yine yataklardayız.


6. GÜN, 10 Temmuz 2009

Cagliari limanına yaklaşıyoruz.

Sabah 10 gibi gemimiz Sardunya adasının Cagliari limanına yanaşıyor. Liman, adanın güneyinde. Sardunya, Akdeniz’deki Sicilya’dan sonra en büyük ikinci ada. Cagliari ise adanın başkenti. 
Limana yanaştığımızda bizi bir folklor ekibi karşılıyor.


Cagliari’de folklor ekibi bizi karşılıyor
Sonra otobüsümüze biniyor, panoramik şehir turumuzu yapıyoruz. Ardından bizi antik Roma kalıntılarından birine götürüyorlar. Kalıntılara burun kıvırıyoruz. Nerede bizdeki kalıntılar, nerede buradakiler. Hayal edin diyor rehberimiz. Ediyoruz.



Ama açık hava müzesinin yanıbaşındaki sahili daha çok hayal ediyoruz. Dörder euro vererek çıkmadan önce müzeden mayolarımızı giyiyoruz. Sonra ver elini Sardunya’nın denizi. Deniz, muhteşem. Pırıl pırıl. Balıklarla yüzüyoruz uzun bir süre. Bizden başka da denize girenler olduğu için bu kez yüzme hakkımız daha uzun, 15 dakika. Sonra üzerimizi bir mağarada değişip otobüse bindiğimizde değmeyin keyfimize. Mallorca’nın o denizindne sonra burası gerçekten rehberimizin dediği gibi. Akdenizin en güzel denizi. Artık bizi nereye götürürlerse götürsünler.
Denize girdiğimiz sahil.

Sonra ver elini şehir turu. Yine dar sokaklar, kaçınılmaz olarak kiliseler, eski evler vs.



Sonra denizi, limanı ve şehri görebildiğimiz bir yere geliyoruz.



Ben fotoğraflarımı çekip gruba doğru yürürken arkamda bir hareketlenme oluyor. İnsanlar duvardan aşağı bakıyorlar. Ben de gidip bakıyorum. Aşağıda bir adam yatıyor yerde, etrafında da polisler. Rehber, bakmasını önlüyor grubun manzaraya ama filmlerdeki gibi polis arabaları, lastiklerini ciyaklatarak geliyorlar olay yerine. Aşağı yönlendiriyoruz onları. Ben de duramıyorum sonra. Doktorum diyerek polislerden izin alıyorum ve adama yaklaşıyorum. Adam ölmemiş, hala nefes alıyor. Ama şuuru kapalı. Başını ve boynunu korumaya alıyorum. O sırada ambulans geliyor. Sedye getiriyorlar önce. Boyunluk istiyorum onlardan. Bir şekilde anlaşıyoruz. Boynuna boyunluğu sardıktan sonra sedyeye alıyor ve ambulansa götürülmek üzere ekibe bırakıyorum. Polislerle el sıkışıp ekibe yetişmeye çalışıyorum ama keyfim kaçıyor. Adamın düştüğü yer çok yüksek, büyük bir ihtimalle ölecek.
Sonra otobüsle şehir merkezine iniyoruz yeniden. Serbest zamanımız var biraz. Ara sokaklara dalıyoruz hemen. Yukarı doğru çıkan yokuşu ise sonraya bırakıyoruz.



Bir bira içmem lazım. Spagetti arıyoruz ama restoranlar kapalı. Siestada arkadaşlar. Sahildeki caddede bize spagettici tarif etmeye çalışan garsonu buluyoruz yine ve oraya oturuyoruz. Pasta siparişini “si” ve “no”lar ile konuştuğumuz garsonun bize gösterdiği resimlere bakarak veriyoruz. Sardunya birası, Ichnusa da güzel, gelen makarnalar (pasta) da.



Sonra ver elini yeniden Cagliari sokakları.




Sonra, Cagliari’ye son bir bakış ve ver elini liman.

Cagliari’den son kare.
Limana bizi almıyorlar tabii. Tekrar geri dönüp saat 18.00’de hareket decek olan otobüsümüzü buluyoruz.
Bu akşam da şık olmamız gereken bir akşam. Yine ceket, kravatla gidiyorum restorana, Esma da ceket ve etekten oluşan bir şıklığı üzerinde taşırken.
Damarlarımızda şiraz üzümlerinin mayalanması ile oluşan alkol dolaşırken, Cagliari arkamızda kalıyor yavaş yavaş.



Gün batımı
Yarın tüm gün denizdeyiz. Erken kalkmamıza lüzum yok. Gece 12 gibi başlayan caza takılıyoruz biraz. Bira ve İrish Cream bardakta yarım kalıyor, dayanamıyor, yatmaya gidiyoruz.

7. GÜN
Bugün, gün boyu denizdeyiz. Hem insanlar dinlensin, hem de gemide biraz daha para harcasınlar diye, yarım günde gidebileceğimiz mesafeyi 36 saatte gidiyoruz. Bazen durarak, bazen 2-3 mil’saat hızında seyrederek. Bize de uzun kahvaltılar, keyifli öğle yemeği, uzun uzun güneşlenmeler, ya da benim için güneşlenmemeler ve bol bol kitap okumalar kalıyor. Bir ara 14. katta duvar tırmanışına niyetleniyoruz.


Duvar tırmanışı

Ben bir süre tırmandıktan sonra duvar üzerime gelmeye başlayınca tırsıyor ve geri iniyorum. İnmek dediğimde şöyle bir şey. Beni aşağıda halatla tutan adam ellerimi bırakmamı söylüyor. Öyle havada boşlukta bir kalıyorum. Sonra adam kendi belindeki kiliti açarak yavaşça aşağı serbest düşmemi sağlıyor. O yükseklikte geri dönüp denize hiç bakmamalıydım. İnşallah Esma da çıkamaz.

Esma bir süratle çıkıyor ki akıllara ziyan. Sonra bir ara elleri terlemeye başlayınca o da pes ediyor, karizmayı kurtarıyorum.

Esma’nın denemesi.
Akşama kadar bol bol rüzgar ve güneşten nasibimizi alıyoruz. Güneşe çıkmayan ben bile 1. derece yanık oluyorum neredeyse. Kitabımı da bitiriyorum bu arada. Bugünkü dinlenme gerçekten iyi geliyor. Akşam yemeğimiz yine 20.00’de. Rezervasyonumuzu dünden yaptırdık.

Akşam yemeğinde bizi oturttukları masadan etrafı keserken cam kenarındaki bir masanın boşaldığını görünce Erdoğan’a bağırıyorum bizi oraya alsın diye. Erdoğan kapıya gidiyor, bilgisayara gerekli verileri girip oturduğumuz masayı boş oturacağımız masayı da dolu gösterip bizi cam kenarına alıyorlar. Son akşam yemeğimizi, denize bakarak şarap eşliğinde yemek de pek bir keyifli doğrusu.

5. caddeyi son bir turalayış, dükkanlara bakış, o gitar çalan adamın barında kapıdaki yüksek taburelerde bir bira içiş ve sonra gidip yatış.
Bu günün sonunda bavul hazırlama var. Akşam 23’ten önce bavullar kapıya bırakılacak. Ardından yeniden gemiye son bir göz atış, sonra yine tuş.

8. GÜN, 12 Temmuz 2009, Pazar
Bugün gemiden 7.30’da ayrılacağız. Bavullarımız bize verilen etiketlere göre belirli bir saatte gemiden indirilecek. Herkes canı istediği saatte inemiyor gemiden. Biz, grup olarak sarı 5’iz. 7.15’te 3. katta buluşacağız. 7.30’da gemiyi terkedeceğiz. Pasaportlarımızı dün akşamdan almıştık. Şarap ve biralar için de 200 dolara el sıkışmıştık.
Gemiden inince 8 gün önce gemiye bindiğimiz o büyük binanın bir köşesinde buluyoruz her biri sarı 5 etiketi ile etiketlenmiş bavullarımızı, diğer grup arkadaşlarımızın bavulları arasında. Grup arkadaşlarımıza sekiz gün geçti hala ısınamadık. Bir kısmı Gaziantep eşrafından, birazı Bulgar göçmeni Bursalı doktorlar, bazıları ileri yaşlı vb. Kafamıza uygun bir kişi bile yok. Ya da biz biraz daha ihtiyarladık belki de.
Otobüsümüze bavulları yükleyip Roma’yı fethetmeye gidiyoruz. Zamanımız çok. Saat sekiz, uçak 17.30, havaalanına gidiş saatimiz 16.00. Chivitavecchia limanından Roma’ya bir saatlik bir yolumuz var. İlk durak Colloseum. Sadece %10’u orijinal. Gerisi restore edilmiş ama yine de etkileyici. Kolezyum’un hemen yanında Arch of Constantine yer alıyor. Bu, Konstantin Takı, MS. 4. Yüzyılda yapılmış.


Colloseum


Arch of Constantine
Aşk çeşmesine (Fontana de Trevi) uğramadan olmaz. Oraya dilek tutup bir kaç euro atmadan da olmaz.


Aşk çeşmesi
Sonra yarım saat serbest zaman. Aşk Çeşmesi etrafındaki sokakları turalıyoruz. Tarihi fotoğraflıyoruz adeta.
Evler de rengarenk ve tarih kokuyor sanki.

Sonra sırada İspanyol merdivenleri (Spagna) var. 1700’lü yıllarda yapılan bu merdivenler tam 138 basamaktan oluşuyor. Orada da onlarca poz fotoğraf çekiliyor.

İspanyol merdivenleri

Sonrası hep tarih.




Panthenon
Panthenon, eski bir pagan tapınağı. Daha sonra hırıstiyan klisesine dönüştürülmüş.Oldukça kasveti bir yapısı var.
Bir ara, spagetti ve bira molası.

Sonra yine tarih, hep tarih.

Sonra Piazza Navona’dan çıkış, otobüse gidiş. Hedefte Vatikan var.


Piazza Navona

Kısa bir yürüyüş sonrası otobüse, kısa bir otobüs yolculuğu sonrası da Vatikan’a ulaşıyoruz. İşte Vatikan, dışarıdan bile çok etkileyici.

Hıristiyanlık dininin Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan Vatikan’ın yerleşik nüfusu 930. Rehberimiz Vatikan ile ilgili bilgileri San Pietro meydanında veriyor. İçeride bilgi vermek yasak.

San Pietro meydanı

İsviçreli askerleri de görüyoruz bu arada.

Biraz uzunca bir kuyruk beklerken omuzu açık hanımların omuzları örtülüyor, şortu olan erkekler şortlarını biraz aşağı çekerek dizlerini kapatıyorlar.


Katedralin içine güvenlik kontrolünden geçerek giriyoruz. İçerisi anormal etkileyici. Çok zengin, çok ihtişamlı, ince ince işlenmiş, binlerce eser var.


Basilica’nın içi



Yarım saatlik serbest zamanımız süratle tükeniyor. Ardından otobüs, bir saat sonra havaalanı. Pasaport işlemleri, duty freeshoplar, uçuşlar, beklemeler, rötarlar. Gece 02.00’de Adana’ya iniş, bavulların gelmeyişi, tutanaklar, gecenin üçünde yataklara kendimizi atış.

Güzeldi, etkileyici idi. Çok keyifli sekiz gün geçirdik, paylaşmak istedim.