Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

9 Kasım 2012 Cuma

LOTUS BENİ ÇATLATTI



Cumartesi akşamı için Mehmet Erem ve Eyüp Oğan ile ailelerini yemeğe alma konusunda bir davet etme isteği uyandı içimde. “Bekle, geçer" dedim önce. Bekleyip de geçmeyince hanımdan da icazet alıp Mehmet Erem'i aradım. Merhabalaştıktan sonra davetimizi kendisine ilettiğimde o hafta sonu için programının dolu olduğunu söyledi. Daha önce de böyle olmuştu. Bir araya gelmeyi başaramamıştık. Mehmet'in, “benim sana kontr bir teklifim var”, “Lotus'u Orhaniye'den Göcek'e götürüyoruz, sen de bize katılır mısın?” demesi ile “tamam” demem arasında birkaç saniye geçti herhalde. Bir sonraki telefon konuşmamızda cuma akşamı, Pegasus'un 20.10 uçağı ile Dalaman'a gidileceği, pazartesi sabah ya da akşam da geri dönüleceği bilgisi geldi. Uçak biletlerinin fiyatı da çok yıkıcı düzeyde olmadığından hemen biletler alındı ve hazırlıklar başlatıldı.

Cuma akşam üstü 16.30'da Havataş'ın Taksim'den kalkan servisine bindiğimde hava yağışlı idi. Ataşehir'e kadar adım adım gidilen trafik, daha sonrasında rahatladı ve saat 18.00'de Sabiha Gökçen'e ulaşmamıza izin verdi.

Havaalanında akşam yemeği için kendime yer beğendikten sonra bira ve Yaşar Kemal'in “Çıplak Deniz, Çıplak Ada” kitabı eşliğinde ızgara köfte ile karnımı doyururken bir yandan da kulağım telefonda. 19.00 civarı beklenen telefon zili çaldı ve Mehmet Erem'in havaalanına giriş yaptığını söyledi kulağıma. Beraberinde Taner Özer, Ömer Kırçal, Erol Şar ve Kamil Kurdoğlu ile birlikte. Son telefon konuşmamız ile yer tespiti yapıp birbirimizi bulduktan sonra kucaklaşma ve öpüşmeler sonrasında yer bulup masayı büyütüp oturmayı başardık. Onlar da süratle biralandıktan ve patates kızartması ile nefislerini körelttikten sonra son anons ile kendimizi uçağa götürecek otobüse atabildik.


Uçakta bir saat istirahat (bir gece öncesinde gecenin yarısı uyanıp sabaha kadar uyuyamamıştım), sonra Dalaman'a iniş, bu yıl için, bir kez daha. Sırt çantaları alındıktan sonra Pegasus servisine yürürken Mehmet'ten sürpriz: "Biz biz kaldık". "Nasıl yani?", "Taner'ler topluca Fethiye'ye gidiyorlar, balık yemeye." Sağlık olsun. Onlar, Fethiye servisine, biz Marmaris servisine biniyoruz. Biraz muhabbet, biraz uyku. Erol Akyiğit karşılayacak bizi Marmaris'te. Orhaniye'ye götürecek bizi.

Pegasus servisine bindikten kısa bir süre sonra Mehmet'in telefonunun şarjı bitiyor. Erol Akyiğit'in telefon numarasını Erol Şar'dan alıp kendisine ulaşıyoruz. Gece 23.00'e doğru Marmaris'teyiz. Otogar'da Erol ile buluşup kamyonetine atladığımızda önümüzde yarım saatlik bir yol var Orhaniye'ye. Lotus'a erzak temini gerekiyor, ancak Erol kendi teknesinde her şeyin mevcut olduğunu söyleyip bizi alışverişten vaz geçiriyor. Gece yarısına doğru Orhaniye Begonville'deyiz. İki masada keyifler devam ediyor. Merhabalaşıyoruz. Bize paçanga ve sigara böreği ikram ediyor Erol. Birer duble içiyorlar, ben sadece su içerken. Gece seyri yapacağız muhtemelen. Dün geceden zaten uykusuzum, bir de bu akşam içersem kesin dümen başında uyurum.

Restorandan kalkmadan önce ekmek istiyoruz, ekmek bitmiş. Pasta istiyoruz onun yerine o da yok. Ekmeksiz kaldık. İki buçuk simit veriyorlar bir torbada bize, ona da şükür.

Erol, bir çanta yapmak üzere kendi teknesine gidiyor. Biraz, su, peynir falan getirecek Lotus'a. Onları unuttuğunu, bir zodyak ile bizi Lotus'a bıraktıkları anda anlıyoruz. Sırada Lotus'u Orhaniye'de alargada tutan, Mehmet Erem yapımı tonozun tekneye alınması var. Aşağıda bir Admiralty, diğerini bilemediğim iki demir üzerinde duruyormuş tekne. İkinci demirin halatı elimizde, kendisi de suyun dibinde kalıyor. Isbarço bağ, üzerindeki yük kalkınca açılmış olmalı suyun dibinde diyoruz. İkinci demiri ise vinç de kullanarak bayağı bir zorlu uğraş sonrası tekneye alabiliyoruz.

Gece saat iki. Lotus nihayet özgür. Motor bir kerede çalışıyor. Tekrar Begonvil'in iskelesine yanaşıp teknedeki kaloriferi bırakacak, Erol'un nevaleyi bu kez almasını sağlayacağız. Kız kumunu geride bırakıp iskeleye kıçtan kara bağlanıyoruz. Erol'un nevaleyi yüklenmesini beklerken yanına yanaştığımız motoryatın evsahiplerinden "biraz yavaş yahu" uyarısı alıyoruz.

Saat 02.15'te iskeleden ayrılmış, yola koyulmuş durumdayız. Hep sola döneceksiniz demişlerdi bize. Kısa bir süre sonra Hisarönü körfezindeyiz. Dolunay sönmeye yüz tutmuş, hava aydınlık, gökyüzü beyaz bulutlar ile bezenmiş, etraf aydınlık. Önümüzde tahminen 12 saatlik bir yol var.

Artık 3 Kasım 2012 Cumartesi'yi yaşıyoruz. İlk hedef, Atabol çakarı. Mehmet içeride, olta takımlarını tamir etmeye çalışıyor inatla.

Gece 03.00 gibi çakarı iskele bordamızda bırakıyoruz. İlk kez görüyorum Atabol çakarının çakışını. 

Rüzgar sanki bizi götürecek kadar şiddetli. Yelkenleri açıp motoru kapatıyoruz. Çok uzun bir süre sonra ilk kez gece yelken seyrinin keyfini yaşıyorum. Bir saat kadar yelken yapıyoru.

04.00 gibi bir iki saat uyumak üzere izin istiyorum. 

Saat 05.00 gibi gözlerim açılıyor kısmen, ama uyudum mu uyumadım mı iyi anlayamadığım için biraz daha kapatıyorum gözlerimi. Bu kez saat altıda uykumu almış olarak uyanıyorum yeni güne. Üstelik denizdeyim. Daha ne isterim ki?

Havuzluğa çıktığımda Erol var sadece. O da yatmak için izin istiyor benden. Ben iyiyim, iki saat de o uyusun. Mehmet de biraz önce yatmış. Oltaları kıçtaki iki yuvaya oturtmuşlar. Tırrr diye öterse gaz kesecek ve Erol'u uyandıracakmışım. Tamam.

Erol yattıktan sonra sancak kıç omuzluktaki oltadan beklenen ses geliyor. Şöyle bir bakıyorum alete. Fren gibi bir kolu var. Onunla oynayınca ses duruyor. Eski haline getirince tekrar ötüyor. Balık vurdu galiba. Diğerine bakıyorum Ondaki ağırlık bundaki kadar değil. Erol'u uyandırmaya çalışıyorum. Tık tık vurma ile uyanmıyor. Bir çekeyim bakayım diyorum. Olta orada yuvasında dururken kolunu çevirmek çok güç oluyor. Ama inat edince de uzun bir uğraş sonunda oltayı sonuna kadar çekmeyi başarıyorum. Denizde beyaz bir şey var gerçekten oltanın ucunda. Gaz kesince Erol hemen uyanıyor. "Balık mı var?", "Evet".

Erol gelince oltanın geri kalanını da elimizle topluyoruz. Bir palamut var iğneye takılı. Ölmüş hayvancağız. Havuzluğa alıyoruz. Erol da benim gibi balığı elle tutma konusunda isteksiz. Ama sonunda iş ona kaldığı için iğneyi ağzından çıkarıp kovaya atıyoruz balığı.

Bir süre yalnız kalıyorum dümende. Bozukkale geride kalmış. Kızılada'yı bordalıyoruz. Açık denizde tek başına seyredenleri düşünüyorum bir ara. Mesela Özkan Gülkaynak'ı.



Mehmet bir ara kalkıyor. Bir çay demleyip bana yatıyor yeniden. Simitlerin bir tanesinin yarısını peynirle tadlandırıp sabah kahvaltımı yapıyorum onlar uyurken.

İki saat kadar sonra Mehmet'le ikisi birden güne uyanıyorlar. Çok kısa bir süre sonra da Erol gaz kesiyor. Mehmet kamışı yuvasından çıkarıp göbeğine koyuyor ve çok rahat hareketlerle misinayı sarıyor yuvasına. Demek ki böyle oluyormuş. 

Bir süre sonra da bota geçiyor. "Balık var mı?", "Var".



Denizde mavi-yeşil renkli bir balık süzülerek geliyor bota doğru. Mehmet bir hamle de onu bota alıveriyor ama savaşı kazanması için çok uzun bir süre uğraşması gerekiyor. Sonunda solungaçlarından tutup hareketsiz hale getirmeyi başarıyor. 

Lambuka imiş.

Marmais'te Göcek'e yelkenli tekne ile hiç gitmemiştim. Açık denizden gidişimiz, GPS kullanmayışımız, 86 deceye rota tutuşumuz hoşuma gidiyor. Bir süre sonra Kurdoğlu Burnu uzaklarda hayal meyal beliriyor. Hala uzun bir yolumuz var. Tahminen 15.00 gibi Göcek koyunda olacağız herhalde.

Öğle yemeği için makarna ve konserve barbunya yeterli oluyor. Bira stoğumuz (toplam 4 adet) zaten dün gece bitmişti. Bir kaç şişe suyumuz var. Akşama da balığımızı tuttuk zaten. Telefon edenlere Mehmet "mangalı yakın, mangalı" diyor.

Talya (S/Y) ile Göcek'te buluşacağız. Saat 14.00 gibi Kurdoğlu burnunu dönüp Fethiye Körfezi'ne giriyoruz. Bir deniz molası veriyoruz. Bir saat sonra da Baluna S/Y ile buluşmuş durumdayız. Merhabalaştıktan sonra alvararak istediğimiz ilk şey bira oluyor. Buz gibi biraları yudumlamanın keyfini yaşıyoruz uzata uzata.

Mahir'le Claude, Göcek adasının batısındaki bir küçük koydalar. Bir de su kaynağı bulmuşlar. Küçük bir yüzen platforma kadar borularla su getirilmiş. Borunun ucunda da bir vana var. Vanayı açınca kol kalınlığında, gür bir su akıyor. Boş su bidonlarımızı dolduruyoruz ancak yüzen partiküller Mehmet'in hoşuna gitmiyor pek.

Baluna, ufak bir tamir işi için Göcek'e gitmek üzere ayrılıyor. 


Baluna S/Y

Biz de o koya güzelce demirliyoruz. 75 metre zincirin hepsini döşüyoruz. İki tane uzun koltuk halatını da karadaki babalara bağlıyor Erol. "İşte" diyor, Mehmet, "böyle demirleyeceksin". Zincir gergin, koltuk halatları gergin. Daha önce ona sormuştum. Zincirim ve koltuk halatlarım gerginken bazen bir süre sonra koltuk halatlarımdan birinin gerginliğinin kaybolabildiğini, suya girdiğini söylemiş ve ısbarço ile uzatmış olduğum bu halatların çözülme olasılığının olduğunu, bu yorumun doğru olup olmadığını sormuştum Mehmet'e. Orhaniye'de suyun dibinde bırakmış olduğumuz ve uzun bir süre ızbarço ile bağlı bir halat ile Lotus'u tutan demir öyküsünün sonunu gördükten sonra. "Evet" diyor, "suya girmiş ve üzerindeki yük kaybolmuş ızbarço çözülebilir".


Lotus, Günlüklü Koyu'nda


Atbükü Koyu'nun hemen kuzeyindeki Günlüklü Koyu'ndayız. Denizin tadına bakıyor ve Talya'yı bekliyoruz. Uzun yol tariflerinden sonra Talya da geliyor koya, nihayet.
Talya, Günlüklü Koyu'nda
Ömer hemen ganimetleri çıkarıyor. Bir lambuka ile bir küçük palamut. Balık çorbası yapası geliyor Ömer'in.



Balığı temizlemek üzere bir elinde lambuka, diğer elinde bıçak ve ekmek tahtası ile teknenin arkasına giden Mehmet, teknenin arkasına gittiğinde önce lambukayı yıkamak üzere bir denize giriyor. Sonra yıkamak için denize bıraktığı bıçağı çıkarmak üzere gözlük ve paletle dalıyor. Yüzmekte olan ekmek tahtasını da tekrar yakaladıktan sonra balığı temizliyor. Başını ve bir miktar da etini Ömer istiyor. Yetmiyor, kuyruk kısmından bir parça et istiyor. Geri kalan parçayı da ne yapacağımıza karar veremediğimiz için Ömer'e veriyoruz. Bol etli bir balık çorbasını garantiliyoruz. Biraz da Mahir'e Göcek'ten balık siparişi veriyoruz.

Bir anda bir sivrisinek istilası oluyor. Ama nasıl bir saldırıdır bu. Bacağımızda, kollarımızda sürekli öldürdüğümüz halde bitmiyorlar. Talya ve ekibi büyük bir süratle palamarları boşluyor ve kaçıyorlar bu koydan. Zıpkın gibi demirlemiş, iskele ve sancağımıza bordalayacak Talya ve Baluna'yı gece boyunca taşımaya hazırlanmış, daha önemlisi o iki teknedeki etil alkol stoğu ile yutkunmaktan boğazımız şişmiş bir halde kalıyoruz Mehmet, Erol ve ben, başbaşa, susuz, aşsız, birasız.

"Yahu" diyor Mehmet, "zıpkın gibi de demirlemiştik". Telefonda Talya'nın Göcek Adası'nda bir tonoza bağlandığını öğrenince Erol gidiyor koltuk halatlarını sökmeye, Mehmet dümene, ben de demirin başına geçiyorum. Hava kararmış. Biz sizin ışığınızı görüyoruz diyorlar, bize doğru gelin. Biz de ileride bir kaç teknenin ışığını görüyoruz ama yaklaşıp bakmaktan başka çaremiz yok. On beş dakika kadar sonra yanlarındayız. Bordalıyoruz Talya'ya. Talya demek o akşam bizim için aş demek, su demek, bira demek, rakı demek, ama daha da önemlisi bolca muhabbet ve kahkaha demek.

Bir süre sonra balık çorbası ve bulgur pilavı hazır. Ancak daha Mahir'ler yok. Arıyoruz telefonla. Tamiratın geciktirdiği Mahir'leri arıyoruz. Hala Göcek'teler, biraz daha gecikecekler. "Lotus ekibi, aç, perişan, biz yemeğe başlasak ayıp olur mu?" diyor bizimkiler. Mahir de "hiç öyle şey olur mu, başlayın tabii ki. Biz balıkları aldık, yemeğin sonuna yetişiriz." diyor.

Lambuka'dan muhteşem bir çorba çıkarmış Ömer. İçine havuç, kereviz, patates ne bulduysa atmış. Lambuka pişirilmeden önce derisi çıkarılması gereken bir balıkmış. "Öyle yaptık zaten" diyor Ömer. Yanına da bulgur pilavı çok yakışmış. Lotus ekibi olarak üçer tabak çorba içip bulgur pilavını da mideye gönderdikten sonra nihayet doyuyoruz. Yemeğin sonuna yetişiyor Mahirler. Ama getirdikleri balıkları pişirmeye gerek kalmıyor. Herkes tok. Bir süre sonra Kaan arıyor "ben geldim, Göcek'teyim" diye. Mahir ile Mehmet tekne ile bir koşu gidip onu alıp geliyorlar.

Akşamın ilerleyen saatlerinde bolca muhabbet ve kahkaha var. Benim ise oturduğum yerde başım düşüyor önüme zaman zaman. İyi geceler deyip kalksam olmazmış gibi geliyor, muhabbeti bozarmışım gibi hissediyorum. Sadece Ömer'e fısıldayıp gizlice kaçıyorum kamaraya. Gerisini hatırlamıyorum.

Pazar

Güne erken uyanıyorum. Bota atlayıp biraz kürek çekere uzaklaşıyorum teknelerden. Üçü bir yerde çok güzel bir görüntü oluşturuyorlar.
Talya, Baluna ve Lotus Göcek Adası'nda tonozda
Muhteşem bir kahvaltı yine Ömer'den. Mıhlama bile var kahvaltıda. Ardından biraz deniz, biraz kıyıda çöp toplama operasyonu. Sonra Lotus ekibi Göcek'e alışveriş yapmak ve motor yağı almaya gitmek üzere ayrılıyor. Belediye iskelesine aborda oluyoruz. Zabıtanın girdi-çıktı parası almak üzere yaptığı ısrarı, Mehmet'in usta manevraları sayesinde hasarsız atlatıyoruz.
Bol bira, bir şarap, kahvaltı malzemesi ve içecek su aldıktan sonra teknedeyiz yine. Günlerden pazar olduğu için Mehmet motor yağı bulamamış. 
Lotus, Göcek Belediye Marina'da

Ufak bir iskeleden ayrılma çalışması sonrasında diğer iki tekneyle buluşmak üzere ayrılıyoruz Göcek'ten. Sıralıbük'telermiş. Bir saate yakın yol kat ettikten sonra buluşuyoruz onlarla. Tonozdalar. Aborda oluyoruz Baluna'ya. Talya'da tamirat var. Biraz deniz sonrasında Mehmet "motor çalıştırın" diyor. Baluna'ya geçip halatlarımızı söküyor. Aynı anda Talya, Baluna'nın sancak tarafından ok gibi fırlıyor. Mehmet "iskele alabanda, tam yol" diyor ama ben kıçımızın Baluna'ya çarpmaması için ürkek davranıp geç kalınca aramızdaki mesafe 2-3 tekne boyuna çıkıveriyor hemen. Meğer yarışıyormuşuz. Dümeni Mehmet'e bırakıyorum. İki tekne de tam gaz gidiyor. Talya'ya yetişmek mümkün değil. "Ana yelkeni açın" diyor Mehmet. Biz ana yelkeni açana kadar Talya önce açmış bile. Cenovayı da açıyoruz, Talya da aynı anda açmış. Motor-yelken Allah ne verdiyse gidiyoruz Göbün'e doğru. Benim geç çıkışım nedeniyle açılan farkı bir türlü kapatmak mümkün olmuyor. Ama Lotus iskele bordasına yattığında içeri su girmesine neden olan açık hatch'leri kapatmayı beceriyorum. O hengamede, kuruması için güverteye bıraktığımız Mehmet'in cep telefonu hala güverte üzerinde kalmayı başarıyor.

Göbün'e neredeyse tam arma, full motor giriyoruz. Talya'yı geçmek mümkün olmuyor. Gaz kesiyoruz, yelkenleri indiriyoruz.

Göbün'de restoranın iskelesine kıçtan kara bağlanıyoruz. Talya'nın zinciri sökülüyor. 25 metre eklenecekmiş. İskele üzerinde sürüklenerek gölge bir yere taşınan zincirin yarattığı gürültü yetmezmiş gibi bir de son halkasını kesme üzere taş makinesi çalıştırılıyor. Göbün, Göbün olalı herhalde böyle sulüm görmemiştir. Yarım saat sonra Talya'nın zinciri artık 75 metre olarak yuvasına konulmuş durumda.


Göbün'de tamirat
Hava kararmadan koyun karşı kıyısına geçip tonoza bağlanılacak. Mehmet dalıp bakıyor. Zemindeki ana zincirden bir halatla kendine tonoz oluşturuyor. Bir Fransız var, 30 yıldır koyda yaşayan. Onun saç teknesi sancak bordada bırakılmak üzere sırasıyla Baluna, Lotus ve Talya tonoz alıp kıçtan kara bağlanıyorlar karaya. Bu iş yaklaşık iki saat sürüyor. 


Baluna (sağda), Göbün'de kışlayacağı köşeye çekilmiş.

Arada yemek yemek aklımıza geliyor.

Bir ara, iskelede bıraktığımız 54 feetlik bir Hanse var, onun kaptanı yüzerek Lotus'a geliyor. Erdem Balcı. Ben daha önce tanışmamıştım. Yıllardır Göcek'te imiş. Çok çok önceleri denizi sevivermiş ve bir daha bırakmamış. Yurt dışından tekne transferlerinde kaptanlık yapıyor. Üç teknenin Göbün'de kışlama projesi üerine onun da söyleyecek bir şeyleri var. Kimi, lodostan korkmak gerek burada derken, kimi poyrazın şiddetinden bahsediyor. Spekülasyonlar arttıkça tonoz halatlarının sayısı ve koltuk halatlarının niteliği ve niceliği değişiyor. Akşam hava kararmadan önce koltuk halatlarının bazılarının kayalara bağlantısının zincirle değiştirilme işlemi, yarına öteleniyor. 

17.00 gibi küçük Lotus giriyor koya. Kadir'le tanışıyoruz (en azından ben).


Lotus, Göbün'de

Akşam yemeği iskelede, restoranda. Rakının su gibi aktığı gecede kahkahalarımız koyu inletiyor. Mahir'in dün gece Göcek'ten aldığı palamutlar pişiyor bu gece. Kadir sayesinde restoranda sırtımız yere gelmiyor. Her gören "Kadir ağbi, hoşgeldin" diyerek saygılarını iletiyor Kadir'e. Kadir sayesinde ne aşımız eksik kalıyor bu gece, ne suyumuz, ne alkolümüz. Restoranın işletmecisi, Muammer. Nam-ı diğer Göbün Kralı. Yerel ağzı ve son derece naif tarzı ile anlattığı gerçek hikayeler gülmekten karnımızı ağrıtacak kadar keyifli. Restoranın çok dolu olduğu bir akşam, bir zodyak ile gayet şık beyefendiler ve hanımefendiler gelmişler iskeleye bir vakitler. Masa olup olmadığını sormuşlar Muammer'e. O an için boş masa olmadığını söyleyip bara almış onları Muammer ve içki ikram etmiş. Bara yakın bir masadaki Türklerden birisi de "sen o kadının kim olduğunu biliyor musun?" demiş Muammer'e. Monaco prensi Carolyn imiş meğerse barda, ayakta bekleyen o hoş kadın. Aklına yatmamış Muammer'in ya da önemsememiş belki de. "O Monaco prensesi ise, ben de Göbün kralıyım" deyivermiş. O günden beri Göbün Kralı olarak anılırmış Muammer. Birileri Google'de bile bakmış kralı olan bu Göbün, nerelerde bir ülkedir diye.

Hesap da ödenmiyor bu gece. Kim ağırladı bizi, Kadir mi, Mahir mi, balıklar Mahir'den içkiler Kadir'den mi? Çok da önemli mi, bu ekibin bu kadar keyifli, samimi, içten, pazarlıksız birlikteliği yanında?

İlk gelen motor servisi ile teknelere dağılıyoruz. Mehmet ile Erol Lotus'un botu ile tekrar iskeleye geri gidiyorlar. Sabaha karşı dönmek üzere giderlermiş meğersem, biz sabah öğreniyoruz bu niyetlerini. Belki kendileri de...

Pazartesi

Sabah, Göbün'ün beklenen sessizliğini yan tekneden gelen konuşmalar bozuyor. Sabah beş buçuk gibi Taner'leri götürecekti restorandaki botla Ünal. Sadece kafamı havuzluktan çıkarıp el sallayabiliyorum. Sonra bir saat daha uyku.
Sekize doğru uyandığımda Göbün hala sessiz. Hava güzel, gökyüzünde bulut yok. Bota atlayıp kürekleri ses çıkarmadan suya sokup çıkararak koyun ortasına gidiyorum. Dört teknenin verdiği poz aşağıdaki gibi.
Baluna, Lotus, Talya ve Lotus Göbün'de güne uyanıyorlar.

Sabah kahvaltısına Baluna'ya davetliyiz. Biz erken kalkanlar bu teklifi hemen kabul ederken geç kalkanları da çok beklemiyoruz. Claude ve Mahir öyle güzel bir kahvaltı masası hazırlamışlar ki. Dilim dilim kesilmiş beyaz peynirler, çeşit çeşit ballar, reçeller, kızarmış ekmekler, sucuk, omlet... Önce gözümüz doyuyor sonra da adı çıkmış olan Lotus ekibinin midesi. 
Baluna'da sabah kahvaltısı



Kahvaltı sonrası, restoranın eskici dükkanından temin edilen zincirler ve teller ile koltuk halatlarının kayalara bağlantısı sağlamlaştırılıyor.


Üç tekne birbirine açmazlar ile bağlanıp tenteleri sökülüyor, botlar başa alınıp sıkıca bağlanıyor, Talya'nın eskimiş Türk bayrağı değiştiriliyor ve dinlenmek üzere sahile çıkılıyor. Bira zamanı.
Mehmet açılışı yaparken

Göbün Kralı bizimle

Erol, Claude, Mahir, Kadir ve Erol
Söylentiye göre, Talya'nın baş mahzeni o kadar derin ve büyükmüş ki, belden bükülerek eğilip dibine ulaşmaya çalışsan, elin dibe değmez, ulaşamazmışsın. Biraz daha inat edip "ben dibine ulaşırım" desen ayakların yerden kesilir ve mahzene düşermişsin. Veee, o mahzen kasa kasa bira ile doluymuş. Elimizdeki biralar o mahzenden. 

Bir ara bir rüzgar çıkıyor. "Hah, lodos çıktı" diyoruz. "Hayır" diyor Göbün Kralı, "batı kaçağı". "Aman" diyor bizimkiler, "lodosa, poyraza emniyet aldık, batıya da gidip bir şeyler yapalım" deyip ayaklanır gibi yaptıklarında kral oturtuyor hepimizi.

Yavaş yavaş teknelere dönme zamanı. 17.30 gibi botla Sarsala'ya bırakacaklar bizi. Oradan da araba ile Dalaman Havaalanına. Tekneye dönüyoruz. Son temizlikler, kontroller. Havuzluktaki boş bira kutularını ellerime alıp merdivenlerden aşağı inmeye çalıştığımda ayağımdaki ayakkabılar kayıveriyor. Son yelken haftamızda da kayıp durmuştu bu yeni ayakkabılar. Head marka. Karaköy'de bir spor mağazasından almıştım. Genelde kaydığımda dengeleyerek duruyordum. Ama yer çekimi bana fırsatı vermiyor. Küt, küt diye merdivenleri iki ayağımın üstünde iniyorum. Sırtımı vuruyorum merdivenlerin her birine ama çok acımıyor. Yere indiğimde ayakkabılarımın kayışı devam ediyor. Biraz daha kayıp karşıdaki dolaba ayaklarımı vurup düşüşümü sonlandırıyorum. Aslında o kendini sonlandırıyor. Ayağımda bir şey var mı diye ayakkabıyı çıkarıp baktığımda sağ ayağımın baş parmağının olağan pozisyonunda farklı olarak bana doğru iyice bükülmüş olduğunu fark ediyorum ucundan. Biliyorum ki şimdi oturttum, oturttum. Aksi taktirde birazdan şişecek ve ağrısından oturtmak mümkün olmayacak. Birazcık zorlayınca tık diye yerine oturuyor. Yukarıdan Mehmet'in sesi geliyor "kim düştü?". Acı, sızı yok. Kırık da yok herhalde. Kamaraya oturduğumda Mehmet iki parmağımı her ihtimale karşı birbirine bantlıyor. Ama sanırım kalıcı bir hasar yok. Hemen bir Apranaks. Ayağıma daha sert ayakkabılar giyiyorum, hem ağrıtmasın, hem de atel olsun diye. Günün geri kalanı topallayarak geçiyor. 

Makarna yapma zamanı. Baluna'da bir, Lotus'ta iki tencere su kaynatılıyor. İki buçuk paket makarna haşlanıyor. Sosunu Claude yapıyor. Keyifli bir öğle yemeği sonrasında 17.30 gibi bir sürat teknesi ile bizi alıyorlar. Mahir, Claude, Erollar ile vedalaşma. On beş dakika sonra Sarsala Koyu'ndayız. Bir saat sonra da havaalanında.

Uçakta biraz uyuyoruz. Apranaks tekrarı. Lotus'un beni çatlattığını, ama kırmayı başaramadığını ertesi gün çektirdiğim filmde görüyorum. 

Sohbet, kahkaha, macera, heyecan ve bir miktar acı ile dolu, çok şey kazandığım, çok şey öğrendiğim bu üç gün için hepinize teşekkürler Mehmet, Erol, Kaan, Taner, Ömer, Kadir, Erol, Mahir, Claude ve Kadir.

17 Eylül 2012 Pazartesi

BİR KEZ DAHA OPAL

Üzerinden daha 3 hafta geçmeden yeniden Marmaris'te, Netsel Marina'da olmak ne büyük bir keyif. Ne kadar şanslıyım. Tamam, belki bir yıl daha buralara gelip yelken yapmak mümkün olamayacak ama olsun, şimdi buradayım. Üstelik ekibin yarısı bizden önce geldi ve alışverişi tamamladı. Sadece buz ve misket köfteleri bırakmışlar. Onları karşılamaya gidiyoruz Esma ile. bu kez sadece üç Migros arabası dolu. Ben buz ve misket köfteleri almaya gidiyor, dönüşte onları malzemeleri tekneye yüklerken yakalıyorum. Tekneye yüklenen malzemenin yerleştirilmesi ise Suat'a kalıyor çokça. Ben de ucundan azıcık yardım ederken aklım, Barış Usta'dan sipariş ettiğimiz ve havuzlukta masanın üzerinde bizi bekleyen döner dürümlerde. Bu kez çok acıktım Havaş otobüsü ile Marmaris'e gelirken. Sabahki kahvaltı bizi tok tuttuğu için uçakta verilen ikramı da geri çevirmiştik. Otobüste o, geri çevirdiğimiz sandviçleri çok aradım ama kısmet dönerli dürümlere imiş.
Teknenin teslim alınması ile birlikte artık harekete hazırız. Opal S/Y, benim üçüncü kez kullanacağım 43 feetlik, çok keyifli bir tekne. 2010 model, ama bu yıl biraz yıpranmış gibi duruyor. Daha önceleri 8.5 knot hızla yelken yaptığımız oldu bu tekne ile.
Saat 15.00 gibi tonozu bırakıp, palamarları çözüp rıhtımdan ayrılıyoruz. Bu kez pontonun neredeyse en başına koymuşlar bizim tekneyi, çıkışımız kolay olsun diye. Baş pervanesini de kullanıp rahatça çıkıyoruz Yüksel Yatçılık'ın G pontonundan.
Ekibimizde Suat, Ümit ağabey, Banu ve eşi Ahmet, Esma ve ben varız. Bir tek Ahmet yeni bu işte. Geri kalanların hepsi 2007 yazında Santorini'ye kadar gittiğimiz ilk yelken eğitimindeki ekipten. Yıllardır beraber yelken yapıyoruz, bazıları ile de dağlarda yürüyoruz.
Körfez'deki rüzgarı görünce hemen yelken açıyor, motoru kapatıyoruz. Boğazı yelkenle geçmemize rağmen kısa bir süre sonra rüzgar kalmıyor. Motorla Kumlubük'e yöneliyoruz. Hollandalı Ahmet'in yerinde  6 kişilik rezervasyonumuz hazır. Fiyatları yüksek olmasına rağmen o restorandaki zerafeti çok seviyorum.
İskele müsait. rüzgar da öyle. Suat, çok sorunsuz bir şekilde yanaşıyor iskeleye. Koltuk halatları bağlanıyor. Tonoz tamam. Motor, stop. Saat 16.45. Deniz ve içki ile ilk bağlanmamızı kutlama zamanı.
Deniz hala sıcak ve keyifli.
Ahmet'in cin-tonik ikramına ben bira ile katılıyorum.
Restorana gitmeden önce iki yanımızdaki motoryatın içinde bir Çin Balonu meşgalesi başlıyor. Balonun içindeki mumu yakıyor tekne sahibi, balonun içi sıcak hava ile dolunca yükselecek, o da keyifle seyredecek. İlk denemesinde balon elinden kurtulup kendi teknesine güverteye düşüyor. "Söndürün onu" bağırışları arasında yangın başlamadan biraz önce balon söndürülüyor. Biz de bu tehlikeli macera kazasız ve bize bulaşmadan sona erdi diye sevinirken adam buyuruyor "içeriden bir tane daha getirin". Yeni bir balon geliyor. Bu denemesinde de balonun kendisini yaktığı için baloncuk daha uçamadan iskelede söndürülüyor. Yaşasın kurtulduk diye sevinirken adam 3. balonu içeriden kendi uğurlu elleri ile alıyor. Bu kez çok iddialı. İki kişi birden tutuyorlar balonu. Aksi taktirde yandan gelen rüzgar balonun dik durmasını engelliyor ve içinde yeterince sıcak hava oluşamadan ya ellerinden kaçmasına neden oluyor, ya da balonun kendisinin yanmasına. Bu kez başarıyorlar. Yavaşça yükselirken balon, Banu dayanamayıp restorana bir yetkili bulmaya gidiyor şikayet etmek için. Adam ya yandaki teknelerden birini yakacak ya da ormanı. Teknelerden birinden "aman, Ali ağbi, ormanı yakmayasın" uyarısını zarif bir çalımla ekarte ediyor "yok, bu sönmeden düşmez bir yere". Sonunda ormana doğru yükselerek giderken balon, bir süre sonra sönüyor gerçekten ve düşmeye başlıyor tepeye. "Tamam, kurtulduk" diye düşünürken adam durmuyor, dördüncü balon getiriliyor. Artık öğrendi adamcağız, iki kişi birden tutup balonun içinde yeterince sıcak hava oluşuncaya kadar balonun kendisini tutuşturmadan tutmayı. Bunu da bırakıyorlar. Bu balon da hemen yanımızdaki yelkenlinin cenova gönderine bir temas ediyor, sonra cenovayı yakmaktan vaz geçip uzaklaşıyor teknenin tellerinden. Nihayet son denemesinden hemen öne Hollandalı Ahmet'in restoranından gelen bir hanımefendinin nazıik uyarısı üzerine balonlarını toplamaya karar veriyor adamcağız. "Tamam" diyor, "bir daha yakmayız. Ben zaten şov olsun diye yakıyordum".
Akşam yemeğine gidişimiz 19.00 civarı gibi oluyor. Ahmet ve Banu dışında herkes birer mercan yiyor. Muhteşem salataları, kalamar, ahtapot ızgaralarına Alâ rakı eşlik ediyor.

Bir ara kumsaldaki şezlongun rahatlığına bakmak üzere uzandığımı hatırlıyorum, sonra da ne kadar mutlu olduğumu. Sonrasında da Esma'nın beni uyandırmak üzere seslenişini. Geceyi havuzlukta, uyku tulumumun içinde tamamlıyorum.

9 Eylül 2012, Pazar
Dün gece sabaha kadar esti. Tekne, sürekli sallandı. Hiç durmaksızın değişik sesler oluştu sağımızda solumuzda. Huzursuz bir geceydi. Sabah her uyanan "biz böyle bir gece görmedik" diyerek kalktı.
Kahvaltıyı Kadırga Koyu'nda yapmayı planlamıştık dün akşam. 8.30 gibi iskeleden ayrılıyoruz.
Kadırga Koyu'na doğru

Kadırga koyu'nda alargada kalıp kahvaltımızı yapıyoruz. Mutfaktan Ahmet sorumlu bu sabah. Ne kadar mahir olduğunu haftanın geri kalan günlerinde daha iyi öğreneceğiz.
Dümen Suat'a emanet.
Yarım saat sonra Kadırga Koyu'nda demir atmış durumdayız. Kahvaltımız, Ahmet'ten.
10.30'da demiri topluyoruz. Hedefte Arap Adası var. Dümende yeni yelkencimiz Ahmet. Hem soruları var cevap arayan, hem de heyecanı.
GPS'te Arap Adası'na doğru rota çizdik çizmesine ama, gözüme kestirdiğim koya yaklaştığımızda GPS'te Arap Adası'nın pruvamızda, biraz daha iskelemizde kaldığını görünce inat ediyorum GPS yanlış diye. Gözüme kestirdiğim o koya yaklaşınca Arap Adası'nın bir altında, Kumluburun'un doğusundaki koya girmekte olduğumuzu, GPS'in değil de benim hatalı olduğumu fark ediyoruz. Neyse, bu koyu deneyelim bakalım.(36.40.39N, 28.09.81E)
Kumluburun Koyu

Bu koyda gözümüze kestirdiğimiz bir yere demiri bırakıyoruz. İlkinde demirimiz tutmuyor. Sonra bir kez daha deniyoruz. Bu kez 10 metreye bıraktığımız demir iyi tutuyor ancak karaya biraz uzak kalıyoruz. Daha sığa gidip demir bırakmayı hala beceremiyorum. Kadırga'da botun motorunu takmıştık. Halatı bağlamak bana düşüyor. Dingi kullanmaktaki acemiliğim ve bağlanacak yere ulaşmadaki beceriksizliğim yüzünden Esma, defalarca demirin üzerine gidip tornistanda rüzgarı yenerek bana yaklaşmak zorunda kalıyor. Sonunda Opal'i karaya bağlamayı başarıyorum.
Bolca deniz sonrasında öğle yemeğimiz, hot dog. Ahmet'in önerisi, hazırlaması ve sunumu ile.
Yine deniz ve sonrasında 14.00'te demirimizi alıyoruz. Bu gece için Serçe'yi planlamıştık. Koydan çıkınca bir miktar rüzgar yakalıyor ve hemen yelkenleri açıyoruz. Günün ilk yelken seyri, Kızılada'nın batısına geçmemizle sonlanıyor. Suat'ın ısrarı ile Kızılada ile kara arasından geçmeye karar veriyoruz. Oradan ful arma geçmememiz gerektiği konusunda ikaz almıştım gezgin korsanlardan. Yelkenlere birer camadan vurarak sıkı orsa seyri ile Kızılada ve kara arasına giriyoruz. Dümende Esma var. Sancağımızda ise Yunan bandıralı bir yelkenli. O da orsa seyri ile boğazdan geçiyor. Ben tedirginim ama ekip sıkı. 22 knot havada Kızılada'yı iskelemizde bırakırken adeta uçuyoruz. 7-8 knot hızımız var. Adayı ardımızda bıraktığımızda ben rahatlıyorum. Esma ile Suat, bu kez keyiften uçuyorlar.
Serçe'ye yaklaşana kadar yelken yapıyoruz. Serçe'ye yaklaşırken yelkenler iniyor, içeri girerken usturmaçalar bağlanıyor. Esma'nın önerisi ile bu kez, koyun kuzey kıyısında, restoran tonozlarının olmadığı doğu kıyısına demir bırakıyoruz. Koy içinde her zaman olduğu gibi sıkı rüzgar var. 60 metre zincirimin hepsini döşemek istiyorum ama 45 metre zincir bıraktığımızda kıyıya yaklaşıyoruz. Demirimizin tuttuğundan da emin olamadığım için demir alıp Esma'nın da önerisi ile biraz daha ileriye demir atıyoruz. 60 metre zincirimiz bittiğinde tornistanda demirin iyi tuttuğunu teyit edip botla karaya koltuk halatı alma işini Suat'a bırakıyoruz. Hem rüzgarüstüne, hem de rüzgar altına bağlanıyoruz. Biliyorum ki rüzgar burada gece yön değiştirebilir.
Serçe Koyu
Bağlanmamız sona erdiğinde rüzgarın hiddeti de sona eriyor. Kendimizi denize atıyoruz. Deniz sonrası bira, cin tonik ve çerez ile nefsimizi köreltirken akşam yemeği için daha önce planladığımız gibi makarna ve misket köfteye midemizde yer bırakmaya gayret ediyoruz.
Bu gece gitar ile kulaklarımızın pasını silmek için elimden geleni yapıyorum. Işıksız bir koyda, muhteşem yakamoz oluşuyor suya giren Banu, Ahmet ve sonrasında Suat'ın hayranlık dolu nidaları arasında.

10 Eylül 2012, Pazartesi
Saat yedide güne uyanıyorum. Uzun zamandır ilk defa, sabah uyanır uyanmaz Serçe'nin serin sularına kendimi bırakamadığımı fark ediyorum.
Bugün gözümüze öğle molası için Oğlanboğuldu Koyu'nu, akşam için Söğüt'ü kestirdik. Normalde Söğüt'e dönüş yolunda uğruyorum. Ancak her seferinde Yeşilova Körfezi'nden çıkışta rüzgarı kafadan aldığımız için körfezden çıkışımız çok zor oluyor. Her seferinde sonunda motoru çalıştırıp motor-yelken çıkıyoruz körfezden diye bu kez Söğüt'ü gidiş rotamıza koydum. Aklımca, körfezden Atabol kayalığına doğru çıkarken rüzgarı iskelemizden alıp orsa-apaz seyri ile körfezden çıkmayı başarabileceğim.
Saat 11.00'de Serçe limanını bu yıl son defa olmak üzere ardımızda bırakıyoruz. Yelkeni açıyoruz, Simi'ye doğru yelkenle yükseliyoruz. Suat'ın saat 13.00'te mümkünse bir telekonferansı var. O nedenle Oğlanboğuldu'ya daha epey yolumuz olduğu için Suat'ın önerisi ile Tuğla Limanı'na yöneliyoruz. Burası, Mersin Burnu'nun hemen kuzeyinde, Simi'ye bakan, dibinde eski bir ağılın bulunduğu, kıyıda pek çok çöpün bulunduğu ama denizi berrak ve temiz bir koy (36.35.17N, 27.58.51E). Demir atıp alargada kalıyoruz bir süre burada. Ancak telefonlar çekmediği için telekonferans mümkün olamıyor.
Denize girenlerin hepsi tekneye çıktığında demir alıp Oğlanboğuldu'ya doğru yelken açıyoruz. Bu ismi, eğitimlerimizde Peter'dan duymuş, ancak daha önce hiç uğramamıştım.
Saat 14.00'te Oğlanboğuldu'dayız (36.36.63N, 27.58.69E). Deniz çok temiz, dalgasız. Alargada kalan bir gulet var. Koyun kuzeyindeki küçücük adaya bağlanmış bir başka gulet daha. Daha sonra bir yelken okulunun Azure 40'ı geliyor, suya demir bırakıyor. Biz, öğle yemeği sonrasında yavaştan demirimizi alarak Söğüt'e yöneliyoruz.
Oğlanboğuldu

Söğüt'e rüzgarı arkamıza alarak giriyoruz. Dümende Ahmet. Bizi Söğüt'e kadar Ahmet götürüyor.
İskeleye yanaşma sırası bende. Rüzgarı iskele bordamızdan alarak iskeleye iyice yaklaşıyorum. Rüzgarüsüt halatımızı kıyıdaki görevli iyi tutamayınca sancağımızdaki tekneye yaslanıyoruz. Bu da bir yanaşma tekniği, Mehmet Erem söylemişti. Teknedeki beyfendiden özür diliyorum rahatsız ettiğimiz için, sadece gülümsüyor. Böyle kaptanlar da varmış demek ki. İskele bordamızdaki eğitim teknesinin bağlanması bittiğinde biz de bağlanmamızı tamamlıyoruz. Bu kez kendimi beğenmedim ve ders çıkardım. İskelede halatımızı alan her görevlinin işini iyi yapmasını beklemem bir hata imiş. Yönlendirmem lazımmış. Başpervaneyi kullanırken tonoz halatını şöyle bir alıp bırakıyor. Esma'nın uyarısı ve çıkan sesle uyanıyorum. Bunu da alınacak dersler hanesine yazdım. Geçen sene aynı yerde bir kez daha aynı hatayı yapmıştım ama henüz bana ders olamamış demek ki bu hata.
Octopus'un duşları tertemiz. Ahmet ve Banu hemen birer kahve alıyorlar restoranda. Ben teknede bira ile günün bitişini kutluyorum.
Yemeğimiz, her zaman olduğu gibi yine süper. Lezzet, hizmet hepsi yerli yerinde. Barbunun tadına ise doymak imkansız.
Bu gece kamaradayım.

11 Eylül 2012, Salı
Sabah 7.45'te ancak uyanıyorum. Denize baktığımda yakıştırabildiğim tek kelime huzur. Çarşaf gibi bir deniz, müthiş bir sessizlik, görsel güzellik.
Kahvaltı yine Ahmet'ten ama bu kez Octopus restoranda. Uzayan bir kahvaltı sonrasında teknenin motorunu çalıştırmamız saat 11.00'i buluyor. Bu arada dün iskelede üzerine yaslandığımız teknenin (Edalı S/Y) kibar kaptanı ile bir sohbetimiz oluyor.
Söğüt'ten Bozburun 6 mil. Bozburun-Selimiye arası ise 18 mil. Bozburun'a uğrayıp pis su tankımızı boşalttık diye mavikartımıza işlem yaptıracağız. Ayrıca dünden ayarlanmıştı, Bülent Ortaçgil beyefendi ile buluşacağız. Bozburun çıkışında ise Ada Boğazı'nda öğle molası verip denize gireceğiz.
Bozburun'a kadar motorla gidip, limana girmeden önce sancağımızda kalan motelleri, rahmetli Dirvana'nın yatını teker teker geride bırakıyoruz.
Bozburun limanı'na girdiğimizde demirlemek için yerler müsait ama ben gözüme aborda olacak bir yer kestiriyorum hemen limanın girişinde karşıdaki teknenin arkasında. Çok da rahat bir şekilde aborda oluyorum iskeleye. Halatımızı da Bülent bey alıyor. Önce Zabıtaya uğruyorum ancak birde açılacakmış. Saat 12. Bir saatlik zorunlu bir vaktimiz var. Bülent Bey'in dükkanını ziyarete gidip eşi, Çiğdem hanımla da tanışıyoruz. Çok şirin hediyelik eşyalar var bu dükkanda. Bir saate yakın bir süre, açık havada bir kafenin kahve ve limonatalarına eşlik eden Bülent Beyin sohbeti ile keyifleniyoruz.
Saat birde 100 litrelik pissu tankını boşalttığımıza dair makbuzu alıp Bozburun'a veda ediyoruz. Ada Boğazı'nda bir yerlerde denize girip yemek yiyeceğiz. Sonra ver elini Selimiye.
Bozburun'dan çıkış
Kızılada ile Kiseli Adası arasındaki boğazda, Kızılada'ya yaklaşarak demir atıp alargada kalıyoruz. Menüde meyve ve lavaş içinde peynir var.
Bol deniz ve muhabbet sonrası demiri toplayıp Selimiye'ye doğru yola çıkıyoruz. Kızılada'yı arkamızda bıraktığımızda yelkenleri açıyoruz. Körfeze döndüğümüzde rüzgarın yine kafadan gelmesi ile benim programım bozuluyor. Bu Yeşilova Körfezi'nden Bozukkale'ye doğru da gitsem, Selimiye'ye doğru da gitsem, o gün rüzgar tam kafadan esiyor. Bunu anladım.
Yine de yapabildiğimiz kadar yelken yapıp sonra motorla körfezden çıkmaya çalışıyoruz.
Atabol'u dönünce rüzgar arkamızda kalıyor. Ama yine de motor desteği gerekli oluyor.
Adalar ile kara arasından sadece cenova ve motor ile geçerek Selimiye'ye ulaştığımızda saat 17.30. Her zaman olduğu gibi Girit yazısını okuyarak Begonvil'in yerini kestiriyoruz. İskele oldukça müsait. Çok temiz bir yanaşma ve bağlanma sonrasında biralar tekneye ikram ediliyor. Duş ve tuvalet restoranın arkasında. Bazılarımız denize giriyor. Bazılarımızın ise canı deniz çekmiyor.

Selimiye
Akşam yemeğimiz, Begonvil'de. Masamızı hemen teknemizin pasarellasının bir adım ötesine kurduruyoruz. Çok uzak olmasın.
Misafirlerimiz, Bülent Ortaçgil ve eşi Çiğdem hanım da saat sekiz gibi masamıza teşrif ediyorlar. Tatlılar, Suat'tan. Ümit ağabey ile Selimiye'ye merkeze kadar gidip alıp geliyorlar: beşamel soslu kabak tatlısı, limonlu cheescake, browni.
Bu gece 23.00 gibi bitiyor benim için.

12 Eylül 2012, Çarşamba
Yine çok keyifli bir Selimiye sabahı. Horoz sesleri, çocukların kullandığı bir kanonun kürek sesleri, o kadar. Başka ses yok. Çarşaf gibi bir deniz.
Selimiye Koyu
Kahvaltı teknede. Bugün Selimiye'nin pazarı. Banu ve Ahmet pazara gidip, domates, salatalık ve bol yeşil alıyorlar.
Bugünkü rotamız; Selimiye-Orhaniye: 7 mil, Orhaniye-Bencik: 7 mil, Bencik-Kurucabük: 8 mil, Kurucabük-Dirsek veya Kocabahçe: 6 mil.
Kahvaltı sonrasında hemen tonozu bırakıp Orhaniye'ye doğru yola çıkıyoruz. Hisarönü Körfezi'ne çıktığımızda rüzgarı görünce yelkenler hemen açılıyor. O kadar güzel ki rüzgar, Orhaniye'yi sancak bordamızda bırakırken bile kimsenin niyeti yok oraya dönmeye. Hisarönü'ne kadar gidip geri dönelim, öyle girelim diyoruz Orhaniye'ye. Ama döndüğümüzde de yelkenden vaz geçemediğimiz için Orhaniye'den de vaz geçiyoruz.
Bugünün kaptanı Suat. Ben rahatım. Artık Suat düşünecek teknede mazot var mı, su var mı, nereden nereye kaç mil, kaç saatte nereye gideriz, saat kaçta nerede olursak öğle molası için uygun olur gibi konuları. Bu rüzgarı kaçırmamak için Bencik Koyu'na kadar yelken yapıyoruz. Koya yaklaştığımızda yelkenler indiriliyor. Motorla koya girdiğimizde iskelemizde bulduğumuz ikinci koyda hiç tekne yok. Demir atıyoruz önce 10 metreye, ama daha zincir döşeyemeden kıyıya çok yaklaşıyoruz. Demir topla, biraz daha ileri at. Sonra geri geri gel. Bu kez de 60 metre zincir bitiyor ama kıyıya uzak kalıyoruz. Demirimiz de çok güzel tuttuğu için uzun halatla kıyıya bağlanıp öğle yemeği ve deniz molası için kontağı kapatıyoruz. Saat 13.00.


Bencik ve Opal S/Y
Bir buçuk saat kadar oyalandıktan sonra Bencik'ten çıkıyor ve Dişlice Adası'na bile gelmeden yelkenleri açıyor. Sıkı bir orsa seyri ile Dişlice'nin önündeki kayaların dibine kadar sokuyor Suat bizi, sonra çığlıklar arasında tremola attırıyor. İki tremola sonrasında Dişlice adası gerimizde, yelken yapacak kocaman bir körfez ise önümüzde kalıyor.

Rüzgar 22.5 knot. Yelkenlerde birer camadan. Hızımız 8.5 knot. Önce adalara kadar sancak kontra, sonra tekrar Kurucabük'e kadar iskele kontra uçuyoruz. Zaman problemi nedeniyle Kurucabük'ten vazgeçip Kocabahçe'ye yöneliyoruz geç kalmadan. Pruvamızda tam Dirsek Bükü. Kargı ve Topan Adaları'na kadar yaklaşıp adaların arkasına döndüğümüzde yelkenleri indiriyoruz. Daha önce hiç girmediğimiz Kocabahçe'ye usul usul sokuluyoruz. Koy içinde sancağımızda kalan ve bir kaç yelkenlinin demirlemiş olduğu kıyıda gözümüze bir yer kestirip 10 metreye demiri bırakıyoruz. Daha 40 metre zincir döşeyemeden kıyıya yaklaşıyoruz. Demirimizin tutup tutmadığını anlamak için tornistanla geri gidecek mesafemiz kalmadığı ve kaloma miktarını da beğenmediğim için tekrar demiri toplayıp biraz daha açılıp bu kez 12 metreye demir bırakıyoruz. 60 metre zinciri döşediğimizde karaya olan mesafemiz de çok makul oluyor. Demirimiz de çok iyi tutuyor. Botla karaya bağlanma işini halletmeyi de ben üstleniyorum.(36.41.91 N; 28.00.41E)
Bot kullanma işini çok iyi beceremiyorum hala ama bu kez bağlanmak üzere kıyıya ulaşmayı, botu bir kayaya şöylesine bağlamayı, teknemizi de bir kayaya bağlamayı başarıyorum. İkinci bir halatı da alıp rüzgaraltındaki bir ağaç köküne bağlıyorum. Huzur içinde geceleyebiliriz artık.
Denize atlıyoruz ama hava biraz serinledi. Deniz de bir soğuk. Çıkar çıkmaz sıkı sıkı giyiniyorum.
Kocabahçe
Akşam yemeği Ahmet ve Banu ikilisinden. Patates graten, misket köfte, semizotu salatası, börülce, şarap ve sonrasında gitar.
Yatmadan biraz önce tatlı krizimizin tutması üzerine Banu üşenmiyor, bir de krokanlı, bademli elma tatlısı yapıyor bizlere. Elma tatlısının ağzımızda bıraktığı kötü (!) tadı bırakmak üzere lokum yemeyi de ihmal etmiyoruz.

13 Eylül 2012, Perşembe
Dün gece havuzlukta yattım. Bütün gece rüzgar esti durdu. Derinlik alarmını kurup yatmıştım ama rüzgar yön değiştirince rüzgaraltı diye bağladığım halatın bağlı olduğu kök beni tedirgin etti sabaha kadar. Ama demirimiz ve diğer halatımızın bağlandığı kaya sağlam idi.
Sekizde uyandık. Hemen deniz. Güzel bir kahvaltı. Kocabahçe-Bozukkale 15 mil. Planlanan hareket saatimiz 12.00. Bugün birazcık tembellik yapma hakkımız var.
Kocabahçe'de yeni bir gün
Bu sabah herkes mutlu. Güzel bir koyda daha geceledik. Keyifli bir akşam oldu. Sabah kahvaltımız da keyifli, deniz güzel. Tatilimiz bitiyor, tekneyi teslim etmeye çok az kaldı ama herkes mutlu.



Bir Dirsek Bükü borcumuz var Ahmet'e. Hemen oraya da girip kısa bir tur atıyor koy içinde sonra da koyun tam ortasında motoru kapatıp bir deniz molası veriyoruz kısacık.
Dirsek'ten çıkar çıkmaz yelkenleri açıyoruz. Bozukkale'ye kadar yelkenle gidebiliriz artık. Yeşilova körfezi'ni iskele bordamızda bırakırken zaman zaman rüzgarın açısı bizi körfez içine itiyor. Bir ara motor yelken rotamıza dönüyoruz. Kızılburunu döndüğümüzde rüzgarı artık sancak bordadan almaya başlıyoruz ve keyifli bir apaz seyri ile Hisarönü Körfezi'ni de arkamızda bırakmaya başlıyoruz.
Önce Mersin Burnu, sonra da Alaburun'u dönünce geldik işte. Çatal Adalar hemen orada. Saat henüz dört bile olmadı. Biraz açığa doğru yelken yapıp sonra pupa yelken Bozukkale'ye geri dönüyoruz. Sonra da yelkenleri indirip motorla Bozukkale koyuna giriyoruz. Bir dahaki sefere yelkenle gireceğim buraya.
Ali Baba restorandan el ediyorlar. Ben de iskele değil tonoz istediğimi bağırarak anlatınca Can, motora atlayıp geliveriyor hemen. Tonoza bağlıyor bizi. Koltuk halatımızı bağlaması ise biraz zaman alıyor. Zira rüzgar itiyor teknenin kıçını, halat kısa kalıyor. Biraz müdahele etmem gerekiyor. Tonozun üzerine gidip tornistanla kıçımızı rüzgara verince halatın boyu yetişiyor. İkidir bu tonozda kalıyorum. İskelede kalmaktan daha keyifli. (36.33.60N;28.01.43E)
Deniz de muhteşem. Birazcık serin.
Bozukkale
Çok geçe kalmadan, ama bira ve cin toniklerimizi içmeye de yeterince zaman bırakmayı ihmal etmeden, Ahmet'i de yukarıdaki manzaranın muhteşem olduğuna, çok güzel fotoğraflar çekebileceğine ikna ederek kaleye çıkmaya başlıyoruz. Kaleye çıkarken de, son noktaya ulaştığımız anda da manzara o kadar güzel ki. İçeriye koya bakınca, koyun manzarası, dışarıya baksan Rodos'a kadar açık deniz, geride güneşin batarken oluşturduğu renkler, hepsi muhteşem.
Güneş batarken yavaştan aşağıya inmeye başlıyoruz.
Bozukkale'de gün batımı
Masamıza oturup rakımızı, mezeleri, kalamar ve ahtapot ızgara ile hemen sonrasında çiftlik levrekleri sipariş veriyoruz. Bu gece son gecemiz.
Bozukkale'de Ali Baba Restoran
Botun jiklesi elimde kalıyor. Ama yine de çalışıyor motor. Alın feneri ile yolumuzu aydınlatıp iki turda yolcularımı sağ salim tekneye ulaştırıyorum. Sonrasında hemen yatağa seriliş ve sızış.

14 Eylül 2012, Cuma
Sabah yedide koltuk halatını botla gidip çözüyorum. Motor çalıştırıp tonozu da bıraktıktan sonra "Hoşçakal, Bozukkale". Kahvaltı, Arap Adası'nda. Gelirken girmek kısmet olmamıştı.
Bozukkale-Arap Adası 10 mil. Arap Adası- Marmaris ise 18 mil. Kadırga'da durursak eğer Arap-Kadırga arası 8 mil.


Bir buçuk saat sonra Arap Adası'ndayız. Girişte sancağımızda iki gulet, bir tane de yelkenli var. Gecelemişler burada. Rüzgara dönüp demir bırakıyoruz. Alargada kalmak önce niyetim ama sonra rüzgarı sancak bordamıza alıp koltuk halatı ile kıyıya bağlanmaya karar veriyorum.
Bir ara demiri atan Suat sesleniyor "Benim gördüğümü, siz de görüyor musunuz?". Görmüşler bizimkiler. İskelemizde kalan guletlerden birindeki hanımefendinin üstünde de altında da mayo yok. Kızılderililerin duman çıkarmak için yaptıkları hareketler benzer bir şekilde havlusunu bir serip bir  havaya kaldıran bu hanımefendi sanırım bizler yaşımızda ve bizlerden iki kişinin ağırlığında. O nedenle ilgimizi pek çekmiyor. Ancak sonra teknedeki erkeklerin de üstsüz ve altsız olduğunu görünce biraz daha kıyıya yaklaşıp onlardan uzaklaşmayı tercih ediyorum. Onlar da zaten hemen gitmek üzere demir almaya başlıyorlar. Önce biri gidiyor, sonra da öteki. Dün gece bu ıssız ama açık denize bakan koyda kalmayı tercih etmişler. Saat 09.30.
Kahvaltımız zengin, deniz ise çok keyifli. Hareket saatimiz 12.oo olacak.
12.00'den yarım saat önce ayrılıyoruz buradan. İster istemez, Marmaris'e daha bir sokulma güdüsü baskın geliyor erkenden.
Suat'ın balık tutası geliyor yeniden. Oltayı Bozburun'da almıştı Ahmet. İlk kez, bindiğim bir yelkenli teknede balık geliyor oltaya. Bir palamut. Balığın oltadan çıkarılması, denize geri bırakmak yerine torbaya atılması, sonra da çiğ balık şeklinde yenilecek olması planlarının dışında kalmaya özen gösteriyorum "ben, o balığı yemem".

13.00'de Kadırga Koyu'ndayız. Öğle yemeğinde konservelerimiz, palamut şaşimi (tadına bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum, çok güzel olmuş) ve meyve var.
İstemeye istemeye demiri alıp Marmaris'e doğru hareket ediyoruz. Limana biraz erken girersek mazot için daha az bekleriz diye hayallerimiz var. Geçen hafta iki saate yakın bekledim gibi gelmişti bana.

Bu sefer de bir saat bekliyoruz. 188 TL'lık mazot yakmışız.
16.25'te tornistanda kıçın kıçın iki tekne arasına, kendimi pek bir beğenerek girip bağlandığımızda saat 16.30. Pontonda'da Burçin Hanım, elinde bu kez şampanya yok.
Sonra duş, Levent Sönmez ve Tansel Sönmez çifti ile İstanbul'da buluşamayıp Marmaris'te bir araya gelmeyi başarış, bir akşam yemeği, ardından taksiye biniş, bir saatlik yolu hatırlamayış, havaalanında güvenlik ile "hayır çantamda makas falan yok" diye tartışıp sonra acil çantamın içinde çıkan makastan hiç utanmayış, makası güvenlik görevlisine teklif ediş, "siz doktor musunuz?" sorusuna "evet" cevabı veriş, makası ve pensi tekrar çantaya koyuş, bir saat kadar kahve, muhabbet ve sonra uçağa biniş ve ver elini İstanbul.
Onur Can'ın bizi eve getirmesi ve sonrasında yatağa uzanış saat 02.30.

Çok keyifli bir hafta sundunuz bize sevgili Suat, Ümit ağabey, Banu ve Ahmet. İyi ki varsınız.