Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

27 Ağustos 2009 Perşembe

VALLA KANYONU

KÜRE DAĞLARI GEZİMİZ

Üst üste 2 yıl, Macahel dağlarını (Artvin) gezip, Macahel vadisinin ne olduğunu ancak anlayıp, “ben buraları çözdüm, bir daha gelmem” diye tutturunca, olağan traking ekibimiz, daha önce Daday at çiftliğini (Kastamonu) öve öve bitiremememden de kaynaklanıyor olsa gerek, Kastamonu-Küre dağlarına tırmanmaya karar vermişti. Kaprisim ve muhalefetim yeterli olmayınca, oflaya puflaya organizasyona dahil olmak zorunda kaldım. “Eş durumuna binayen” diye tanımlıyorum durumumu, keyif aldığımı kimseye çaktırmamaya gayret ederek. Ama eşimle tartışırken baktım ki hissetmiş bu keyfimi.
Tema vakfının düzenlemekte olduğu rutin geziler arasında olmamasına karşın talebimiz üzerine oluşturulan bir parkura gidiyoruz bu sene. Rehberimiz, olmazsa olmaz, Yunus. Üstelik bu sene, 9 yıllık uzun bir eğitimin ardından İ.Ü. Orman mühendisliği fakültesinden de mezun olmuş durumda. Dağlara, ormanlara gidiyoruz, yanımızda bir orman mühendisi rehber ile. Daha ne isteriz.
Sabiha Gökçen’e uçup, İstanbul’dan katılacak arkadaşlarla buluşup, Yunus’un getireceği minibüs ile yola koyulacağız. Hiç problem çıkmıyor. Planlandığı gibi oluyor. Adana gurubu bu kez, 8 kişi. İstanbul’dan katılan Banu ve Çağrı, zaten grubumuzun vazgeçilmez elemanları. Özlemişiz onları, öpüşüp koklaşıyoruz. Üçüncü İstanbullu ise bir müzisyen ve iç mimar: Yusuf. Adana Senfoni’nin eski sanatçılarından. Onu da içselleştiriyoruz hemen. Zaten bizim çete başının, Erk’in eski arkadaşı. Ortak başka tanıdıklarımız da var. Hemen kabulleniyoruz Yusuf’u.



İlk iki yıldan önemli bir farklılık, minibüsümüzün, dağ tepe, hoyratça kullanılabilen Ford minibüsler yerine, narin ama heybetli, hep okul taşıtı olarak gördüğümüz uzun, bembeyaz bir Mercedes minibüs olması. 11 kişiyiz. İki de rehberimiz var: Yunus ve yeğeni, Cem. Cemal kaptan ile beraber toplam 14 kişiyiz. Minibüsümüzün toplam 14 koltuğu var, bir de kliması.
30 Haziran 2007, cumartesi günü, saat 11.00 gibi havaalanından ayrılıyoruz. Sıcak sohbetler, eski anılar hemen minibüsün içini dolduruyor. Yunus’tan gezi ve rota hakkında bilgi alıyoruz. Macahel’de dağ tepe demeden yürüyen, günde ortalama 8 saat yürümezse mutlu olmayan, ciddi tırmanış ve inişler olmadığında yürüdüğünü hissetmeyen ekip için Yunus’un anlattıklarından algılanan, bu gezinin biraz hafif kalacağı. Bazı rotalarda ve yerel rehber desteğinde soru işaretleri var ama, çadırlarımız arabanın arkasında. Nerede akşam, orada sabah. Artık deneyimli (!) dağcılarız biz.
Acıkıyoruz hemen. İstikamet Abant. Berceste’ye girmemiz gerekiyor. Otobandakini kaçırıyoruz. Otobandan eski yola çıkıp bir başka Berceste’ye giriyoruz ve dendiği kadar olduğunu görüyoruz. Her şey var burada. Yürüyüş için kuruyemiş ihtiyacını, fazlasıyla buradan temin ediyoruz: dut, badem, kayısı pestili, fındık, yaban mersini, kayısı çekirdeği, ceviz, kuru üzüm, kuru erik vs.
Abant’a girdiğimizde hava hafif yağışlı. Kısa yürüyüş planımızı erteleyip açık havada, ağaçlardan oluşan doğal şemsiyenin altında güzel bir lokantaya oturup tarhana çorbası, alabalık ve et ile karnımızı doyurup üzerine birer kahve içerek yeniden yola koyuluyoruz.
İstikamet Karabük ve Safranbolu. Öğleden sonra Karabük içinden geçip Safranbolu’ya ulaştığımızda eksik kalanları (sandalet vb) tamamlayıp ve kırmızı şaraplarımızı (indirimli Angora şaraplarından 24 tane) aldıktan sonra ilk akşamımızı geçireceğimiz Paşa Konağı’na yöneliyoruz.
Paşa konağı, WWF Türkiye / Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından, Pınarbaşı Kaymakamlığı ve Kastamonu Valiliği'nin işbirliği ile tarihi ve kültürel mirasımızı korumak amacıyla 2001 yılında restore edilmiş ve bölgedeki eko - turizmi canlandırmak amacıyla 2002 yılında Pınarbaşı Eko - Turizm Merkezi haline getirilmiş. Geleneksel mimariye sahip iki katlı tarihi konak 8 odada 30 kişinin konaklamasına olanak vermekte. Hava kararmadan hemen önce ulaştığımız konakta bize üç oda ayrılmış. Beş kız arkadaşımız bir odaya, 3 horlayan erkek arkadaşımız bir odaya, geri kalan horlamadığını sandığımız iki arkadaşla birlikte ben de bir odaya yerleşiyoruz. Yemekte alabalık var. Bira eşliğinde balıkları güzelce götürüp tavla partisine başlıyoruz. Pul seslerinden bunalan arkadaşlar önce kendileri kaçıyorlar, sonrasında bizi de üst kata, balkona davet ediyorlar. Orada da bunaltmaya devam ederken bir anda ışıklar kapanıyor ve mum ışıkları eşliğinde bir doğum günü pastası aydınlatıyor balkonun karanlığını. Serdar’ın (Özbarlas) doğum günüymüş. Özel bir pasta. Banu (Gürel) yapmış. Bozulmasın diye doğum gününden 3 gün önce çıkarmış pastayı. Ama iyi ki de öyle yapmış. Pasta hem keyifli bir görünüme sahip, hem de inanılmaz bir lezzete.

Çay ve pastanın ardından yol yorgunluğuna yenik düşen çoğumuz yatağı boyluyor, horlamaz sandığımız arkadaşların horultularını duymamaya çalışarak uykuya dalmak üzere.




2. Gün
Ertesi sabah, güzel bir kahvaltının ardından Pınarbaşı’na uğrayıp son yolluklar alınıyor ve yola koyuluyoruz. İlk yürüyüş parkurumuz Valla kanyonunu yukarıdan göreceğimiz tepeye tırmanış ve sonrasında Kanlıçay.
Valla kanyonuna tepeden bakmamız pek zamanımızı almıyor. Gerçekten etkileyici ama, 2 gün sonra daha iyi anlayacağız ne olduğunu. Minibüse geri dönüp, Kanlıçay’a ineceğimiz parkurun başına gidiyoruz. Uzun sürmeyen bir inişin ardından Kanlıçay’a ulaşıyoruz.
Kanlıçay, Devrekani çayı ile birleşerek Valla kanyonunu oluşturuyor. Valla kanyonu, Pınarbaşı’nın 26 km kuzeyindeki Muratbaşı köyü yakınlarında başlıyor ve kuzeydeki Cide’ye doğru 10 km uzanıyor. 800-120 m yüksekliğinde kayalık uçurumlardan oluşuyor. Kanyonun içi profesyonel gruplar tarafından ve uygun ekipman olmadan geçilemiyor. Biz Kanlıçay’a bir girip çıkacağız. Mayosu yanında olanlar hemen suya atlıyorlar. Beklediğimizin aksine su ılık. Kah taşlı zemin üzerinde suda yürüyerek, kah boyu geçen suda yüzerek bayağı içerilere doğru giriyoruz. Oluşan doğal jakuzilerde keyif yapıyoruz. İçeri girişimiz kütüklerin yolu tıkadığı noktaya kadar sürüyor ve buradan geri dönüyoruz. Yüzümüzdeki mutluluk ifadesi, mayosu yanında olmayanlar tarafından sessizce kıskanılıyor. Kısa bir dinlenme ve yeniden tırmanışla minibüsümüze ulaşıyoruz.

Minibüs, akşam çadır kuracağımız, Ilıca şelalesine yakın bir tesise doğru giderken hafiften kestirmeler, hafif sohbetler. Geldiğimiz tesis (Park Ilıca), öyle böyle değil. Benim için lüks otel. Ağaçtan yapılmış çok hoş ve tertemiz bungalovlar. Geniş bir çayır alan, çitlerle çevrelenmiş, ayı korkusu olmadan yatabileceğiz. Bungalovlar o kadar cazip ki çadır kurma arzumuz bir anda kayboluyor, en azından benimki. Duş ve tuvalet, tertemiz yataklar, daha ne isterim ki dağ başında. Öğle yemeğinin atıştırılmasından sonra Ilıca şelalesi ziyareti var sırada.



Ilıca Köyü sınırları içindeki Ilıca Şelalesi'nde su 15 metre yüksekten dökülüp doğal bir havuz oluşturuyor. Su, Kanlıçay’a göre oldukça bulanık. Şelalenin en önemli özelliği, havuzun çok sayıda ağaç ve bitki ile çevrili olması ve yüzmek için plajı andıran minicik bir kumsalının bulunması. Ama biz kayalardan suya girmeyi tercih ediyoruz. Suyun soğukluğu, bizi bir anda ürpertiyor ancak, Macahel’deki buzul göllerine kıyasla çok sıcak. Şelaleye kadar yüzüyoruz, şelalenin altına girme cesareti gösteren bir tek Çağrı var. Biz güvenli bir seyir sonrasında, kıyıda kalanlardan birinin yerlerde yuvarlandığını gözlemleyip, şükredip kıyıya o minicik sahilden çıkıyoruz. Sırada köy kahvesinde çay var. Maalesef düş-se ile gelen mars ve 5-3’lük bir mağlubiyet de.
Akşamüstü sohbetlerinin ardından havanın kararması ile birlikte Ahmet amcanın hazırladığı yerel yemekler masada: ıspırt otu, taze fasulye, salatalar, bazılarımızın ısrarı üzerine köfteler, ayran ve zulaladığımız kırmızı şaraplar. Ay, GPS’imize göre 10.30 gibi doğacak. Ama bu konuda tecrübeliyiz. Serdar’ın Garmin’i 10.30 diyorsa bu, ufuk çizgisinin görüldüğü yer için geçerli. Dağların ardından yükselmesi 2 saat daha alacak, bu gece ayı göremeden yatacağız, en azından ben. Gitarın telleri ısınsın diye söylenen birkaç parça sonrası saat 24 olmadan tuş.

3. Gün


Sabah erkenden kalkış, sabah sporunun ardından ballı, kaymaklı bir kahvaltı.



Bugünkü istikamet Küre dağları Milli Parkı. Önce bir köye gidip Kör Ali ile buluşacağız. Kör Ali, Kastamonu Küre dağlarının sahibi. Yıllarca mağarada yaşamışlığı, mahpus hayatı var. Küre dağları ondan soruluyor. İlk gittiğimiz köyde bulamıyoruz kendisini. Evine gittiğimizde bizi iki adet Nova araba, bir üstü açık volkswagen ve Müslüm Gürses’in tek yumurta ikizi Kör Ali bekliyor.





Serdar’ın hoşsohbeti, Kör Ali’nin muhabbeti ile birleşince biz minibüsle, Serdar ise Kör Ali’nin arabası ile ayrılıyoruz oradan. Kamp kuracağımız Top Meydanı’na geliyoruz. Yemyeşil çam ağaçlarının ve dağların dibinde çok büyük olmayan bir alan. Suyumuz da var, her ne kadar ayıların yakınlardaki tek içme suyu olduğunu öğrensek de. Eşyalar minibüsten indirilirken bizler kıpır kıpır, ilk ciddi yürüyüşümüzün heyecanı içindeyiz. Bir telaş çadırlar kuruluyor, bu çadırı kendimiz parayla aldık, o nedenle daha bir itina gösteriyoruz.


Sırt çantaları ve sular kontrol ediliyor. Kör Ali ayrılıyor bizlerden, yanımıza yerel rehber bırakarak. Yola koyuluyoruz. Ben hariç, henüz hazır değilim. Beni bekleyen üç dört kişi ile birlikte kamp alanından ayrılır ayrılmaz kayboluyoruz. Öndeki ekip yok. Bekliyoruz, nasılsa gelirler diye. Gerçekten kısa bir süre sonra Yunus gelip bizi alıyor ve neşeli yürüyüşümüz başlıyor. İlk yılanımızı görüyoruz, bizden kaçan, siyah minnacık bir şey.




Milli Park, Batı Karadeniz’de Küre Dağları üzerinde yer almakta. Bütünüyle bir Plato karakteri taşıyan park alanı, doğu-batı doğrultusunda uzanmakta. Milli park ve yakın çevresi Batı karadeniz karst (Aşınıma karşı dirençsiz, kolay eriyebilen kayalardan oluşan araziler)kuşağı içinde yer alıyor. Karstik yapının ilginç örnekleri arasında kanyonlar, boğazlar, mağaralar ve düdenler bulunuyor.







Milli Park 2000 yılında haziran ayında ayrılmış ve ilan edilmiş. Küre Dağları Milli Parkı, Kastamonu ilinin kuzey batı bölümünde genel olarak Cide, Azdavay, Pınarbaşı ilçeleri ile Bartın ilinin Doğu bölümü arasında kalan bölgeyi kapsamakta. Toplam 37000 hektarlık bir alanı kaplayan parka en yakın yerleşim merkezleri, Pınarbaşı, Azdavay, Cide, Arıt, Ulus, Amasra ve Kurucaşile.





Dağların yeşilliği bizi gerçekten büyülüyor. Bugünkü hedeflerimiz, Mantar mağarası, Ilgarini mağarası ve Ejder çukuru. Çok sıkı bir tırmanıştan sonra, yerel rehberimizin de takdirini kazanarak hızla Ejder çukuruna ulaşıyoruz. Bu çukurda bir şey yok. Bir şey olmadığını onlar da biliyorlar, cazibesini arttırmak için adını Ejder çukuru koyduklarını itiraf ediyorlar. Kısa bir süre sonra Mantar mağarasındayız. Çok narin sarkıt ve dikitlerden oluşan ufak bir mağara.





İçine giriyoruz zarar vermemeye çalışarak. Mağara keşfimiz kısa sürüyor. Dünyanın sayılı büyük mağaralarından olan Ilgarini mağarasını merak ediyor ve yola koyuluyoruz.





Ama artık yorulduk. Antremansız kalmışız. Ancak doğa o kadar güzel ki, beş dakikalık bir dinlenme bile bize yetiyor.













Ilgarini mağarasına geliyoruz nihayet.







Kuru kıyafetler giyip polarlarımızı da yanımıza alıp, alın fenerlerimizi de taktıktan sonra Yunus, öğle yemeğini hazırlamak üzere kalırken biz hafif bir endişe ama çokça merak ile mağaranın karanlıklarına dalıyoruz yerel rehberimizle birlikte.









Pınarbaşı ilçesi sınırları içerisindeki Ilgarini mağarası dünyanın 4. büyüklükteki mağarası. Denizden yüksekliği 1250 m. Bu yazıyı hazırlarken internetten (http://www.pinarbasim.com/yore.html) aldığım bilgilere göre mağara 3. ve 4. zamanda 160-220 milyon yılda oluşmuş. Ilgarini mağarasının uzunluğu 858 m., derinliği ise 250 m. Mağara içerisindeki mevcut sarkıt ve dikitler bir milyon yıllık. Mağaranın içerisindeki kalıntı ve buluntulardan mağaranın hem yerleşim alanı, hem de dini mekan olarak kullanıldığı, yapı tekniği, malzeme özelliği ve yapı şekilleriyle genç Roma ve erken Bizans devrine ait olduğu anlaşılmaktaymış. Mağara içine girildiğinde hemen giriş bölümündeki yapı kalıntılarından bu kısmın iskan yeri olarak kullanıldığı, mağaranın girişten itibaren iki kola ayrıldığı görülmekte, bir bölümde sarkıt ve dikitler bulunmakta. Diğer bölümde ise eğimli bir yoldan zigzag çizilerek kenarları kuru taş duvarlarla üçgen şeklinde örülmüş istinad duvarları ile çevrili 1 metre genişliğindeki 33 kavisten oluşan yolla yaklaşık 100 metre gidilerek ikinci bir düzlük alana inilmekte. Bu düzlüğün sonunda istikametleri doğu-batı doğrultusunda uzanan kaya içinde iki katlı olarak oyulmuş ve içerleri sıvanmış, mağara zemininden sonra çatma dam şeklinde ardıç ağaçlarından yapılmış kat ile içindeki ardıç ağacından yapılmış lahitler bulunmakta. Ancak lahitler açılarak dağıtılmış ve etrafta iskelet parçaları görülüyor. Yine bu alanda mezarların önündeki düz alanda bir klise şapeli bulunmakta. Doğu girişi yıkılmış. Duvarları 2,5 metre yüksekliğinde olup çamur harçla örülmüş. Bu lahite inen zigzaglı yol kenarındaki adak mumlarının anlamı şimdi anlaşılıyor.
Rehberimiz fenerlerimizi bir süreliğine kapatmamızı istiyor. Kapatıyoruz ve susuyoruz. İnanılmaz bir sessizlik ve tanımlanamaz bir karanlık. Bu deneyim öyle ilginç ki bir kez daha yaşamak istiyoruz. Yeniden fenerlerimizi kapatıp bir süreliğine bekliyoruz. Daha sonra daracık bir girişi merak ediyoruz. Kemikler var orada da ve içeri doğru daralarak gidiyor. Tırsıyoruz ve geri çıkıyoruz.
Çıkışta yemeklerimiz hazır. Biraz geciktik, saat beşe yaklaşıyor. Yemeğin ardından sıkı bir inişle önce bir köye oradan da kamp alanımıza iniyoruz.


Biz dinlenme telaşındayken rehberlerimiz akşam yemeğimizi hazırlıyor. Şaraplar ve yemeğimize Erk’in yaktığı kocaman bir kamp ateşi eşlik ediyor. Macahel’den farklı olarak burada odun sıkıntısı yok, her yer kuru, yerlerde üst üste birikmiş ağaç dalları ile dolu.





Akşam yemeğini şarap eşliğinde tükettikten sonra sohbetimize ay çekirdeği eşlik ediyor. Bu gece de dağların arasındayız, ay doğmadan yatıyoruz yine, en azından bazılarımız. Geç uyuyanlar, ayıları korkutacak büyüklükteki ateşimizi mümkün olduğunca sürdürmek üzere nöbeti devralıyorlar.

4. Gün

Ertesi sabah, yerel rehber eşliğinde Valla kanyonu’na yukarıdan bakacağız, zirve yapacağız. Uzun bir yürüyüş ve dik tırmanışlar sonrasında Valla kanyonu’nu bu kez başka bir tepeden, bütün haşmetiyle görüyoruz. Öylesine derin ve büyük ki, bakarken içine doğru çekiyor bizleri.


Bir yanımızda Valla kanyonu, öbür yanımızda Küre dağları. Sandviçlerimizi yiyoruz, biraz dinleniyoruz. Telefonu çekenler sevdiklerini arıyor.





Bir miktar dinlenip aynı dik yokuşu bu kez inmeye başlıyoruz. Ben bu sene daha az mızmızlık ediyorum. Daha dinginim, artık tecrübeli dağcı oldum (!). Yüzümde bile belli bir huzur ifadesi var.









İki saate yaklaşan bir iniş sonrasında Kayadibi Köyü’ne ulaşıyoruz. Kör Ali bizi karşılıyor, kamyoneti ile kamp alanımıza götürüyor. Kampa yaklaşırken arkadakiler kamyoneti durduruyor. Biraz daha yürümek istiyorlarmış, “Bunlar problemli” diyor Kör Ali.













Akşam, söylemesi ayıp, dünden ayarlamış olduğumuz kuzu çevrilmiş, nar gibi kızarmış, ateşin üzerinde bizi bekliyor. Şarap eşliğinde vejetaryen arkadaşların gözüne baka baka yiyoruz, yemeye çalışıyoruz. Biraz sert çünkü. Kör Ali de, bir yandan maceralarını ve ayı yağının nimetlerini, diğer yandan ihraç edeceği güzellik çamuru projelerini paylaşıyor bizimle, zaman zaman İstanbul’dan gelen avukat arkadaşımızın takılmalarına pas vermeden, ama içten içe kızarak. Kuzuyu bitirmemiz mümkün olmuyor. Ayılara yem olmamak için geri kalanını Kör Ali’ye veriyoruz, köye götürmesi için. Kör Ali ayrılmadan önce rehberimize bir kurusıkı tabanca bırakıyor, ayılara karşı. Nispeten hava soğuk ama ateş üşümemize izin vermiyor. Bugün bayağı yorulduk, yine ayın doğuşunu göremeden yatıyoruz. Ayı korkusuyla gece yarısı defalarca uyanıyorum. Ama tek duyduğum, gecenin sessizliği ve horultular. Yok, bu horultular ayılardan gelmiyor.


5. Gün

Ertesi gün Kör Ali, bizi kısa yoldan Valla kanyonuna götüreceğini söylüyor. Köy’den geçerken Kör Ali’yi bekletiyor Hakim bey, bilirkişilik görevini yerine getirmesi için. Bir saat beklemek anlamına geliyor bu bizim için. İlk davet edenin evine çıkıyoruz. İyi ki de çıkıyoruz. Muhteşem bir manzara, keyifli kahveler, dalından yeni toplanmış kirazlar ile ağırlanıyoruz. Ev sahibimiz arıcılık yapıyor. Macahel gezilerimiz nedeniyle arıcılık konusunda hayli bilgi sahibiyiz. Evsahibimizden de yeni bilgiler öğreniyoruz. Bir saat sonrasında kendisine teşekkür ederek ayrılıyoruz.
Gerçekten minibüsle kısa bir yolculuktan sonra bir kez daha Kanlıçay’a geliyoruz. Burada önce bir çamur kürü bekliyor bizleri. Kör Ali’nin madenini keşfediyoruz hep birlikte.


Suya gireceğimiz yere kısa bir sürede ulaşıyoruz. Bu kez herkes mayolu. Daha önce keyfini almış olmanın mağrurluğu ile daha önce girmemiş olanlara mihmandarlık yapıyoruz. Bugün suyun rengi biraz bulanık. Kör Ali’de can yeleği. Önden gidenler çabucak ulaşıyor kütüklerin yolu kapattığı noktaya. Bu kez kütüklerin üzerine çıkıp öbür taraftaki nispeten derin suya atlıyor bazılarımız. Suda bir tatlı su yılanı görüyoruz. Kör Ali heyecanlı, “ o, kaya yılanı” diyor. Yılanın başı suyun üstünde, sudaki Çağrı’ya doğru gidiyor. Ama Çağrı yiğit, suyu ittirerek yılanın saldırılarını püskürtüyor. Kör Ali ise sopa ile vurun diyor ama kendisi henüz suya girememiş. Bir miktar da telaşlı. Biz kütüklerin üzerinde daracık bir alanda birkaç kişi olayı seyrediyoruz, suya girme ve daha ileri gitme isteğimiz tükenmiş. Esma karşı tarafta, ben burada. Olayı seyrediyoruz. Yılan bir kenarda bekliyor. Birkaç kişi bize doğru yüzüp geri dönmeye karar veriyorlar. Kütüklerin üzerinde bekleyen bizler bir yılan daha görüyoruz, biraz evvel sırtımızı yasladığımız duvarda, suya atlayan herkesin salladığı dalların bizim tarafımızda duran kısmının arkasında. Ölü yılan Allah’tan, kurumuş. Bir kişiyi yukarı alıyoruz. Esma’yı ölü yılanın varlığı ile ürkütmek istemiyorum. Ellerinden tutup yukarı çekiyorum. Dengesini korumaya çalışırken yılanın olduğu taraftaki dal parçasına tutunmadan hemen önce, yılana da bir dokunuyor. Eline değen yumuşak şeyin ne olduğunu anlamak üzere baktığında yılan hareketlenip biraz daha kuytuya çekilirken Esma’nın çığlığı ile birlikte anlıyoruz ki yılan canlı. Bir kişiyi daha sudan alıp Esma ile biz kaçıyoruz olay mahallinden. Esma’nın ciddi bir yılan fobisi var. Sonradan öğreniyoruz ki bizleri ve Esma’yı affeden yılan da bir Engerek yılanı. Kör Ali’nin paniği ondanmış. Bizi uyarmadığı için içimizden teşekkür (!) ediyoruz kendisine. Koşarcasına çok kısa bir süre içinde suyu tersine geçip konaklama alanına geri dönüyoruz, ekibin arkada kalanlarını da merak ederek. Bir süre sonra onlar da geliyorlar. Kör Ali, yılanı öldürmüş. Engerek yılanı soktuğunda 2 saat içinde hastaneye yetişmenin gerekliliğinden bahsediyor bizlere, korkumuzu arttırarak. Esma yılanın kendisini sokup sokmadığını soruyor bana. Yılan o kadar yavaş hareket edip yer değiştirdi ki, emniyetteyiz. (Daha sonra internetten öğrendiğim kadarıyla Türkiye’de engerek sokmasından sonra ölen yokmuş)


Yemeğimizi yiyip biraz sakinleşip kuruduktan sonra minibüsümüze geri dönüyoruz. İstikamet, Pınarbaşı’ndan geçerek mutlaka görülmesi gereken Zümrüt köyü. Ne ile karşılaşacağımızı bilmeden, bir miktar tedirgin, Park Ilıca’nın önünden geçerken belki yarın akşam gelir burada kalırız opsiyonu ile birlikte Zümrüt köyünü aramaya başlıyoruz. Bayağı uzun bir yolculuk sonrasında önce tabelasını buluyoruz, daha sonra görmeden geçtik mi acaba telaşları içinde köyün kendisini. Gerçekten etkileyici bir köy. Kastamonu-Azdavay ilçesinin ücra orman köylerinden olan bu köy 48 haneli. Küre Dağları Ekoturizm Derneği (KED) ve yöre halkı tarafından 2004'te başlatılan eko turizm çalışmaları dahilinde hizmet veriyor. 25 kişi/gece kapasiteli bir köy evi ve köy konağı, geleneksel mimarisine uygun olarak düzenlenmiş ve köy sakinlerince pansiyon olarak işletilmekte. Bence zaman ayırıp mutlaka görülmeli.





Biz, ilkokulun bahçesinde kamp kurmaya karar veriyoruz. Tuvalet ve duş da var. Manzara muhteşem. Hemen çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz, Azdavay, Ankara ve İzmir’de ilkokullarda okuyan Dilara, Yeşim, Gönül çadırlarımızı kurmamıza yardım ediyorlar. Kıpır kıpırlar, yerlerinde duramıyorlar. Din kültürü ve ahlak öğretmeni ya da İngilizce öğretmeni olma konusunda kararsız kalmış, dünyalar güzeli, kendi deyimi ile hiperaktif Dilara’dan İngilizce öğretmeni olması konusunda söz alıyorum. “Şimdi daha çok çalışmam gerekecek” diye stres yapıyor kendine, ama biliyorum, başaracak. Gitarı eline tutuşturuyorum hepsinin birer birer. Bir temas olsun aralarında, kokusunu bir alsınlar anlamadan diye. Tellere minik parmakları ile dokunuyorlar, yüzlerinde gülümseme ile.







Akşam yemeği için köy sakinleri koşuşturuyor. Yerel kıyafetlerini de giymişler bizim için. Hemen bir ateş yakılıyor, yufka ekmekler, gözlemeler pişiriliyor. Afiyetle yiyoruz. Gitar var, sessiz film var, şarap var. Ay bu gece muhteşem doğuyor, turuncu-kırmızı. Bir süre onu seyrediyoruz. Sonra bazılarımız gece yarısını görmeden çadırdayız.


6. Gün

Ertesi gün, Ardıç yazısı yaylasına yürüyeceğiz. Sabah kahvaltısı, köy sakinlerinin desteği ile hazırlanacak. Ancak köyde yangın çıktığını öğreniyoruz. Turistik amaçlı inşa edilmiş evlerden birisi kısa süre içinde yanıyor. Tüm köy sakinleri ile birlikte bizim de içimiz cız ediyor. En büyük tesellimiz, yangının yayılmaması.
Kahvaltının ardından yaylaya doğru yola çıkıyoruz, yerel rehberimiz Zühtü ve 70 küsur yaşındaki babası ile birlikte. Bu bir keyif yürüyüşü, zor yürüyüşleri geride bıraktık artık. Acele etmeden, tadını çıkara çıkara, yata kalka yürüyoruz. Özgürce dolaşan köyün atları ile, uçuşan kelebeklerle karşılaşıyoruz. Atlar, kışın kar yağınca dönerlermiş köye. Dağlara ve vadiye bakan bir su başında öğle yemeğimizi yiyip, çayıra uzanıp uyuyoruz. Daha sonra da ver elini Zümrüt köyü.



Önce duş, ardından biraz gitar, bir miktar peynir-ceviz eşliğinde şarap, akşamı ediveriyoruz. Akşam, yine yöre yemekleri (mantarlı ekmek vb.) ile zenginleştirilmiş soframızda keyifli bir sohbet ve rakı-şarap var. Bir ben yemiyorum mantarlı ekmeği, ne olur ne olmaz. Muhabbet uzun, hava bu kez rüzgarlı. Sıkı sıkı giyiniyoruz, bir süre yufka ekmek yapılan kapalı alana sığınıyoruz. Sonra hava yeniden yumuşuyor, çıkıyoruz. Bu gece son kamp gecemiz. Yere uzanıp yıldızları seyrediyoruz bir süre, uykusu gelenler çadırlarına çekiliyor. Sabah kalkış saati 06.30 olarak belirlendi. Yol uzun.



7. Gün
Ertesi sabah, mantarlı ekmek yiyenler de dahil olmak üzere sabah altıda uyanıyoruz. Çadırlar toplanıyor yavaş yavaş. Sıkı bir kahvaltı sonrasında köy sakinlerine teşekkür ederek, bir gece önce birden değiştirmiş olduğumuz yeni rotamıza doğru direksiyon sallamaya başlıyoruz. Geri dönüp Safranbolu’da gece konaklayıp ertesi gün Amasra’yı görüp İstanbul’a dönmektense, köy yollarından Cide’ye inmeyi, oradan Amasra’da balıkların tadına bakmayı ve Safranbolu’da konaklamayı planladık dün gece. Böylece son gün, Safranbolu’dan doğrudan İstanbul’a hareket edebileceğiz. Cide yolunu bulmak biraz güç oluyor, ama beklediğimiz gibi nispeten kötü, stabilize yol yaklaşık 2 saatimizi alıyor. Ardından Cide’deyiz, deniz kenarında bir süre nefesleniyoruz.Keyifli bir kıyı yolundan Amasra’ya varıyoruz.



Burası Fatih Sultan Mehmet’in “Lala, lala, Çeşm-i cihan dedikleri bu mu ola?” dediği yer. Amasra o gün göz yaşları içine. Pop sanatçısı Barış Akarsu’nun cenaze töreni yeni bitmiş. Törene gelen sanatçı arkadaşları ile birlikte aynı lokantada denizin hemen yanında balığımızı yiyoruz, biraz da abartarak: hamsi, mezgit, istavrit ve palamut. Rakılar ve biralar tüketiliyor. Amasra’nın meşhur ballı, bademli dondurması ve sütlacının da tadına bakılıyor. Yarım saatlik serbest zamanımızı hediyelik alış veriş ile geçirip yola koyuluyoruz yeniden. Yol üstünde Türkiye’deki tek Roma yol anıtı olan Kuşkayası yol anıtına uğruyoruz. Roma imparatoru Germanious Cladius zamanında M.S. 41-54 yılları arasında yaptırılmış. Bu anıt, kayalara oyulmuş bir Kral heykeli ve Roma Hakimiyet Kartalı ile birlikte bir kitabeden oluşuyor. Fotoğraflar çekip yola çıkıyoruz bir kez daha.




Yolumuz Safranbolu’da sonlanmadan önce bir Türkmen köyüne uğruyoruz. Gerçekten çok güzel, görülmesi gereken bir köy. Ziyarete açılmış eski konaklardan birini (Sipahioğlu Konağı), evsahibinin anlatımı eşliğinde geziyoruz. Gerçekten etkileyici.



Köy çamaşırhanesine de bir göz atıp köy kıraathanesinde çaylarımızı yudumluyor ve Safranbolu’ya dönüyoruz. Konaklayacağımız yer, Cinci Han. Kocaman bir han, odaları çok şirin, duş ve tuvalete (gerçeklerine) kavuştuk yeniden.
Cinci Han, yüzyıllar boyunca Çin'den Anadolu topraklarına uzanan Tarihi İpek yolu üzerinde kurulmuş irili ufaklı yüzlerce kervansaraydan biri. Safranbolu eşrafından Karabaszade Hüseyin Efendi (Cinci Hoca) tarafından 1645 yılında yaptırılmış. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, dönemin baş mimarlarından Koca Mimar Kasım Ağa tarafından yapıldığı sanılıyormuş (Alttaki fotoğrafta, sağ alt köşede görünen yapı).








Bir süre dinlendikten sonra akşam yemeğimizde kuzu tandırın tadına bakmak üzere Çevrik Köprü isimli restorana gidiyoruz şehir merkezine. Öğlen yediğimiz balıklar hala midemde, ben sadece bir çorba içiyorum. Tandıra uzaktan bakıyorum. Karabük’te psikiyatrist olarak çalışan sınıf arkadaşım Talat Bayburtluoğlu’nu daha önce haberdar etmiştim, gelip bizi alıyor Esma ile birlikte. Bir süre Şamata Cafe’nin bahçesinde yüksek volümlü türküler eşliğinde sohbet ediyoruz. Sonra yol yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp izin istiyoruz Talat ve eşi Sümbül’den. Bizi bırakıyorlar Cinci Han’a ve ertesi sabah 06.30’da uyanmak üzere yatıyoruz.


8.Gün
Sabah 07.00’de kahvaltı sonrasında odalarımızı boşaltıp Safranbolu şehir turuna başlıyoruz. Safranbolu, sahip olduğu zengin kültürel mirası korumadaki başarısı nedeniyle “Dünya Kenti” ününe kavuşmuş ve UNESCO tarafından “Dünya Miras Listesi”ne alınmış. Kentin ününü oluşturan Safranbolu Evlerinin 18.ve 19.yy. Türk hayatının geçmişini, kültürünü, ekonomisini, teknolojisini ve yaşama biçimini yansıtan mükemmel mimarlık bilgisi ile yapılmış olduğunu öğreniyoruz. Yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunuyor. Bu evlerin 800 kadarı yasal koruma altında.
Daha önce de görmüş olduğum Safranbolu, bu kez daha bir etkiliyor beni. Önce tırmanıp Hıdırlık tepesinden bir bakıyoruz Safranbolu’ya. Daha sonra müzeleştirilmiş eski Hükümet Konağı’nı ziyaret ediyoruz. Gerçekten çok başarılı bir müze olmuş. Saat kulesine de bir göz attıktan sonra Yemeniciler Arastası’ndayız (Çarşı). Bakır cezvelerde gelen kahvelerimizi fincanlara kendimiz servis edip lokum eşliğinde yudumluyoruz keyifle, çarşının kıraathanesinde. Hediyelik eşyalarımızı tamamlayıp 11.20’de buluşuyoruz meydanda ve İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz, anılarımızı arkamızda bırakarak, unutmamak ümidiyle.
Bolu’da İsmail’in yerinde yemek molası, Berceste’de alışveriş sonrasında akşam saat altı sularında Sabiha Gökçen’deyiz. Adana yolcuları İstanbul’da kalacaklardan ayrılırken, bir sene sonrasının planını Kaz Dağları üzerinde odaklayıp öpüşüp sarılarak ayrılıyoruz birbirimizden.

12 Temmuz 2007 Adana
Tayfun Güler

1 yorum:

  1. Yalova"dan sevgi ve saygılarımızla; doğa harikası yerler, gezmeye görmeye değer...

    YanıtlaSil