Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

MACAHEL DİYE BİR YER VAR

Arkadaşlar, merhaba.



20-27 Ağustos 2005 tarihlerinde Tema Vakfı’nın düzenlediği, Adana’dan 5, Mersin’den 2 ve İstanbul’dan 6 kişinin katılımı ile gittiğimiz bir tracking turu.
Fotoğrafları elime geçip yeniden yaşayınca sizler ile paylaşmadan edemeyeceğime karar verdim.
Macahel... Artvin'in ilçesi Borçka'ya bağlı, doğal güzelliklerini korumuş 6 köyden oluşan yörenin adı. Aslında 20 civarındaki köy topluluğundan oluşuyor, ancak 1920’lerde köylerin önemli bir kısmı, Gürcistan’da olmayı seçmişler. Türkiye’yi seçen köyler ise Camili-Düzenli-Efeler-Kayalar-Maral-Uğur.


El değmemiş bir bitki örtüsü ile muhteşem bir doğa parkuru, Macahel.


20 Ağustos günü Trabzon hava limanından bizleri alan minibüs ile başladı bu yolculuk. İlk durak, Borçka-Mavi Ay restaurant. Alabalık ve salatalar ile başlayan ufak bir ısınmadan sonra o günün son durağına ulaştık: Karagöl


Karagöl, yemyeşil dağların dibinde, küçük ama etkileyici bir göl. Bir sandalı var konaklama tesisinin. Fotoğraflarda göreceğiniz bu sandalı, göl yüzeyine yakın bir kesilmiş ağaç gövdesinin üzerine nasıl çıkardığımı, gemi kaptanı olarak (!) yolcularımın sükunetini ve güvenliğini kısa sürede tesis edip, kurtarma çalışmaları sırasında o ağaç gövdesi üzerinde 360o dönme çalışmaları yaparken bir anda bastıran sis ve akşam karanlığı ile 5-6 m. ilerideki kıyının ve hatta gölün kendisinin görünmez olduğunu, kürek ile kayığın altındaki kütüğü ittirmeye çalışırken küreği sandala bağlayan o ince demir çubuğu göle düşürdüğümü, sandaldaki giderek artan gerilimin başarı ile nasıl üstesinden geldiğimi, bizden umudu kesen kıyıdakilerden birisinin göle atlayıp o siste bizi zorlukla bulmaya çalıştığı anlarda benim de suyun altında ağaç gövdesini bulup, kürekle onu ittirerek sandalı kurtardığımı, tam o esnada kurtarıcımızın da bizi bulup sandala çıktığını ve yolcularımı ve sandalı kıyıya sağ salim getirdiğimi arkadaşlara anlatacağım Macahel’e ait en heyecanlı anım olduğunu düşündüğümde ne kadar yanıldığımı izleyen günlerde idrak edebilecektim.



Resim-1. Borçka - Karagöl

Güzel bir akşam yemeğinden sonra mütevazi konaklama tesisinde kamp ateşi ile ısındıktan sonra bastıran yağmur ile akşamı bu kezlik erken sonlandırıp sabah güzel bir güne uyanma beklentisi ve ilk kez deneyeceğim bu tatil biçiminin bana ait kaygıları ile uyumaya çekildik.
Ertesi gün uyandığımızda yağmakta olan yağmur, Adana’nın kısa bir süre şiddetle yağdığında sel baskınlarına neden olan yağmuruna benziyordu. Minibüsümüz gelene dek iyimserlik ile bekledik. Yağmur durmadı. İki saatlik bir gecikme ile yağmurluklarımızı giyip yola çıkmaya karar verdik. Ne kadar ıslanabilirdik ki. Deneyimliler tozluklarını çıkarıp giydiler. Bizler, battal çöp poşetlerini koli bandajları ile bantlayarak tozluğa çevirdik.



Resim-2. Atanoğlu yaylası
Minibüs bizi çıkabildiği yere kadar çıkarak Atanoğlu yaylasına bıraktı. En son inen ve arkada kalan bizler büyük bir hevesle öndekilere yetişmek üzere hızlandığımızda nefeslerimizin kesildiğini, kalbimizin yeterince kan pompalayamadığını görüp atmosferdeki oksijen ile idare etmek zorunda olduğumuzu anlayıp yaklaşık 1 dakikalık süren yürüyüşümüzden sonra mola verme ihtiyacı hissettik. Nasıl yürümemiz, tırmanmamız gerektiğini deneyimlilerden öğrenip ihtiyar nineler ritminde ve süratinde olmak üzere yürüyüşe yeniden başladık. Hedef Beyazsu yaylası. Ben bu yaylaları Adana’dan biliyorum; Tekir, Bürücek (otoban kenarındalar), Tarsus’un Çamlıyaylası, çok gittim, araba ile ama olsun, deneyimliyim… Yürürüm.



Resim-3. Atanoğlu yaylası geride kaldı

Yağmurun yeniden başlaması ile Panço denilen uzun yağmurlukların niçin bizim üstümüzdeki sıradan yağmurluklardan daha fonksiyonel olduğunu kısa sürede anladım. Muhteşem manzaralara şahit olarak ama sürekli tırmanarak uzaktaki bir hedefe varmaya çalışıyoruz. Şurası Macahel vadisi, pusulam da var, saat kayışına takılanlardan ama, oryante olamadım. Tema vakfının rehberi, İ.Ü. Orman Mühendisliğinde yıllardır okuyan genç bir arkadaş. Sürekli anlatıyor. Ancak dün de Esma’ya sordum. Hala parkurumuzu kafamda canlandırmayı başaramıyorum. Esma da..
2000-2.200 metreden sonra ağaç örtüsü yavaş yavaş kaybolurmuş. Doğru, kayboldu.
Tırmanıp da öte yakasını gördüğümüz ilk dağdan aşağı baktığımızda, bu geziden aklımda kalan en hoş sürprizlerden biri vardı karşımızda. Hayatımda ilk kez, bir gök kuşağını ondan daha yüksek bir noktada seyretme şansıydı bu. Daha da şanslıydım. Kısa bir süre sonra üst üste iki gökkuşağı oldular. Gözümüz kesse, biraz aşağı inip gökkuşağının bittiği noktaya ulaşılabilecek kadar da yakındı.

Resim-4. İkili Gökkuşağı (üstteki biraz dikkat edilirse görülebilir)
Ufak bir moladan sonra daracık bir patikayı izleyip bir tepenin arkasına dolanmaya başladık. Bu bulutları daha önce uçak ile seyahat ederken altımda görmüştüm. Onların üstünde olmak da hoş bir duygu. Patikadan düşersek tamam bulutlar tutmaz bizi, ama tutunacak yeşillikler var hiç olmazsa.
Sürekli yürüdük. Molalarda sırt çantalarından çeşitli sürprizler çıkıyor. Çukulatalar, badem, cevizler, fındık, üzümler, krokanlı bir şeyler… Bizim de kendimize aldığımız birkaç parça kuruyemiş ve çikolatayı ilerleyen günlerde grup arkadaşlarım ile paylaşmayı düşünmeye başladım.
Hava bulutlu ve yağışlı olmasa, çok uzaklarda Karadeniz’i de görebileceğimizi söyleyen rehberimizin peşine düştük yeniden yollara, aslında çevreye değil, düşmemek için önümüzdeki yola, bastığımız taşlara baka baka.
İlk gün çok uzun bir yürüyüş sonrasında Beyazsu yaylasını uzaktan gördüğümüzde, önümüzde hala 2 saate yakın bir yol vardı. Bu yolun son kısmını yeniden şiddetli yağmur altında yürüyerek bir insanın ne kadar ıslanabileceğini de anlamış olduk. Bu yayla evlerinin, bizim yaylalardakiler ile bir benzerliği de yok.
Beyazsu yaylasında girdiğimiz köyevinin alt katı, bu tür geziler için konaklama amacıyla düzenlenmiş. İlk sürpriz, yoğun yağış nedeniyle İsrailli grubun burayı boşaltmamış olması idi. İkinci sürpriz, bizi Atanoğlu yaylasına bıraktıktan sonra geri dönüp araba yolundan 6 saatlik bir yol katedip eşyalarımızı getirecek olan minibüsün henüz gelememiş olması idi. Kıyafetlerimizi, gürül gürül yanan kuzinenin çevresine asıp deneyimliler, yedek pantolon-eşofman altlarını giyerken şanslı olan birkaç kişi de ev sahibi Nezaket teyzenin verdiği bir iki pantolon ile kuru kıyafetlere kavuşabildiler.
Kuzine’nin üzerinde pişen adını hatırlayamadığım ama lezzetini unutamadığım yemekler, mısır ekmeği, mutfakta daha önce pişirilmiş olanlar ile birlikte sofraya geldiğinde bütün yorgunluklar unutuldu. Eşyalarımız da bu sırada geldi. Kendi kıyafetlerimiz ile sıcacık çaylar da bir başka keyifti doğrusu..


Resim-5. Kuzinede pişen akşam yemekleri
Ardından rehberimizin liderliğindeki vampir-köylü oyunu da gecenin animasyonu olarak keyiflenmemize katkıda bulundu.
Erkekler bir köyevinde, kadınlar da yemek yenilen köyevinde iki odadaki yatakları paylaşarak uyudu. Sabah kahvaltıyı takiben vurduk yollara yeniden. Denilene göre şu gördüğümüz dağa tırmanıp gerisindeki Yıldız gölüne girip aynı dağı tekrar geri tırmanıp ardından Gorgit yaylasına yürünecekmiş. Tamam, dün 6-7 saat yürümüştük, yine yürürüz. Hava da güzel. Ciddi bir eğimde yavaş yavaş tırmandıktan sonra aynı hızla göle indik. Ben hastayım, boğazım ağrıyor, burnum akıyor. Ama sağlam olanların çoğu o güzelim Yıldız gölüne, soğuktan morarak bağıra çağıra girdiler. Aynı yolu geri döneceğimiz için kuruması amacıyla bıraktığımız sırt çantası ile uzun kollu gömlek, göle girenler çıkıp rehberimizin hazırladığı yemeği yerken basan sis ile ulaşılamaz oldu. İki kişi çantalarımıza ulaşmak üzere öne düştüğümüzde arkadan bize yetişmeye çalışan birkaç kişinin ancak sesini duyabiliyor, gittiğimiz yönün doğru olmasına dua ediyorduk. Tesadüfen o büyük kayayı gördüğümüzde “tamam”, dedim, “kaybolmadık”. Kuruması için bıraktığımız giysilerimiz ve çantalarımız eskisinden daha da ıslak bir şekilde çantamızdaki poşetlere yerleştirildi. Ekibin geri kalanının gelmesi ile birlikte yeniden yürümeye başladık.

Resim-6. Yıldız buzul gölü.
Uzunca bir yürüyüşten sonra inişe başladık. Bitki örtüsü değişti, muhteşem çiçekler ve yeşillikler arasından yürüyüp ormana yeniden girdik.
Bir uzunca yürüyüşümüz daha oldu, böğürtlenler, ayı üzümleri yiyerek Gorgit yaylasına yaklaştık. Uzaktan görünen evlerin yakınlarında bir yere çadırlarımız kurulmaya başlanmış. Çadırların evlerin yakınında olmasının getirdiği bir rahatlık, güven hissi, kaygılarımın birazını azalttı.


Resim-7. Gorgit yaylasına iniş
Yine güzel bir kamp ateşi, sıcacık çorba ve yemeklerin ardından içilen şaraplar. Gökyüzündeki, benim mavi yolculuklardan alışık olduğum yıldız ve Samanyolu şöleni. Swift-Tuttle Kuyrukluyıldızı'nın meteor yağmurunun da son günleri, gözlerim gökyüzünde. Ay da muhteşem doğacak biliyorum, ama yorgunluğa yenik düşüp çadıra girdim, uyku tulumuna da. Bir ara bir şarhoş, çadırın kenarını azıcık ezerek geçti, hatırlıyorum. Çadırın üstünden geçtiklerinde değil ama ileriki bir saatte, zaten ağzım burnum tıkanmış, kurumuş, fırlayarak uyandım. Oksijen bitmişti (!), karanlıkta çadırın fermuarını el yordamı ile telaşla buldum, biraz hava aldım. Yeniden yattım, uyudum. Oksijen bitmemişti.
Resim-8. Gorgit yaylasında kamp
Ertesi sabah mükellef bir kahvaltı ( 4 yıldızlı otel kıvamında; domates, salatalık, peynir, zeytin, reçeller, yağ, sarelle, tahin-pekmez ve ünlü Macahel balı) ardından yeniden vurduk yollara. Hedef, Çukuneti yaylası.
Ortalama 6 saatlik günlük yürüyüşlerin kaderimizin bir parçası olduğunu kabullendiğim gün. Hava sıcak, yağmuru arıyor muyuz ne. Telefonlar 3 gün süreyle çekmeyecek, kapalı zaten. Naproksen ve amoksisilin ile gündüzleri en ufak bir şikayetim yok, yürüyorum.
Resim-9. Yürüyüşten keyif aldığımız bir an..
Uzun bir yürüyüş sonrasında yeniden bir krater gölü. Bu sefer niyetliyim, gireceğim, dünden içimde kaldı. Gruptan bir Esma girebildi. Anormal soğuk. Bir doktor olarak yerel rehberimize (Ersin) sordum, “Gireyim mi?”, “Girme” dedi, “Daha kötü hasta olursun”. Mayoyu yeniden çıkarmadan önce yine muhteşem bir öğle yemeği: ton balığı, zeytinyağlı barbunya, domates, salatalık, helva… Buz gibi bir Tang meyve suyu.

Resim-10. Buz gibi bir göl daha
Doyduk, işte çıkacağımız dağ orası. 40 virajlar diyorlarmış uzaktan ne olduğunu algılayamadığımız, herhalde patika olsa gerek, o yola. Yavaş yavaş çıkıyoruz, saydım, 80 virajlara. Esma bir süredir Voltaren içiyor, dün akşam mide krampı ile uyanmıştı. Bir adet Lansor ile yeniden uyuyabilmişti. Virajların yarısında mide krampları yeniden tuttu. Yürümesi mümkün değil. Birkaç viraj daha çıktık, ama daha çıkamayacak. Düşersek anında oturmamızı söylemişlerdi. Burada düşersek (ölmeden önce) orman gülü denilen bitki örtüsünün tutunulacak kadar sağlam olduğu hatırlatıldı. Rehberimiz muhteşem bir çocuk, en altı doktor var ekipte, Talcid tabletler onun çantasından çıktı. Esma yürüyebilir hale geldi. Aşağıdan yabancı bir kişi bize yetiştiğinde oralı bir amca olduğunu gördük. Minibüs şöförümüz Tahir’in akrabası imiş. Ayakkabılarımızı beğendi, yediklerimizi beğenmedi. Burayı çıkabilmek için sıkı yemek gerekiyormuş. Fasulye yenecekmiş, tok tutarmış, sıkı giyinilecekmiş, “Hadi” dedi “adımlarıma uyun”. “Amcacığım sen yürü, bizi merak etme” dedik. Ekibin son elemanları olarak dağın tepesine çıktığımızda aşağıdaki beyazlığın kar olduğunu söylediler. İniş daha da heyecanlı, zemin yerinde duramayan taşlar ile kaplı, bazılarımız rehber ile el ele inişteler, aile bütünlüğü tehlikede mi.. Biz inişi yarılamadan yaşlı amca, inişi bitirmiş, karlı alanı geçmiş uzaklaşıyordu.
Resim-11. 40 virajlardan bir görüntü
Karların üzerinde resim çektirirken biraz aşağıda, bizi daha önce geçip, 40 virajları tırmandıktan sonra bu inişi de geçmiş olan katırların boşalttığı eşyalarımız ve rehberimizin söylenmesine yol açan bir düzensizlikte, ama biz baktığımızda bir hilal gibi dizilmiş çadırlarımız. İşte bu vadide bizden başka kimse yok. Gece ziyaretçilerimiz olmaz inşallah.



Resim-12. Kamp kuracağımız alan
Yine muhteşem bir yemek, sıcacık çorbalar, olmazsa olmaz kamp ateşimiz. Şaraplarımızı (biraz az almışız, ama Borçka’da Petrol Ofisi’nde DLC Öküzgözü, Kalecik Karası ve Cabarnet Sauvignon-Merlot şaraplarını bulmuş olmamız ne büyük bir şans oldu) içerken bu gece ay doğuşunu göreceğim diyenler yavaş yavaş çadırlarına çekiliyorlar. Dağların ortasındayız, Serdar’ın GPS cihazı, ayın kaçta doğacağını söylüyor: 20.30. Ama dün geceden öğrendik dağların yüksekliği nedeniyle yaklaşık iki saat kadar geç doğuyor ay. Ayın nereden doğacağını da öğrendik. Büyük ayı yıldız takımını buluyorsun. Cezvenin sağ kenarından aynı doğrultuda 5-6 kenar mesafe daha yukarı doğru baktığında oradaki küçük ama diğerlerinden daha parlak yıldız, Kutup Yıldızı. Kutup Yıldızı’na bakarken sağ kolunu tam yana aç, dön, elinin gösterdiği yöne bak. Aha, işte ay oradan doğacak.
Ayın doğacağı dağa doğru bakar ve boyun kaslarımızın tutulmasını önlemeye çalışırken arkamızda kalan dağların üzerine sis çökmeye başladı. Dikkatle bakınca bunun sis değil bir aydınlanma olduğunu anladık. Ayın kendisinden önce ışığının ardımızdaki dağı aydınlatması olduğunu ise bir süre sonra idrak ettik. O aydınlanma giderek dağın eteklerine indi ve ay doğmadan ben yine çadırdaydım. Uyanarak çiçek toplamaya gittiğimde saat 02.00 civarı idi ve bir bozayı ya da çiçek toplamaya çıkmış bir başka ekip arkadaşımın çiçek toplayışımı rahatlıkla görebileceği kadar pırıl pırıldı ortalık. Bozayılar bu saatlerde uyuyordur diye dua ederek süratle çiçek toplayıp çadıra döndüm. Alın fenerimi kolayca bulabileceğim bir yere koyup yeniden uyudum. Bir daha panik atağım olmadı.
Ertesi sabah istikamet Kuyruklu göl. Yine yürüyoruz. Çişkara geçidi üzerinden (bu geçitten düşüp ölmeden) geçip hatta bir kısmımız geçemeyip rehberin yardımı ile aşağıdaki sarp uçurama bakmamaya çalışarak geçip yine yüksek bir yerlere çıktık. Molalarda yine kuruyemişler, çikolatalar. Uzun bir yürüyüş sonrasında önümüzde Kötügöl. Bugün daha da iyiyim, yerel rehberimiz de yok, kesin gireceğim.


Resim-13. Çişkara geçidi
Girdim, giren çığlık atıyor. Gerçekten çok soğuk. Uyuşuyor insan, 1 dakikadan fazla suda kalabilen yok. Yedik, içtik. Teflon tavada güneş ışığında sucuk bile pişirdi rehberimiz. İspirto ocağı imiş, tavanın altına eğilip baktık. Şöyle bizim yaylalardaki mangal olayına hafiften girmiş gibi olduk.
Güneş gözlüğümü bulamıyorum, Esma da arıyor, bulamıyor. İyi ki yedek olanı ile dolaşıyordum.


Resim-14. Kötügöl
İstikamet, Kuyruklu göl. Yine uzun bir yürüyüş. Yürüyoruz, yürüyoruz, yürüyoruz.. Sohbetler artık daha koyu, ekip elemanları birbirine daha yakın. Bir yayla köyünün içinden geçiyoruz. Günler sonra ilk kez otomobil görüyoruz.
Köy arkamızda kalıyor. Yürüyoruz. Biz en arkadayız, inişteyiz, arkamızdan bir gürültü. Tamam, yaban domuzu nihayet saldırıya geçti. Dönüp bakıyorum, sakallı , genç bir adam, iki elinde de yürüyüş batonları, sanki dört ayak süratle yürüyor. Bizim ekipte de batonu olanlar var, ama işte baton böyle kullanılıyor demek ki. Adamla kısa bir konuşma sonrasında ekibinin geri döndüğünü ancak kendisinin görmek istediği birkaç yayla daha olduğu için tek başına yürüdüğünü öğreniyoruz. Adam çıkıdı çıkıdı süratle bizim ürkerek indiğimiz yokuşu inip gözden uzaklaşıyor. Yaban domuzları ve bozayılar, kalabalık ekibimizdense herhalde bu yalnız adamı tercih ederler…


Resim-15. Kuyruklugöl
Yine çadırlarımız hazır. Her akşam olduğu gibi kayak yaparken giydiğimiz kıyafetlerimizi (en azından bazılarımız bu anlamda daha hazırlıklı) bereler ve eldivenlerimizi (bazılarımız hariç) giyip ateş başındayız. Bu kez yakacağımız az, orman güllerini yakmaya çalışıyoruz. Ben bir torba dolusu kuru dal toplamıştım gelirken, onlar da iyi yanıyor. Ama bu gece ateşimiz pek başarılı değil. Eksikliği, o anda oluşturduğumuz Grup Macahel’in söylediği, aslında şarkı sözü fakiri olduğu için pek de söyleyemediği ama animasyonu kuvvetli bir şov ile kapatmaya çalışıp şaraplarımızı içtikten sonra ayın doğuşunu görmeyi bekleyemeden (ben) çadırlarımıza çekiliyoruz. Artık çadır beni korkutmuyor. Geceleri bozayıların da uyuduğundan eminim artık.
Ertesi gün Meretta yaylası üzerinden minibüsümüz ile buluşacağımız Uğur köyüne hareket ediyoruz. Yine yürüyoruz. Mecnunlar gibi yürüyoruz. Bu kez yol çok uzun, bir süre sonra yayla evlerinin arasından geçip sularımızı tazeledikten sonra 1000 m alçalacağımız orman içine giriyoruz. Burada kesin bozayı vardır. Gerçekten yemyeşil, muhteşem renklerde çiçekler. Güneşi zaman zaman göremeyeceğimiz kadar yoğun bir orman. Sürekli iniyoruz, gözümüz önümüzdeki taşlarda, artık son günler, bugüne dek düşmedik bundan sonra da düşmeyelim. İki gecedir dizlerim ağrıyor. Bu iniş daha da yük bindirecek dizlerime. Ama tenis oynarken rahat edeceğim, kondisyon olarak geri dönecek bana bu eziyet. Yürüyoruz.
Aha, işte nihayet, ayı pisliği gördük. Taze. Ayıcık yakınlarda.
Esma düşmüş, sol bacağı dizinden arkaya kıvrılmış. O dizi zaten şişti. Esma “kesin bir bağ kopardım” diyor. Ortopedist var aramızda, elastik bandajımızı sarıyoruz. Yürüyoruz, bir şey olmamış, ağrı da yok, ya da eskisi kadar. Yürüyoruz. Bir ara rehber, “burada yiyelim mi yoksa 20 dk.lık bir yol sonrasında su var, orada mı yiyelim?” diyor. Sulu alanı tercih ediyoruz. Bir buçuk saat sonra oradayız. Mükellef bir sofra daha, buz gibi Tang.
Yürüyoruz.

Bugün bu yol bitmiyor.

Resim-16. Mütemadiyen yürüyoruz.
Yürüyoruz.
Sonunda bir araba yoluna çıkıyoruz. Bu yol, bizi minibüsümüzün beklediği yere götürecek, oradan ver elini Uğur köyü ve ardından Camili köyü.


Resim-17. Macahel vadisi
Yürüyoruz, hani geldiydik.

Yürüyoruz. Olması gereken yerde minibüs yok, yürüyoruz. Karakovan balının ürediği, karakovanları görüyoruz ağaçlarda.

Yaklaşık 8 saatlik bir yürüyüşü tamamladığımızda minibüse ulaşıyoruz. Bir “Finish” ipi germişler ben sondan ikinciyim, Esma o bacağı ile koşarak atak yapıyor ve ben sonuncu bitiriyorum yürüyüşü. Bu kez minibüsün ön koltuklarına oturuyoruz Esma ile. Terfi ettik. Gruptan iki kişi eksik, birini yoldan alıyoruz. En kıdemlimiz Altuğ ağabey yok.
Nispeten uzun bir yol ile Camili köyüne, Tema vakfının yapmış olduğu muhteşem konaklama evine geliyoruz. Altuğ ağabey orada da yok. Kesin bozayı yedi onu. Eşyalarımızı indirip odalarımıza yerleşirken minibüs ve rehber Altuğ ağabeyi aramaya çıkıyor.



Resim-18. Camili köyünde Tema vakfının misafirhanesi
Akşam yemeğimiz muhteşem. Masalarda oturuyoruz, muhteşem yöresel yemekler, şarap. Çağrı’nın doğum günü bugün. Rehberimiz bizi bıraktıktan sonra yeni bir grubun çadırlarını ulaştırmak üzere bize ayrılmıştı. Ancak doğum günü pastası ve şarap, rehberimizden, Yunus’tan. Altuğ ağabeyi bulmuşlar, bize katılıyor.
Ertesi sabah yine muhteşem bir kahvaltı ve Macahel balı. Kahvaltı sonrasında balkona çıkıp demonstrasyon için kurulmuş bir bal kovanını denetliyoruz. Camdan yapılmış bu kovanda binlerce arı var. Hepsi işçi arı, ömürleri 2-3 hafta. Sadece bal yapıp kraliçe arıyı besliyorlar, arı sütü ve bal ile. Bir de 200 civarında erkek arı var. Onlar da sadece yiyorlar, bazıları ise kraliçe arının lütfu ile çiftleşme olanağı buluyorlar. Çiftleşme, kraliçe arının uçarak yükseldiği bir rakımda gerçekleşiyor. En güçlü erkek arılar herhalde bunu başarıyor. Tema vakfının konaklama evinde bir de laboratuar var. Burada safkan Kafkas kraliçe arısı üretiliyor. Bu arılar çok kıymetli. Trakya’daki arıcılara da satılıyor ve 7-8 kg.lık kovan balı üretimi 30-40 kg’a çıkıyor. Kraliçe arıların ömrü 3-4 sene. İlk iki yılı çok verimli. Bir kez çiftleştikten sonra uzun süre yumurtlayabiliyor. Eğer kraliçe arı ölürse ve arı üretici farkına varmazsa işçi arılar içlerinden birini kraliçe arı kılıyorlar. Bu arının ömrü, arı sütü ile beslenerek 2-3 haftadan 3-4 yıla çıkıyor. Bu bilgi bize arı sütü üretme ve yiyerek ölümsüz olma projesini gerçekleştirmek için ilham veriyor.
Terasa çıkıp baktığımızda karşıda görünen yemyeşil dağı, yukarıdan aşağıya ikiye bölen bir dere yatağı görünüyor. Bu çizginin sağ tarafı Gürcistan. Camili içinde bir askeri karakol var, sınırı kollayan. Karşımızdaki tepede ise sınırı kollayan sadece küçük bir sınır taşı.
Son günümüz, şelale’ye gidilecek. Minibüs ile girişe gidiliyor ve oldukça dik bir iniş ile şelaleye iniliyor. Şelale gerçekten çok güzel, ama oldukça soğuk. Girenler var, ben cesaret edemiyorum.
Kekik toplayarak geri çıkıyoruz. Kısa bir minibüs yolculuğu, içi rengarenk boyanmış bir cami gezisi, ardından Hamdi Hoca’nın inanılmaz manzaralı evinde muhteşem bir öğle yemeği.




Resim-19. Şelale
Akşam yeniden Tema vakfının konaklama evindeyiz. Yemeğin ardından, akordeon eşliğinde Artvin oyunları. Bizler de Atabarı oynamayı beceriyoruz, bazılarımız kaygan zemine yenik düşüyor, bazılarımız yorgunluğa.
Ertesi sabah minibüsümüz ve Tahir kaptanımız ile Camili’ye veda ederek Trabzon havaalanına dönüş yolculuğumuza başlıyoruz, çantalarımızda Macahel balları ile birlikte. Rize’de Rize bezi ve muhteşem bir kuru fasulye ziyafeti. Trabzon’da pide takviyesi. Birer saatlik rötarlar ile İstanbul üzerinden saat 02.00’de Adana’ya dönüş.
Paylaşmak istedim, bu deneyimi. Biraz uzun oldu biliyorum, ama yalnızca 300 ailenin yaşadığı, “Macahel” diye bir yer var, bilesiniz istedim.

(Fotoğraflar: Prof.Dr.Nazan Özbarlas, Doç.Dr. Olgu Hallıoğlu, Dr.Sibel Çakan)


1 yorum: