Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

18 Mayıs 2010 Salı

SUCUK KOKUSU

16 Mayıs 2010, Pazar günü, Yunus ağabeylerin yayla evinden çıkarak Çavdar düzlüğü’ne doğru 6 saatlik bir yürüyüş yaptık.
Bir gün önce Yunus ağabeylerin yayla evinde buluştuğumuzda saat 18.00 gibiydi. Serdar ve Nazan, Yetkin, Aydan ve oğulları Kaptan ve biz aşağı yukarı aynı dakikalarda evdeydik. Nazanların yayla evi (prefabrik gecekondu) aşağı yukarı bitmek üzereydi ve inşaatın başlamasının üzerinden 15 gün bile geçmemişti.




Sanırım bir sonraki yürüyüş öncesinde Nazan’ların yayla evinde mangal ateşi yakmak mümkün olacak.
Akşam yemeği için Yunus ağabeyle Serdar Pozantı’ya indiğinde bizler de balkondaki masayı ve salatayı hazırlayıp Şükran ablanın çorbasını ısıtıyoruz. Esma, yürüyüş öncesinde, bu akşam içmeyiz artık demiş olmasına rağmen çantaya atmış olduğum şarap şimdi biraz soğumak üzere buzlukta yatıyor. Mis gibi kızarmış tavuk parçaları ve patates ile dolu kocaman fırın tepsisi balkonda önce bir sehpada sonra da sehpanın da kullanılabilmesi için balkon zemininde kendine yer bulurken Serdar’ın getirdiği buz gibi biralardan ilk yudumlar alınmış bile. Sıcacık mercimek çorbası tabaklara konulurken ana masada üç tip salata da gözlerimizi doyuruyor. Ama biz yine de haremlik selamlık yapıp ana masayı eşlerimize bırakıyoruz. Bizler küçük koltuklara oturup sehpaları masa olarak kullanmayı  tercih ediyoruz. Rakı olmazsa olmaz. Kırmızı şarap yeterince soğumuş, servise hazır.
Çorba oncasına cazip ki hem görüntüsü, hem de kokusuyla dayanamayıp bir tabak da ben içiyorum. Gerçekten leziz. Şarap ile birlikte fırında tavuk parçaları ye, ye, doyulmuyor.
Nihayet doyuyoruz tabii ki. Yüzlerde bir mutluluk ifadesi. Herkes yumuşamış. Ellerde hala rakı ya da şarap kadehleri. Gitar çalıp birkaç parça söylemenin zamanı gelmiş. Sadece dostlar için çalmanın lezzeti tarif edilemez. Aynı notaları, eski parçaları seviyor olmak, mısraların hatırlanma çabaları, yüzdeki gülümsemeler, doğru parçaların seçilmiş olduğunun ayrımsanmasının keyfi. Biraz güncel şarkı notalarında da dolaşmalar. Onbir gibi konserin sonu.
Yarın 7’de kalkılacak. Hemen yatsak ne güzel olur. Yunus ağabey’in “iyi geceler” demesi ile bizim için de yatakları hazırlama ve yavaş yavaş ortamdan çekilme şansımız doğuyor, uykusu henüz gelmemiş olan bazılarımızın muhalefetine rağmen.
Kafayı yastığa koyar koymaz sızış, gecenin bir saatinde uyanış ve bir daha uyuyamayış. Aynı evin bahçesinde çadır kurduğumuzda da bana böyle oluyordu. Gecenin bir saatinden sonra uyuyamıyordum. Çadır tedirginliğinden sanıyordum, ama işte bugün de oldu. Esma da uyamamış olduğunu, sabah öğreniyorum.
05.45’te ayaktayız, en azından çoğumuz öyle. Çay suyu ısıtılıyor, akşamki çorbamız yeniden ocakta. Serdar’lardan su böreği masamızı renklendiriyor. Sabah sabah çorba içtiğim ikinci ya da üçüncü gün hayatımda. Alıştım artık. Dağ yürüyüşlerine çok öncesinde alıştığım gibi.
Süreyya’lara ekmek siparişi vereli çok oldu, saat de 7’yi bayağı geçti ama ortada yoklar. Yunus ağabey kızacak mı acaba?
7.30 gibi geliyorlar Süreyya’lar. Direksiyonda Bülent. Bizler, sabah gözü ile Nazan’ların inşaatında teftişteyiz. Yunus ağabeyin dün akşam, “bu veranda küçük olmuş, büyütelim” teklifi, dün gecede kalmış. Bülent, arabanın camını açmış, sesleniyor “cezalı mıyız?”. Hayır, aksine geldikleri için mutluyuz.
Sekizde 4 çeker üç araba ile yola koyuluyoruz. 4 km.lik bir yolu geride bıraktığımızda yemyeşil bir piknik alanındayız. Dönüşte sucuk yiyeceğimiz alan, işte burası. Arabalar ağaç altına park ediliyor. Bülent “Bu dağlar Land Rover’ı ilk ve son defa görüyor, sanırım” diyor, gözlerinde Nazanların arabasına acıyan bir ifade ile.


Çantalara kumanyalar ve sular alındıktan sonra ver elini dağlar, yine, yeniden.




Çavdar düzlüğüne çıkılacak. Git-gel 6 saatlik bir yolumuz var. Bu kez ekipte yeni arkadaşlarımız var: Bülent Soyupak, Levent ve Merih Soylu ile Süreyya’nın kuzeni Alber.
Ben, genelde olduğu gibi ardçıyım. Sucukları pişireceğimiz alanı şöylesine belirleyip yola koyulduğumda ekibin tamamı önümde.


Parkurumuz yemyeşil, ağaçlar, çiçekler ve dağlar binlerce kare poz veriyorlar bizlere fotoğraflamamız için.




Hava puslu, açacak mı kapayacak mı belli değil. Meterolojiye göre yağış yok ama, yağmurluklarımız sırt çantalarımızda. Ben de bir de polar var. Bir daha Lorut’taki gibi üşümek istemiyorum. Bu sefer de zirve yapacağız çünkü, zirve denince korkuyorum artık. Hasan Dağ ve Lorut zirve denememiz aklıma geliyor, hayatımda en çok üşüdüğüm iki yer.


Bülent’in bizimle ilk yürüyüşü bu. Bir elinde su şişesi, kafasında zaman zaman kırmızı şapkası. Aklı, dün yaptıkları ameliyatta. Bu parkuru bitirebilecek mi diye endişelenmiyor değilim.
Levent ise en önde gidiyor. Merih de öyle, Süreyya ise zaten antremanlı. Hem de yayla kızı. Biz, yine arkadayız.

Bir süre sonra su başındayız. Yüzler yıkanıyor, saçlar ıslatılıyor. Keyifler yerinde. Yorulmadık daha.

Kısa bir nefeslenmeden sonra, Talat dayı en öne düştüğünde bazılarımız daha yeni hareketleniyor.



Bülent biraz şikayetçi mi, ne?



Ormanda yürümek ne kadar keyifli bir şey. Zaman zaman en keyif aldığım renk kombinasyonunun mavi ve yeşil kombinasyonu olduğu aklıma gelir. Tam o anda da Selimiye ve Orhaniye’nin yeşili ile mavi denizinin birbirine kavuştuğu o muhteşem koyları hatırlarım. Ağaçlar arasında yürümek de beni neredeyse o kadar rahatlatıyor. Esma alıştırdı beni buna. İyi ki de alıştırdı.



Ağaçlar aralandığında öylesine güzel manzaralar ile karşılaşıyoruz ki zaman zaman.



Şükran abla, iyice alıştı artık bu parkurlarda yürümeye, Yavaş yürüyor ama ısrarlı bir şekilde yürüyor.

Esma, zaten dünden hazır mutlu olmaya, dağların kızı o.


Ben neyim, bilmiyorum.



Geçenlerde bir slayt gösterisi gelmişti. İspanya’daki bir tren turunu fotoğraflamışlar. Oncasına güzel yerlerden geçen, lüks bir tren bu. Zaman zaman dağlarda dolaşıyor, zaman zaman deniz kenarından geçiveriyor. Klinikteki arkadaşlarla paylaşmıştım. Murat, cevap yazmıştı “ abi, şimdi bir kez daha soruyorum, tren mi, yelken mi?” diye. Aslında ne kadar çok seçeneğimiz var, keyif almak için. “Hayat kısa, zevk al, zevk al, zevk al” diyen Aytekin ağabey’den öğrendiğim gibi cevap veriyorum: “tabii ki ikisi birden”.
Burada aldığım nefes, farklı. Tertemiz. Gözlerimin dinlendiğini hissedebiliyorum. Aklımda bir sürü fikirler, anılar, hayaller oradan oraya dolaşıyor, ama biliyorum ki gün sonuna dek aslında zihnim temizlenmiş olacak.



Ekibin molaları biz onlara ulaştığımızda bitiveriyor.



Biz daha birkaç nefes aldığımızda yeniden yürümeye başlıyoruz, öndekilere yetişmek için. Hele Levent, en önde gidiyor hala. Benim aklım ise arabada bıraktığımız sucuklarda. Biz dönene kadar kokmazlar inşallah.
Yunus ağabey, bu kez de bu rotayı seçti. Yıllarca önce buraya bir kez çıkmışlar. Yayla evlerinden de görünüyor aslında çıkacağımız tepenin alt yakası. Bu kez parmağını buraya uzattı, “buraya çıkılacak” dedi, çıkıyoruz.

Nazan’ın ağzı şimdiden kulaklarında.



Müteahhitliğe de başlamış olduğundan aklının bir parçası da yayladaki inşaatlarında. Ama ev, bir haftaya kadar bitmiş ve teslim edilmiş olacağından aslında pek de proble yok. Yürü be kızım, kim tutar seni.
Yetkin’im ise her zamanki gibi sessiz ve sakin yürüyüşüne devam ediyor, zaman zaman dinlenerek.




Hava hala çok güzel, ne çok ısındı, ne soğuk, ne güneşli, ne kapalı. Tam yürüyüş havası. Şapka bile takmıyoruz çoğumuz.
Şükran abla’nın bugün istikrarlı bir temposu var. Sabah kalktığında boğazı ağrıyordu, ama artık geçmiş. Yunus ağabeye de yetişmiş bile.
 
 
Aslında en gencimiz olan Alber, yavaşta söylenmeye başlıyor: “Güneş mi çıkıyor, yoksa biz mi güneşe çıkıyoruz?” Evde bırakmış olduğu batonlarının yerine söylenerek kullanmaya çalıştığı bir ağaç dalına yüklenirken diğer eliyle de fotoğraf makinesini kavramış.


Bülent’in de yavaştan yavaştan söylenmeye başladığı dakikalar bunlar artık. Eğim giderek artmış, zemin yumuşaklığını kaybetmiş.



Yunus ağabey’de ise ekibini ileri doğru sürükleyen o bitmek bilmeyen enerji hala gözle görülür halde.



Bazen diğerlerinden farklı, kendi kimliğini gözümüzün içine sokan ağaçlar görüyoruz. Fotoğraflamamak imkansız, öylesine güzeller.



Bir büyük mola ihtiyacımız var artık. Azıcık durun yahu. Bir oturalım, nefeslenelim, üzerimizi değiştirelim. Ruhlarımız geride kalacak sonra, yetişemeyecekler bize. Tamam, ben de çok istiyorum parkuru bitirip mangal yakmayı, ama azıcık sabır.



Sonra ver elini yine dağlar. Levent yine önlerde, Bülent’in eli yine belinde.



Yukarıdan daha önce, suyumuz bitmişken yürüyerek indiğimiz parkuru görüyoruz.



O gün, bugündür, içeceğimden fazla su taşımaya çalışırım. Gerçi o gün de, medeniyete kavuşup bir bakkala girdiğimizde su almak aklımıza bile gelmemiş, buz gibi biralarımızı yudumlamayı tercih etmiştik ama olsun. Su, önemli.
Dağlara bayılıyorum. Oncasına heybetli, hem korkutucu, hem de dostça duruyorlar. Bir yandan saygı duymamak mümkün değilken heybetlerine, bir yandan da bize açtıkları kucağa sıcacık sokuluvermek ne kadar huzur verici. Çok çok önceleri, dağa tırmanmayı çok merak ederdim. Çıkılabilir mi (kendi adıma tabii ki), çıkılırsa nasıl çıkılır? Sonra yıllar önce, Bodrum’da bir arkadaş grubu ile bir tepeye tırmanmıştık. Şimdi geri dönüp baktığımda çerez gibi geliyor o anlar.
“Ünlü, sedir ağacı bu işte” diyor Yunus ağabey, “gemilerin direkleri bu ağaçtan yapılıyor”.



Bülent’in pes edeceği son düzlüğe yaklaşıyoruz yavaş yavaş. Artık eziyet olmaya başladı onun için. “Ben artık gelmiyorum” diyor, önümüzdeki eğimi görünce.



Şükran ablayla dinlenmeye çekiliyorlar, biz önümüzde kalan son eğime doğru adımlarımızı atarken. Bir saat kadar sonra görüşürüz.



Alber ise artık söylenmekten vaz geçti. Baktı ki grup, yorulanları hiç acımadan geride bırakıyor, "Adana'da bıraksanız beni şehrin içinde, hemen kaybolurum ben" diye düşündüğünden olsa gerek ne olur ne olmaz diyerek arkamızdan geliyor yavaş yavaş, ama fotoğraf çekecek hali pek kalmadı.



Aslında bayağı yükseldik, 1800 metrelerdeyiz. Aşağı bakınca manzara muhteşem.



Zaman zaman en geride kalmaktan kurtuluyorum.



İlk kez beraber yürüdüğümüz Levent’e ise ulaşmak ne mümkün. Oradan, tepeden bakıyor bize.




İşte zirveye geldik. Üç saatlik bir yürüyüşü tamamladık. Saat 11.15. Talat dayı çantasından bir şişe kırmızı şarap çıkarırken biraz geride yürüyüşü sonlandırmayı tercih eden Levent’le Merih’e sesleniyoruz.



Yüzlerde hafif bir yorgunluk, biraz mutluluk, çokça huzur



Aşağıda Tekir görünüyor, neredeyse şehirleşmiş görüntüsüyle.



Su şişelerimizi ikiye kestiğimizde şarap kadehlerimiz oluveriyor. Birer yudum kırmızı şarap, bademle birlikte boğazımızdan geçerken değmeyin keyfimize. Bir zirve daha yaptık işte.



Yüzümüze birkaç damla yağmur düşerken, Yunus ağabey “hadi, kalkın bakalım, sis basmadan dönelim” diyerek toparlanmaya başlıyor.



Bu talimata sevinsem mi, yoksa üzülsem mi bilemiyorum. Yüzüme bakanın da anlayacağını sanmıyorum o anda ne düşündüğümü.



İnişe başlıyoruz. Biraz aşağıda çıkarken yükseklik korkusu olan arkadaşlarımızın yüreğini biraz pırpır ettiren kısa bir çarşaktan başka bizi zorlayacak bir alan yok.  İlk hedefimiz Bülent ve Şükran abla ile buluşmak.
Düşe kalka inerek geçtiğimiz o sıkıntılı alandan geçip yükseklik korkularımız biraz törpülendikten sonra güle oynaya iniyoruz artık. Ama dikkat, kaslarımız yorgun.
Şükran abla ile Bülent’e kavuşuyoruz bir süre sonra.



Hava hala güzel. Tişörtle yürümeye devam edenlerimiz olduğu gibi, üşümemek için yağmurluklarını çıkarmamış olanlarımız da var.
Ekibin önde giden kısmı ile aramız açılınca, daha öne buradan gelmedik mi acaba diye düşündüğümüz yerlerden geçmeye başlıyoruz. Benim hafızam bu konuda çok zayıf. Ama ben bile kuşkulanıyorum artık. Buncasına dik bir yerden çıkmamıştık. Önde Yunus ağabey ile Şükran abla. Talat dayıya seslendiğimizde sesi biraz soldan aşağıdan bir yerlerden geliyor. Sağlık olsun. Biraz daha inip sonra yeniden yükseliyoruz.
Artık telefonumun hafıza kartı doldu. Fotoğraf çekmesem olmaz. Nazan’ın makinesini alıyorum. Rahatlıyorum.
Öndeki ekip ile buluşmayı başardığımızda 25 dakikadır bizi beklemekte olduklarını öğreniyoruz. Oturmadan yürümeye başladığımızda Alber’den itiraz geliyor “beş dakika dinlenelim, ne olur?”. Üşümemek için molayı kısa kesiyoruz. Ekibin başı ile sonu arasındaki mesafe en fazla 10 metre olacak diye talimat geliyor Levent’ten ama ne mümkün.
Dengesiz yürüyor Alber, çok yorulmuş belli. Az sonra da düşüyor zaten, serçe parmağını ovuşturarak kalktığında ciddi bir hasar almamış olduğuna seviniyoruz.
Biraz daha ilerleyince Şükran ablanın gelirken unutmuş olduğu batonunu buluyoruz.
Suyun başına bir ulaşabilsek, sucuklara da ulaşmış olacağız aslında.
Bir saat kadar daha yürüdükten sonra subaşına ulaşıyoruz. Ha gayret, sucuklara az kaldı.



Bazılarımız acıkmış, çantalarda son kalan nevaleye saldırıyorlar. Bense iki yudum sudan başka bir şey almıyorum ağzıma. Daha pişmeden sucuğun kokusu gelmeye başlamış durumda burnuma.
Serdar, Aydan ve Kaptan yayla evinde bizi bekliyorlar. Nazan’la bizim önden gidip onları evden alıp piknik alanına getirmemiz gerekecek. Talat dayı ile birlikte hızlanıyoruz üçümüz. Levent de arkamızda. Bugün onu ilk defa geçmiş olduk.
Uçarcasına piknik alanına indiğimizde arkadaki grubun bizi bulacaklarına dair ümidim biraz azalıyor. Benim yerime, Nazan’a Talat dayının eşlik etmesinin daha mantıklı olduğuna karar veriyoruz. Odun toplama işi bana kalıyor. Ama her yerde kuru ağaç dalları ve odun var zaten. Jipin arkasından indirdiğimiz nevaleyi ocak başına doğru taşırken “Talat Dayıııı..” diye bir ses duyunca endişelerimin yersiz olduğunu anlıyorum. “Sesime gel, sağdan sağdan gel” şeklinde oldukça net bir yön tayini verdikten 15 dakika kadar sonra geldiklerini tahmin ettiğim yönden bambaşka bir taraftan piknik alanına iniyor ekibin geri kalanı.
Sonra arabalardan masalar, sandalyeler çıkıyor. Yetkin ateşi yakıyor. Ben sucukların başındayım. Yere bağdaş kurup oturmuşluğuma acıyanlara çok mutlu olduğumu söylüyorum. Geçen sefer Talat dayıdan öğrenmiş olduğum şekilde Polonez sucukları bıçakla çiziyorum. Acısız olanları da farklı bir şekilde çizip Alber için hazırlıyorum.



Sonra yavaştan yavaştan sucukları mangala koyduğumuzda her şeye değiyor. İşte o koku, sucuk kokusu.
Hele kırmızı şaraplarımız. Bu defa Süreyya seçip aldı. Şirazlar mı istersiniz, Boğazkereler mi, Kabarneler mi? Hangisini beğenirseniz. Kadehler bir doluyor, bir boşalıyor. Aynı beyinlerimiz gibi. Şu an o kadar boş ki benim beynim. Her türlü düşünceyi yukarıda, 1800 metrede bıraktım. Şimdi tek derdim sucuk pişirmek, ikram etmek, bir de Talat dayıdan fırça yememek. Ne de olsa mangal, onun uzmanlık alanına giriyor.
Birazdan Talat dayı geldiğinde işi erbabına bırakıyorum, ama fırça yemekten de kurtulamıyorum, acısız sucukları çizme biçimim ile ilk sucukların bazılarını hafif yakmış olduğum için.
Sucuk servisi o kadar hızlı ki, çektiği fotoğrafta Yetkin, beni yakalamayı başaramamış bile.



Nihayet ekip doyuyor, “Yeter artık” diyor Yunus ağabey.



Uzun çabalarım sonunda Talat dayı ile benim doymam da gerçekleşiyor.



Sucuk faslı bittiğinde helva ikramı ve ardından karpuz ile mutlu sona ulaşıyoruz.



Sonra istirahate çekilenler mi?
 


Grubu yatay vaziyette dinlemeyi tercih edenler mi?
 


Karpuzu diliminden ısıranlar mı?


Şaraba devam edenler mi? Hangisini isterseniz etrafınızda görebilirsiniz.




Kalk borusu da çalıyor nihayet. Bu güzel günü sonlandırma zamanı geldi işte. Süratle toplanıyoruz, piknik alanını bizden öncekilerin kalıntılarından da temizledikten sonra, üç araç peş peşe Yunus ağabeylerin yayla evine doğru yola çıkıyoruz.
Serdar, garibim bizi evde bekliyor. Balkonda boynunu uzatmış, mahzun mahzun bakıyor bize. Ona iki tane kurabiye vererek kendisini bir an bile unutmadığımızı kanıtlıyor, Yunus ağabey ve Şükran ablaya teşekkür edip iyi dileklerle birbirimizden ayrılıyoruz.
Biliyoruz ki, içimizdeki o kurt, bizi kemirmeye çok gecikmeden başlayacak, Yunus ağabey’den bir mesaj gelecek, yayla evindeki balkonundan bakarken beğendiği bir tepeye çıkma talimatı ile yeniden bir araya gelinecek. Belki sucuk kokusunu içimize çekerek belki de sadece dağların tertemiz havasını, bir yürüyüş daha tamamlanacak.

1 yorum:

  1. Sevgili Tayfun geziyi çok güzel betimlemişsin, eline sağlık.
    Yunus Emre

    YanıtlaSil