Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

21 Nisan 2010 Çarşamba

HACIKIRI - BELEMEDİK (17 Nisan 2010)


HACIKIRI – BELEMEDİK

Bugün, 21 Nisan 2010, Çarşamba. Hava kapalı, sabahtan beri yağmur yağıyor. Dün akşam, boyun fıtığı olan tenisçi bir arkadaşımızın da bizimle beraber olduğu bir yemekteydik. Açık havada oturup keyifli bir sohbet eşliğinde cumartesi günü yapmış olduğumuz yürüyüşten bahsederken yağmur çiselemeye başladı. Oturduğumuz masanın üzerini açılıp kapanabilir bir tente ile örttüler, yağmurdan korunduk. Ama benim keyfim, ertesi akşam oynayacağımız tenis maçının yağmur nedeniyle iptal olabileceği kuşkusu nedeniyle biraz kaçtı. Paylaştım bunu ekiple. Boyun fıtığı olan arkadaşımız, bir süredir her gün oynadığı tenise yaklaşmak şöyle dursun, iki haftalık yatak istirahatini yeni sonlandırmış, ağrısız geçen her günü için şükrediyor ve diyor ki: “Artık havanın nasıl olduğu umurumda değil”. Yağmurlu olmuş, ya da olmamış, onun için önemli değil artık. Öncelikleri arasında yer alan tenis, hayatından bir süreliğine de olsa çıkmış, Sağlıklı olmak, ya da olamamak her şeyin önünde geçmiş. “Hava kötü olur da tenis oynamamam” seçeneği onun için stres konusu olmaktan çıkmış.
Sağlığımızı kaybettiğimiz zaman anlıyoruz değerini. Geçen sene tenis oynarken, sağ bacağımda oldukça büyük bir lif kopardığımda, bir ay evden çıkamamış, ikinci ayın sonunda ancak iyileşmiş, 6 ay boyunca da tenis kortlarına uzaktan bakmıştım. Sıkı antremanlarla kasları güçlendirmeden, vücudu fit hale getirmeden, tenis gibi ağır bir spora soyunan bizler yaşındaki pek çok veteran tenisçi, önünde sonunda bir gün mutlaka bir şekilde sakatlanmaktan kaçamıyor. O zaman düşünecek çok vaktim oldu. Evde zaman geçirebilmek için gemi maketçiliğine soyundum, bir sürü maket yaptım, evin çeşitli köşelerine bıraktım. Şimdi bir daha yap deseler, yapmam belki de. Ya da ileride yeniden olabilir, bilmiyorum. Ama o süreçte çok sık düşündüğümü hatırladığım bir başka konu da, özellikle üst bacak kaslarımı güçlendirmeden korta çıkmayacağıma ve her korta çıktığımda da mutlaka uzun uzun ısınarak kaslarımı hazırlayacağıma söz vermiş olduğumdu. Altıncı ayın sonunda ilk kez korta çıktığımda, her an yeniden sakatlanacakmışım gibi bir korku ile topla buluştuğumdan bir süre gerçekten uzun uzun ısınmadan başlamadım maçlara. Sonra bu obsesyonum geçti, artık şöyle bir iki tur atıp hafif gerdirdikten sonra kaslarımı, topa vurmaya başlar hale geldim.
Bu kadar travmatik deneyimlerden bir diğeri de geçen sene, Belemedik’ten Hacıkırı’ya yaptığımız yürüyüştür. Çok uzun sürmüştü, sonlarına doğru Serdar ile ben, “artık bir minibüs çağırsak da bizi Kuşçular köyü’nde alsa” dediğimiz bir noktaya gelecek kadar yorulmuş, pes etmiştik. Sonrasında tam iki gün, hastanede merdivenleri çıkmak ve inmek benim için ızdırap haline gelmişti. Ha, ben bunu hatırlıyor muyum? Hayır. Süreyya hatırlattı da aklıma geldi. Bende gelen birkaç anı, o güzelim tünel, muhteşem doğa görüntüleri, hırsla akan Çakıt nehri, bol oksijen ve bol yeşil. Bir daha bu parkuru yürümem deyip demediğimi bile hatırlamıyorum. Belki de demedim, bilmiyorum. Bu söz ağzımdan bir kere de Macahel için çıkmıştı. İkinci yürüyüşümüzden sonra Macahel’in nasıl bir yer olduğu biraz biraz kafamda şekillenmeye başlamış, “tamam artık, ben bir daha burada yürümem” demiştim. Ama bu sene ağustosta yeniden bir Macahel yürüyüşü olasılığı yüksek.
Hafıza’ı beşer, nisyan ile malüldür derler. Yani insanoğlu unutur. Unutmak işine gelir bazen de. Unutmayı başaramasak hayat belki de ne kadar çekilmez olurdu. Düşünsenize, kayıplarımızın anıları sürekli, aynı tazelikte bizimle olsa…
Bu sene, geçtiğimiz cumartesi, aynı parkuru yeniden yürüdük. Bu kez tam tersinden; Hacıkırı’dan Belemedik’e. Tam 8 saat sürdü. 18-22 kilometrelik bir parkur. Net mesafeyi bilmiyorum. Kimi 18 km dedi, kimi 22 km. Bildiğim ise şu: Cumayı cumartesiye bağlayan gece 04.00’te kalkılacak, Nazan gelip bizi alacak, 04.20’de teker döner. Pozantı tren istasyonuna gidilecek. Ankara’dan gelen trene 06.00’da binilecek. Hacıkırı’ya geri dönülecek. Sonra da Belemedik’e yürünecek. Oradan da bizi bir minibüs alarak Pozantı’ya geri getirecek.
Benim bildiğim, o tren saat 06.00’da orada olmaz. Aynı trenle Ankara’ya bir sınava gittiğimde bir saat rötar yapmıştı. Ama Yunus ağabeyin talimatı böyle. Trenin zamanında geleceği tutar, bütün yürüyüşü kaçırdığına mı yanarsın, Yunus ağabeyden yiyeceğin fırçalara mı, yoksa bir daha bu gruba giremeyeceğine mi? J
Sağ olsun, Nazan gelip alıyor bizi. Dün gece aramıştı bizi Nazan, Yunus ağabey’den son bir haber gelmiş, tren biraz gecikebilirmiş. O nedenle Nazan bizi almaya 04.40’da geliyor. 5-10 dakika daha fazla uyuyabiliyoruz. Gerçi, böyle erken kalkacağım günlerin gecesinde defalarca uyanmaktan doğru dürüst uyumayı becerdiğim hiç olmamıştır ama, olsun. Arabada uyurum.
Yolda iken Yunus ağabey’den bir telefon daha geliyor. Trenin iki saat rötarı var, onlara, yayla evlerine gelmemizi söylüyor. Hızımızı düşürüyoruz, gevşiyoruz. Ellerimizde kahveler, çaylar, Nazan’ın getirdiği kurabiye ve poğaçaları atıştırarak günün yavaş yavaş doğuşuna tanıklık ediyoruz. Keyifli bir sohbet sırasında uyumak aklımıza bile gelmiyor.
Altı gibi Yunus ağabeylerin yayla evindeyiz. Hava çok güzel. Hafiften üşütüyor, ama daha günün erken saatleri. Gökyüzünde bulut yok. Eve çıktığımızda mis gibi yeni demlenmiş bir çay kokusu, Evde yapılmış kekler. Aydan ile Yetkin oradalar. Kısa bir süre sonra Süreyya ve Figen’ler de geliyor. Onlarla ilk kez birlikte yürüyeceğiz.

Keyifli bir kahvaltı sonrasında çantaların kontrolü, çileklerin yıkanması, dağıtılması, arabalara dönüş, kumanyaların paylaştırılması, çantaların son hazırlıkları. Sonra ver elini yeniden Pozantı.


On beş dakika kadar sonra Pozantı tren istasyonunun önüne araçları park ettiğimizde saat, henüz 7.15. Trenin gelmesine daha çok var. Nazan gazete almaya gidiyor, bizler de istasyona giriyoruz. Bazılarımızın çantaları sırtlarında, bizimkiler ise henüz arabada. Oysa daha önce Macahel’de bir vesile ile öğrenmiştim “Dağcı, çantasını bırakmaz”. Bir kere daha öğreniyorum. Kısa bir süre sonra bir yük treni geliyor. Bizi almaz mı acaba? İstasyon amiri “Hayır” diyor. Biraz sonra heyecanlı sesler yükseliyor, “hadi binin gidiyoruz”. Hemen arabaya koşarsın, çantayı alırsın, hava soğuk, ama yine de üzerindeki yeleği bırakırsın. Swet üzerimde dursun mu? dursun. Sonra sırtımda taşıyacağım saatlerce. Olsun, taşı. Batonları unutma sakın, gazeteleri bagaja fırlat. Koş trene, Yunus ağabey nerede? En son ben biniyorum yük vagonuna. Yavaştan hareketlenmiş olan trenin lokomotifi arkasındaki ilk vagondayız. Personel için bir odacık var, içinde bir soba yanıyor, içeriyi sıcacık yapmış. Bir de mum yakıyorlar mı bizim için bir kola şişesinin üzerinde. Sağ olsunlar, bunca romantizmi, ev sahipliğini beklemezdim doğrusu.


Benim için yük vagonunda seyahatin kendisi de cazip tabii ki, 49 yıl sonunda nihayet böyle bir öyküm de oldu. Ama daha cazip olan vagonun açık kapıları. Kenarlardaki demirlere tutunarak önümüzden hızla akan doğayı seyretmek. Trenin, raylar üzerinde çıkardığı o tatlı sesi bir kez daha duymak. Etrafımdaki arkadaşlarımın keyiflerine tanıklık etmek.


İlk tünele girdiğimizde mumun aslına niçin yakılmış olduğunu anlıyor ve birbirimize gülüyoruz. Bizi zifiri karanlıktan kurtarıyor o ufacık ışık. Bir de fener var personelin elinde, yere doğru tutuyor zaman zaman, vagonu aydınlatıyor. Birbiri ardına gelen tünellerden geçiyoruz. Sonunda Hacıkırı’da bizi indiriyorlar, Teşekkür edip arkalarından el sallıyoruz. Bir trenin yük vagonunda minicik bir odada geçen bir ömür? Düşüncelerimi önümüzdeki parkura odaklayıp ayrılmayı başarıyorum bu sorudan.

Hacıkırı istasyonunun biraz ötesinde ufak bir tuvalet var. Son ihtiyaçlar orada gideriliyor. Bu parkurda, en azından bir kısmında birden fazla kez yürümüşlüğümüz var. Köyün içinden geçerek tepeye doğru yöneliyoruz.


İnternetten öğrendiğim bilgilere göre Hacıkırı Köyü, Orta Torosların hemen başlama noktasında, yer yer engebeli, taşlık bir alana kurulmuş bir köy. Batısında Emirler, doğusunda Gülüşlü, kuzeydoğusunda Gala, kuzeyinde Kuşçular, güneyinde Bolacalı, güneydoğusunda bağlı bulunduğu Karaisalı ilçesi bulunmakta. Karaisalı Bucağı ve Belemedik istasyonları arasında yer alıyor. Geçen sene gördüğümüz meşhur Varda Köprüsü köy sınırları içerisinde. Orta Toroslar, Hacıkırı Köyü’nü üç taraftan bir hilal şeklinde çevirmiş durumda. Köyün mevcut arazisi taşlık. 4 km. uzaklıkta bulunan Çakıt Çayı, kuzeydoğudan başlayıp, Orta Torosların güney uzantısını takip ederek Kapız adı verilen boğazdan geçtikten sonra Seyhan Barajı’ na kavuşmak üzere yoluna devam ediyor. Köyün kuzey, doğu ve güneybatı kısmı ilk olarak maki, daha sonra çam ve ardıç ormanlarıyla kaplı (http://www.hacikiri.com).

Biraz yükselince o güzelim kanyonu bir kez daha tüm ihtişamı ile görüyoruz.


Bu kez parkuru azıcık değiştiriyor Yunus ağabey. Doğrudan dağa vuruyoruz. Bizi bir miktar yormakla birlikte her zaman kullandığımız yola kıyasla sanki biraz zaman kazanıyoruz.


Bu kez aramızda Yunus ağabeyin eşi, Şükran ablamız da var. Bir aydır antremanlı. Ama çok söyleniyor bunca dik bir parkurla başlamış olmamıza, yüzünde gülücüklerle.


Ama sonunda hep birlikte tepedeyiz işte. Bundan sonraki eğim çok yumuşak.



Ufaktan bir gölet görünüyor uzaktan. Yürüyüşümüzün artık keyifli bölümüne başlıyoruz. Hava çok güzel, şimdiden bir miktar sıcak.


Süreyya ve Figen, hayran hayran bakıyorlar Adana’ya doğru uzanıveren vadiye, dağlara, doğaya.


Bizlerin yüzünde ise bir mutluluk, doğaya yeniden ulaşmış olmanın getirdiği mutluluk.


Kim derdi ki bitkiden böcekten korkan ben, böyle yürüyüşleri özleyen, keyif alan bir adam olacağım. Hep o Macahel ile başladı bunlar. Eş durumuna binayen katılmak zorunda kaldığım o yürüyüş ile. Doğaya hayranlığımın sebebidir Macahel. Böceklere alışmamda ise Esma’nın annesinin Çamlıyayla’daki yayla evinde geçirdiğim günlerin gecelerin katkısı tabii ki çok büyük. Ama iyileştim işte sonunda. Doğada yürü, börtüden böcekten korkma, çadır kur, çadırda yat, çadırda tek başına yat, çadırda yatmayı tercih et. Allah Allah.
Allah Yunus ağabey’den razı olsun. Kendi yayla evinden camdan ya da bahçeden şöyle bir bakıyor, “Aha” diyor, “şu dağa tırmanılacak”. Haber geliyor bizlere, tarih şekilleniyor, Kaptan’ın yerinde rakı-balık eşliğinde programın ayrıntıları netleştiriliyor. Ve günü geldiğinde o dağa çıkılıyor. Bazen Atdağ oluyor bu dağ, bazen Hasan Dağı, ya da Lorut. Bazen de böyle uzunca yürüyüş parkurları. Bu gün de kısmet bu parkuraymış.


Hadi bakalım iyi yürüyüşler.


Bazılarımız Euroshoes’a yüklüce para bırakarak aldıkları donanımlar ile yürürken, bazılarımız kot ve tişörtü tercih ediyor. Doğa hepimizi kabul ediyor, öyle, olduğumuz gibi. Kimizin giysileri çabuk kuruyor, ter derdi çabuk sonlanıyor, kimimizinki ise biraz geç kuruyor. Doğa verdiği yükü, usturuplu bir şekilde, incitmeden geri alıyor bir süre sonra. Bazen püfür püfür rüzgarı ile, bazen şiddetli bir yağmur sonrasında pırıl pırıl güneşi ile.

Doğa yemyeşil, çiçekler açmış bir sürü ağaç. Bazen, burası da Karadeniz kadar yeşil mi acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi.


Öğle yemeği için molamız, yine geçen seferki gibi su deposu başında.


Bazılarımız, sabahın dördünde kalkmış olmanın getirdiği yorgunluğa yenik düşüyor yemek sonrasında. Ama sorduklarında “uyuyor musun?” diye, “hayır, uyumuyorum” diyerek.


Bazılarımız ise soruyu bile duymadan.



Sonra yine yollardayız.




Çakıt önümüzde uzanıveriyor aniden.



Sonra birbiri ardına tren köprüleri. Bunların üzerinden geçip geldiğimizi düşünüyorum birkaç saat evvel.




Aklıma birden okuduğum bir kitapta, bunu arkadaşlarımla da paylaşmalıyım diye düşündüğüm bilgiler geliyor, bölük pörçük. Çanakkale harbi sırasında çıkartmanın yapıldığı ilk gün, Çanakkale boğazından bir denizaltının geçmeyi başardığını pek çoğumuz bilmez. 17 Nisan 1915’te Çanakkale boğazını geçmeye teşebbüs eden ilk denizaltı, bir İngiliz denizaltısı. Brodie’nin komutasındaki bu denizaltının girişimi başarısız oluyor ve İngiliz komutan ile 6 gemici asker öldürülüyor. Gerisi de esir alınıyor. Ancak aynı tarihlerde bir Avustralya denizaltısı, AE2, boğazı geçmeyi başarıyor. Bu satırları yazarken ancak idrak ediyorum ki, AE2’nin boğazı geçtiği gün ile bizim yürüyüş yaptığımız gün, aynı: 17 Nisan.
Bu denizaltı, 800 tonluk bir denizaltı. Bir kardeşi daha var: AN1. Bu denizaltının adına kurulmuş bir vakıf var. Amacı, bu denizaltıyı onurlandırmak, yeni nesiller tarafından bilinmesini sağlamak ve Türk yetkililer ile birlikte battığı yerden çıkarılmasını ve teşhir edilmesini sağlamak.
AE2 Marmara’da bir süre dolaştıktan sonra, yakalandığı Sultanhisar torpidobotu ile giriştiği mücadeleyi yitireceğini anlayınca mürettebatı tarafından terk ediliyor ve son subay denizaltıdan çıkmadan önce su almasını sağlayarak denizaltıyı batırıyor. Esirler, Sultanhisar torpidobotu tarafından İstanbul’a götürülerek askeri makama teslim ediliyor. Bu başarı, askere büyük bir moral kaynağı oluyor. Teslim alınan asker ve subaylar uzun uzadıya sorgulandıktan sonra, Belemedik’e, işte yürüdüğümüz bu bölgeye gönderilerek üzerinden geçtiğimiz bu tren yolunun yapılmasında çalıştırılıyorlar. İşte, şu aşağıda görmüş olduğumuz, inşaat sırasında lojman olarak kullanılan taş yapılarda yaşamış bu esirler muhtemelen.




Yola devam ediyoruz. Rehberlik denemem takdir alıyor. Ama bir de torpidobotun ismini ve mümkünse kaptanın ismini hatırlayabilseydim, daha iyi olacaktı, ama neyse. Buna da şükür. Çünkü zaman zaman okuduğum hiçbir şeyin aklımda kalmadığı gibi endişelerim oluyor, ama boşunaymış bu endişelerim. Rahatlıyorum.
Denizaltının adı neydi ki?




Yolun bazı alanlarındaki kayaların büyüklüğü biraz ürkütücü.



Biliyoruz ki böyle yerlerde, “taş düşebülür, ayı çıkabülür”.




Allah’tan bizden önce düşmüş taşlar, pardon kayalar. Üzerlerinden geçerek yola devam ediyoruz.



“Çok mutluyum” diyor bazı doğa aşığı arkadaşlarımız. “Endişelenme” diyorum, “sabırlı ol, geçer”. Doğanın haşmeti önümüzde uzanırken, keyif almamak, mutlu olmamak mümkün mü oysa?





Uzaktan bize çok yakınmış gibi duran o tünele ulaşmamız çok uzun bir zamanımızı alıyor. Ama sonunda ulaşıyoruz işte.



Tünel çıkışında manzara yine muhteşem. Aslında bu parkurun en güzel parçası buradan Belemedik’e kadar olan alan. Bir dahaki sefere, arabaları Belemedik’e bırakıp bu tünele kadar yürüyüp geri dönelim şeklindeki projemizin doğruluğunu bir kez daha onaylıyoruz. En azından ben öyle yapıyorum.


Şükran abla, artık liderliği ele alıyor. Evlice ailesi de yoruluyor bazen doğal olarak.

Ekibin geri kalanı ise tuş vaziyetlerinde.





Sonunda Nazan’ın “bir de yağmur yağsa, ama şöyle azıcık” şeklindeki talebi gerçekleşecek mi ne? Hava kapanıyor.


Bir rutubet çöküyor. Bir de yeniden tırmanmaya başlıyoruz. Piknik yapmak üzere mola vermiş kalabalık bir yürüyüş ekibi ile yollarımız kesişiyor. Onlar da yürümeye başlayınca yürüyüş parkuru kalabalıklaşıyor. Yürüyüşün büyüsü bozuluyor. Grubun içinde fakülteden arkadaşımız Serdar İskit de var.
Yağmur damlalarını yüzümüzde hissetmeye başladığımızda aklıma pançolarımızın evde, güvende olduğu geliyor. Onlar için rahatlıyorum, ıslanmayacaklar. Kısmetse biz de çok ıslanmayız inşallah. Yağmurluklarımızı çıkarıp giyiyoruz. Hava önce bizimle biraz oyun oynuyor. Hafif bir çiseleyip geçiveriyor. Yeniden soyunduktan kısa bir süre sonra bütün şiddeti ile indiriyor. Üstümüz ıslanmıyor ama pantolonlar bir süre sonra sırılsıklam oluyor. Söyleniyorum bir yandan, “neden arabanın arkasına yedek bir kıyafet çantası koymadın” diye. Sonrasında koyver gitsin diyorum. Nasılsa kurursun. Nasılsa üşümüyorsun. Nasılsa güneş yeniden bulutların arkasından kurtarıverir kendini. Daha önce de olmadı mı? Üstelik şeker misin sen, eriyeceksin? Düşüncelerime dalıp, tek başıma yürüyorum uzun bir süre. Bu parkurun bu bölümü böyle dik miydi yahu? Şükran ablalar neredeler acaba?
Yol ikiye ayrılıyor bir süre sonra. Öndekilere ne yaptıklarını sormak için Esma ve Yetkin’i cepten arıyorum. Cevap vermiyorlar. Duymuyorlar belki de. Nehire yakın olan yola sapıyorum, diğer gruptan birkaç kişi ile birlikte. Çamurların içinden geçip kilolarca ağırlık kazanan, ama her nedense hala ıslanıp içine su geçirmemeyi başarmış botlarım ile birlikte, kafam önde, burnumda yağmurun kokusu, kulaklarımda yağmurun sesi, pantolonumda yağmurun ıslaklığı ile yarım saat kadar sonra grubun öncüleri ile bir çardak altında buluşup yürüyüşümü tamamlıyorum. 8.40’ta başladığımız yürüyüş, benim için tam 8 saat sürerek 16.40’ta bitiyor. Serdar İskit geliyor birazdan yanımıza. Üzerinde pançosu. Kamp kuracaklarmış burada. “Tuvalet ve su var” diyor. “Islanacağız biraz ama olsun”. Göbeğinden bir ses geliyor sonra : “Nerdesin?” Telsizmiş meğerse. Oğlu, Yavuz arıyor. Oğlunun yanına gönderiyoruz onu. Ardından güneş, bulutların arasından sıyrılıp kendini gösteriveriyor yavaştan.
Ekibin geri kalanını uzunca bir süre bekliyoruz. Sonra minibüsümüz geliyor. Geride kalanları toplamak üzere gidip kısa bir süre sonra onlarla birlikte geri dönüyor. Artık tamamız. Çamurlu ayaklarımızla minibüse doluştuğumuzda bira içmek için elini kaldıranların sayısı 4’ü geçmiyor. Hedef, geçen yıl da yemek yediğimiz bir kır lokantası. Etimiz, fırına verilmiş, güveçte pişmiş, bizi bekliyor. Telefon çekmeye başlar başlamaz yeniden ısıtılmasını ve kır lokantasına götürülmesini sağlıyoruz: Yarım saatlik bir yolculuk sonrasında arabalarımıza vasıl oluyor, teşekkür ederek minibüsten ayrılıyoruz.
On dakika sonra kır lokantasındayız. Et, çok güzel pişmiş. Suyuna ekmek banmak da ayrı bir keyif. Birer kadeh rakı ile birlikte değmeyin keyfimize. Yüzümüzde gülücükler, Yunus ağabey’e teşekkür borçlu, ama katılan her bir arkadaşımız ile keyfimizin bir kat daha arttığı gerçeği ve bir sonraki yürüyüşün düşü ile gruptan ayrılıp Adana’ya geri dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Nazan, araba kullanacağı için hiç içmedi sağ olsun. Ben, bir ara uykuya yenik düşüyorum. Uyandığımda Adana’ya az bir mesafe kalmış. Nazan, “çok canım çekti, eve gidince bir kadeh şarap içeceğim” diyor.
Hava kararmadan evdeyiz. Bir duş, ardından 20.30 gibi tuş.
Bu geziyi güzelleştiren herkese, bize bu keyfi sunan doğaya sonsuz teşekkürler.



21 Nisan 2010, Çarşamba

2 yorum:

  1. çok güzel anlatmışsınız dilinize ve elinize sağlık aynı parkuru ağustos ayında bizde yürüdük zor ama zevkli bir yürüyüş parkuru ,doğanın ihtişamı insanı ürkütüyor başlangıçta ama sonra sanki bir yağlı boya tablonun içinde yürüyor insan ,arkadaşlarınızı ve sizi tebrik ediyorum doğayı severek katlanmış olduğunuz zahmete hürmeten saygılarımla alp özgen

    YanıtlaSil
  2. Tayfun bey merhaba, geçen seneden beri üzerinde çalıştığım ama yürümeye kısmet olmayan parkur ile ilgili yazınızı okudum, öncelikle anlatımınız için teşekkür ederim.
    2 gün süresi içerisinde Belemedik ten, kapıkaya Kanyonuna yürümek gibi bir planım var.Bireysel etkinliklerde hareketli bir araca sahip olmamak rota üzerinde çok iyi çalışma gerektiriyorki, bu rota da 2 günde geri dönülecek bir rota değil.Bu bağlam da
    1- Pozantıdan Hacıkırı veya Karaisalı ya dolmuş vb. ulaşım varmı?
    2-Pozantıdan Hacıkırı veya Karaisalıya tren ulaşımı?
    3-Yürüyüşlerinizden dolayı hacıkırı, Karaisalı bucağı Muhtar, esnaf vb kişilerin ulaşım numaraları varmı?
    4- benim aklıma gelmeyen başka ilave edeceğiniz bilgiler varsa aydınlatırsanız sevinirim.
    Teşekkürler. (Her zaman nete bakamıyorum, "omer.disdis@gmail.com" adresine de yanıtlayabilirsiniz.
    3-
    3-

    YanıtlaSil