Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

14 Temmuz 2020 Salı

SILENT SWAN, ÖREN'E KAVUŞTU

İSTANBUL'DAN ÖREN'E TEKNE TRANSFERİ

Bir önceki sene Ataköy Marina'da sözleşmemiz sona ererken teknemi götürmek için bana en cazip gelen marina, Gökova Ören Marina olmuştu. Ancak İstanbul'da West İstanbul Marina'nın çok güzel bir fiyat vermesi ve benim teknemden ayrılmaya henüz hazır olmadığımı fark etmem nedeniyle Ören kararımı biraz ötelemiştim. West İstanbul Marina'dan bir marina olarak çok keyif almama rağmen, Adalar'a ulaşmamızın güçlüğü, sadece haftasonları tekneyi ziyaret ve liman dışında biraz yelken ya da motor seyrinin ötesine geçemeyen bir süreç, tekneyi Ege'ye götürme kararımızı daha ciddi bir şekilde sorgulamamıza yol açtı.

Marina değişikliği için aklıma yine ilk gelen, kalbimin sesini dinlediğimde bana tek adres gibi gelen, Gökova Marina oldu. Bu sene, şubattaki Boatshow öncesi bir karar vermek üzere bir haftasonu, Esma ile birlikte atlayıp Bodrum'a gittik. Cumartesi gecesi Güllük'te bir otelde kaldık. Ertesi sabah önce Güllük Marina'yı ziyaret ettik. Daha önce tekne bakmak üzere gittiğimiz bir marina idi. O zaman da beğenmiştik. Güzel, keyifli, sessiz, butik bir marina. Ama bizim asıl görmek istediğimiz, Gökova Ören Marina. Kıyıkışlacık'taki marinayı görmeyi ise en sona bıraktık.

Kiraladığımız araba ile Güllük-Ören arası 1 saat sürdü. Çok keyifli bir yoldan geçerek haince Gökova'nın kalbine saplanmış o ucube termik santral bacasının dibinden sola döndük, başımızı da o tarafa döndürerek. Ne kadar büyük bir hainliktir bu termik santral. Şimdi de benzer hainlik, Akkuyu'da yapılıyor.

Yandex bizi ara sokaklardan geçirerek marinanın kapısına kadar getiriyor. İçimiz açılıyor hemen. Park ediyor ve önce ofis binasına girerek kendimizi tanıtıyoruz. İki senedir pazarlık ettiğim için beni tanıyorlar zaten. Ön bürodaki Umut, marina müdürlüğüne vekalet eden Alp (o gün kendisi orada değil). Bizi elektrikli bir shutle aracına bindirerek marinayır gezdiriyorlar. Zaten çoktan hazırım ben bu marinaya. Esma ile birlikte anında beğeniyor, benimsiyoruz.
İstanbul'un boğuculuğundan sonra burası bize ne kadar dingin, dinlendirici ve dinleyici geliyor ki, bizi dinlediğini hissediyoruz.

"Tamam" diyoruz Esma ile göz göze gelip konuşmadan. Sabahtan Cengizler'e de haber vermiştim Ören'de olacağız diye. Onlar da emekli olup Marmaris'e yerleşenlerden. Biraz sonra onlar da Yandex ile marinanın kapısını buluyorlar. Marina'nın kafesinde birer kahve içerken hasret de gideriyoruz aynı zamanda. “Kıyıkışlacık'ı da görelim” diyorlar. "Ben buradan kalkmıyorum, gerek yok Kıyıkışlacığı görmeye". Kalkıyoruz sonra. Uçağımız var akşamüstü. Hem Kıyıkışlacık'ı da görelim, belki balık-rakı (balık bende rakıya öncelikli) yapma şansımız da olur.
Yandex ile yola çıkıyoruz. Ören'in uzun bir sahil yolu var. Oradan geçiyoruz denize baka baka, girilmez levhasını geride bıraktığımızı fark ede, fark ede. Utanıp doğru yola giriyor ve Kıyıkışlacık'a yola koyuluyoruz.

Havaalanı ayrımından sonrası çok sevimsiz. Git, git bir türlü Kıyıkışlacık'a ulaşamıyoruz. Önce ana limana giriyor, yanlış yerde olduğumuzu anlayınca ana yola geri dönüp Yandex'e yeniden adres giriyoruz.

Kıyıkışlacık'taki İasos Marina da butik, sessiz-sakin ve köşelerde saklanmış bir marina. İki kişi var görevli. Burası sadece inzivaya çekilenler için bir marina olabilirmiş gibi hissediyoruz. Limanda nerede balık yiyebileceğimizi öğrenip hemen yola çıkıyoruz.

Kıyıkışlacık Liman'da bir balıkçıdan balık alıp, deniz kenarındaki bir restorana götürüp oturuyoruz. Balıların pişmesini beklerken bir biranın yarısı, balıkları yerken de diğer yarısı yeterli oluyor bana. Bugün keyfim yerinde ama ikinci birayı havaalanına bırakıyorum. Dönüş yolu sevimsiz çünkü.

Uçağa bindiğimizde karar çoktan şekillenmiş. İkimiz de teknemizi, Silent Swan'ı Ören'e götürmeye, daha marinayı gördüğümüzde karar vermişiz bile.

Karar verme süreci böyle.

Şubat'ta CNR'daki fuarda Ören Marina ile el sıkışıyoruz, fuar sonrası anlaştığımız parayı havale ediyoruz, artık Ören Marina'lıyız. Marinaya ne zaman girersek sözleşmemiz o zaman başlayacak. WİM'deki süremiz, nisan sonunda (2020) doluyor. Nisan sonunda yol koyulsak 10 güne götürürüz tekneyi. Önce Saro (Ari Paşalı) Hoca ile konuşuyorum. Cumartesi akşamüstü çıkar ertesi gün Bozcaada'da durur, mazot alıp, ertesi sabah Midilli'nin arkasından güneye, uygun bir yerde geceleme, bir sonraki gün yine uzun bir seyir ile Ören. Bu program daha çok işime geliyor. Hem tekneyi götüreceğiz, hem Saro Hoca ile uzun seyir yapmış olacağım, hem de işten güçten çok uzak kalmayacağım. Whatusp gruplarında tanıştığım bazı kaptanlar, nisan sonunun güneye seyir için çok keyifli olmayabileceğini, çok sık fırtınaların olduğu bir dönem olduğunu söylüyorlar.

Ören, bir tutku oluyor yaşamımda. Sürekli Youtube'da, internette Ören Marina ile ilgili videolar arayıp seyrediyorum. Eşe dosta anlatıyorum, ne kadar etkileyici bir yer olduğunu. Kendime anlatıyorum, ne kadar doğru bir karar verdiğimizi, ne kadar heyecanla beklediğimi. Gökova hayran olduğum bir koy. Birden fazla kez yelkenli tekne haftamız olmuştu Gökova’da. Karacasöğüt, Longöz, karaya oturduğum Büyük Çatı, bileğimi kırdığım Okluk Koyu; aklımda yer etmiş, hiç unutamadığım büyülü lokasyonlar arasında ve hasretle bekliyorum yeniden o koylara demir atmayı.

Nisan sonu gidiyoruz inşallah, her ay mümkünse iki uzun haftasonu, perşembe akşamından çıkıp pazar dönmek şeklinde planlar yapıyoruz. Haziran başı, zaten ekip ile Yunan adalarındayız, hemen dönüşte teknemi görmem lazım, haziran ortasına bilet alınıyor. Haziran'ın sonu, temmuzun ortası, bayramın kör sabahına gidiş, gece karanlığında dönüş biletleri, hepsi tamam.

Sonra “Corona Günleri’nde Aşk” başlıyor. Hayatımız korku filmine dönüyor. Aşk diyorum ama, aşk tek taraflı. Covid bize ulaşmaya çalışıyor büyük bir iştahla, biz kaçmaya büyük bir korkuyla. Kaçamazsan ölüyorsun çünkü. Çin’den başlayan, Avrupa Ülkeleri’nde hızla yayılan, bize de sıçradığında İtalya’da ölüm sayısı şimdiden 10.000’e ulaşmış, İspanyol gribi gibi dünyanın sapır sapır döküleceğine ilişkin öngörülere neden olmuş, gerçekten insanları öldüren bir salgın bu ve kısa zamanda WHO tarafından pandemi olarak ilan ediliyor. Bütün ülkeler kendi canını kurtarmanın peşinde. İngiltere halkını önlem almaksızın virüsün kucağına bırakmış, kendiliğinden bağışıklık gelişsin rüyasında, İtalya önlemler alıyor ama özellikle yaşlılar olmak üzere İtalyanlar yüzer yüzer ölüyor, İtalyanlar çaresiz kalıyor. 60 yaş ve üzeri hassas nüfus olarak ilan ediliyor,  salgının boyutlarının ve sonuçlarının ne kadar ciddi olabileceğine ilişkin bir şey bilen yok, ama bolca felaket senaryoları dolaşıyor her yerlerde.

Hastanemize gelen Covid’li hasta sayısı giderek artıyor, kamu hastanelerinin kitlendiğine ilişkin haberler uçuşuyor, yetkililer her zaman olduğu gibi akılcı, şeffaf ve bilgilendirici olma cesaretini gösteremiyor. Bizler, internet ve sosyal medyayı kullanarak hastalıkla bizden daha önce savaşmaya başlamış ülkelerin hekimlerinden gelen bilgiler, öngörüler ile kendi deneyimlerimizi birleştirerek hastalarımıza ve kendimize yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Bu dönem, kısa süreliğine de olsa ölmekten korktuğum, kendimce erkenden gideceğim endişesini yaşadığım, şimdi yoğun bakım yatağında yatıyor olsaydım, neyi yapmadığım, yapamayacağım için üzüleceğimi sorguladığım bir dönem oluyor. Ülkeyi yönetenlerin olayın ciddiyetini günlerce belki haftalarca algılayamadığı, ilk alınan tedbirler arasında uçak biletlerindeki KDV oranının düşürülmesinin de olduğu, aslında başlangıçta uzun bir süre hiçbir tedbirin alınamadığı karakterde bir ülkede, her zaman olduğu gibi işimiz, Allah’a kalıyor.

Hastanedeki, bizlerdeki, bendeki ilk panik azaldıktan sonra hem insanlara daha fazla nasıl yardımcı olabiliriz, hem de kendimizi ve ailelerimizi nasıl koruruz derdine düşüyoruz ve çok bir süre geçmeden bu yaşama adapte oluyoruz. Ameliyatlarımız ve polikliniklerimiz durma noktasına geliyor, daha az kişi ile hastaneyi ve ameliyathaneyi döndürebiliyor, özellikle ilk günlerde ne olduğunu anlamadan hastalar ile haşır neşir olan doktor ve diğer sağlık hizmeti  veren arkadaşlarımızın patır patır Covid’e yakalandığını görünce korkularımız artıyor ve kronik hale geliyor; hiçbir kaçışın olmadığı bu süreçte, sadece maske sayımızı arttırıyoruz, yüzümüzü korumaya, şeffaf siperlikler ile gözlerimizi sakınmaya çalışıyoruz, sanırım bundan sonra kolay kolay değiştiremeyeceğimiz alışkanlıklar geliştiriyor ve onlara sığınıyoruz. Sarılmıyoruz mesela kimseye, kimseyi öpmeye yeltenmiyoruz, insanlar ile aramıza sosyal mesafe diye bir kavram giriyor, birbirimizden uzaklaşıyoruz. Elimizi çok sık yıkıyor, kurumasına, yara olmasına neden oluyor, sonra da nemlensin diye nemlendirici kullanıyoruz, nemlendiriciyi ellediğimiz için kıllanıyor ve ellerimizi yeniden yıkıyoruz, yıkadıktan sonra musluğu kapattığımız elimizi sonra bir daha yıkıyoruz. Korkudan; eve gittiğimizde ailemiz ile odalarımızı, havlularımızı, öykülerimizi bile ayırıyoruz, hastanede olanları anlatırsak, evdekilere de belki virüs bulaşacak diye.

Sapıttığımız bu sürecin sonrasında, bize yakıştığı gibi normale dönme gayretlerimiz ve becerimiz artıyor, büyük bir güçle direnmeye başlıyoruz. İdari düzeyde daha etkili, akılcı tedbirler alınmaya başlıyor, sağlık bakanı şeffaf bir şekilde istatistiksel bilgiler vermeye başlıyor. Her gece acaba bugünkü rakamlar nasıl diye televizyon karşısına çivileniyoruz. Bu sürecin uzun soluklu ve çok sancılı olacağı gerçeğini kabulleniyoruz. Ama bir güzelliği de oluyor bu sürecin aslında. Sadece kendimize ve beraberinde nihayet sadece bilime ve akıla güvenmemiz gerektiğini algıladığımız, bilime ve akıla sırt dönmüşlerin bile çaresizce bu gerçeği kabul ettiği, bilimden medet umduğu, bilim insanları aşı-ilaç geliştirsinler diye umutla beklediği günleri yaşamaya başlıyoruz.

Bu süreçte en çok etkilendiğim an, bir arkadaşımın bir sözünü duyduğum telefon konuşmasıdır. Deniz sevdalısı, yelken aşığı, kendi yelkenli teknesini almaya henüz karar vermemiş,  2023’te emekli olmadan hemen önce tekne almayı planlayan bir hekim arkadaşım, kendisi ile sohbet ettiğimiz günden bir kaç gün sonra yüksek ateş nedeniyle gittiği kendi hastanesinde, Covid şüphesi ile hastaneye yatırılıyor. Her geçen gün durumu kötüye gidiyor, önceleri telefon ile konuşabilir, bana bilgi verebilir haldeyken sonraları nefes alamaz, kendi deyimiyle kan tükürür hale geliyor. Boğuluyor. Fenerbahçe’de, Kalamış Marina’daki henüz almadığı teknesine her gün uğrama, kromlarını parlatma, yelken yapma, Burgaz’a gidip rakı-balık yapma, sonrasında 2023’te emekli olup Ege’ye yerleşme, doğaya dönme planları olan bu adamın ölümün kıyısından sıyırıp tam 15 gün sonra yaşama tekrar döndüğünde söylediği söz, sadece şu oluyor: “Tamam,teknemi çok gecikmeden alacağım, ama şimdi sadece nefes alabilmek istiyorum”.

Hoppp, kendime geliyorum. Ne istiyorum? Denizde olmak, teknemde olmak, böyle deli gibi çalışmamak, bu çalışma temposunu normalmiş gibi görmekten vazgeçmek, kaç yılım daha kaldı ki kaldı diye sormamak, ya da belki de sormak, kalan yıllarımı hesaplayıp, çalıştığım yılları toplayıp, birbirindençıkarıp ona göre ne zaman emekli olacağım hesabı yapmamak, ne kadar kaldıysa geriye denizde geçirmek. Yoğun bakım yatağında yatıyor olsam ve kendime “ne yapmadığın ya da yapamayacağın için pişman olursun ?” sorusunun cevabını buluyorum: Teknemiz ile Gökova’ya, Ören’e gitmek, emekli olmadan önce mümkün olduğunca çok, fazla uzatmadan emekli olduğumda ise mümkün olduğunca çoktan daha çok teknemizde olmak, o koy senin bu koy benim gezmek, yeni yerler keşfetmek, mümkün olduğunca uzaklara gitmek, hem teknede yorulmak, öğrenmek, hem de dinginleşmek.

Öyleyse Silent Swan mümkün olan en kısa zamanda güneye götürülecek, o an gelene kadar ölünmeyecek, ölmemek için maksimum koruma tedbirleri ihmal edilmeyecek ama çok da abartılmayacak, kâbus haline getirilmeyecek, midede ülser oluşturulmayacak, mide kanatılmayacak, kafa üşütülmeyecek.

Tekne Ören’e götürülecek de, nisan sonuna kadar olan WİM sözleşmemizin bitiminde marinadan ayrılma olasılığımız olmayabilir. Zira biz teknemizi götürebilecek miyiz, ne zaman götürebileceğiz sarmalı içinde yuvarlanıp dururken Bilim Kurulu’na sürekli direnen büyüklerimiz (!) nihayet pes ediyor, sokağa çıkma yasaklarını başlatıyor. Limanlardan çıkışlar yasaklanıyor, şehirlerarası yolculuklar kısıtlanıyor, büyük şehirlerden çıkamaz, bir diğerine giremez hale geliyoruz. Böylece bu sarmaldan kurtulma çabalarımıza ve marinadan nasıl çıkarız sorusuna cevap aramaya gerek kalmıyor. Çıkamıyoruz çünkü. Ne zaman çıkabileceğimiz de belirsiz hale geliyor. WİM ile görüşüp sözleşmeyi bir ay daha uzatıyorum. West İstanbul Marina’nın bu süreçte, ödemeler, fiyat belirlemeler ile ilgili asil tavrını hiç unutmayacağım. Selam olsun onlara.

Bekliyoruz.

“Bugünü de hasta olmadan atlatabilecek miyiz ?”, “boğazım mı ağrıyor ne ?”, “kas ağrısı değil bu, hayır, Covid olmadım”, “ateşim çıktı işte, Covid oldum” gibi bir sürü endişe ile virüsün etkisini kaybedeceği günlere kavuşmayı bekliyoruz. Virüsün etkisini kaybetmesi bir yana, tüm dünyada, eylül-ekimde Covid’in ikinci dalga yapacağına ilişkin söylemler dolaşıyor. Biz ise hala Covid testi yapamıyor, yaptıramıyoruz. Cerrahi maske sıkıntısı yaşıyoruz. Üç kuruşluk maskelerin bir kutusu 250 TL’a satılıyor. Sonra devlet olaya el koyuyor çok şükür ve maskelere artık hiç ulaşamıyoruz. Ameliyathanede bile maske sıkıntısı yaşar hale geliyoruz. Devlet, hastanelerin kendi olanakları ile maske teminine izin vermiyor. Koruyucu niteliği yüksek olan ve N95 diye tabir edilen maskelere ulaşmak için inim inliyoruz.

Sonra süreç biraz daha dinginleşiyor, dengeleniyor, Covid yaşamımızın bir parçası oluyor, her gün kaybettiğimiz onlarca vatandaşımızın acısı, belki de sadece ateşin düştüğü yeri yakar hale geliyor ve ölümler, yoğun bakımda yatanlar, intübe hastalar bizim için ne yazık ki sadece rakamlara dönüşüyor, rakamlardan utanıyor, ama bugün de ölmedik diyerek yaşamaya devam ediyoruz.

Haziran gelinceye kadar, Liman Başkanlıklarının kararları her kentte farklılıklar gösteriyor. Marmaris’te tekneler koy koy gezer, sakinlikten memnun ama ıssızlıktan şikayet ederken İstanbul’da marinalardan burnumuzu çıkaramıyoruz. Yine de şanslı hissediyorum kendimi, mesai daha erken bitiyor, trafik neredeyse hiç yok, sık aralıklar ile teknemi ziyarete gidebiliyorum. Sonunda 1 Haziran’da seyir yasakları kalkıyor ve 2 Haziran Salı günü yola çıkma kararı alıyoruz.

Utanıyorum bir yandan, insanlar canı ile uğraşırken teknemi güneye götürme rüyam yüzünden. Bir yandan da hiç utanmıyorum, ben de canımla uğraşıyorum zaten. Artık kendimden, etrafımdan, geleceğime ilişkin aldığım, alacağım kararlardan utanmıyorum, ya da öyle zannediyorum, genetik bu, değişir mi hiç, bilemiyorum. Yaşadığım her günün bir hediye olduğu gerçeğini gözümüze sokuyor yaşam. Zaten bunalmışız, gerim gerim keman teli gibi gerilmişiz, startta starting box’tan fırlayan atlar gibi fırlayıveriyoruz İstanbul’dan yasaklar kaldırılır kaldırılmaz. “Kuzeyden Güneye İnenler” isimli bir whatsup grubundaki listede Silent Swan ismi, ilk sırada.

Silent Swan, 5 yaşında bir Bavaria Cruiser 37. Üç sene önce bir doktor arkadaştan aldık. Tekneyi aldıktan sonra da arkadaş olduk. Ataköy Marina pontonlarında bir arkadaşımın teknesini sıkça ziyaret ettiğim, yelken ve sohbet fırsatı bulduğumuz, benim de bir tekne alabileceğim, bunu emekliliğe bırakmadan hemen şimdi yapabileceğim gerçeğini keşfettiğim günler. G pontonunda gözümü alan, 37 feet gri bordalı şık bir Bavaria’yı sahibinden.com’da gördüğümde hemen sahibini arıyor, teknenin Bodrum’a götürülmüş olduğunu öğrenince hafif bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Esma ile konuşup hayatımızda ilk defa tekne görmeye gitmeye karar veriyoruz.

İki günlük Bodrum seyahati, Güllük’te teknenin ziyareti, Yalıkavak’ta arkadaşlarımız ile bir akşam yemeği, yemek bitiminde arkadışımızın ayağını burkması, gecenin bir kısmını hastanede geçirmemiz, ertesi gün geç kahvaltımız ile geçen haftasonunda tekneye fiyat verme, sahip olmayı düşünme gibi düşünceler nedense yer almıyor. Nedendir, hala bilmem. Belki gerçekten hala tekne almaya hazır değilimdir, bilemiyorum. “O tekne senin değildir, seni bekleyen o tekne değildir, tekneyi gördüğünde anlarsın zaten, aşık olursun”. Yok, ben bu tür duygulanımlara uzağım. Sonuçta bir tekne alınacak, tabii ki beğenilecek, fikir jimnastiği yapılacak, boşa konulacak, doluyor mu, doluya konulacak alıyor mu diye bakılacak. Araba alıyorsun, âşık olduğun için mi, ya da aldıktan sonra âşık mı oluyorsun arabana, yok artık.

Öyle değilmiş tabii kazın ayağı. Tekneni aldıktan sonra yavaş yavaş ona âşık oluyormuşsun.

Silent Swan, yine G pontonunda, Can’ın teknesine yürürken gözümün içine giren o iki tekneden biri. İkisi de Bavaria Cruise 37. İki kardeşlermiş gibi bakardım ben onlara. Birini gidip Bodrum’da gördüm, Silent Swan ise hep gözümün önünde. Nedense, bu tekne satılsa da alsam duygusu var içimde. Gittim, bunun kardeşine baktım, beğendim de, 37 feet bir tekne alınabilir noktasına geldim zaten. İnşallah bu da bir gün satılık tekne ilanlarında yer bulur kendine.

Beyaz bir tekne Silent Swan. Çok keyifli minderleri var havuzlukta ve güvertede. Nedense bu minderler benim için cazip. Bilemiyorum nedenini. Her geçişimde tekrar tekrar bakıyor ve düşünüyorum, 37 feet tekne bana yetecek mi gerçekten diye. O sıralar, sahibinden.com’daki 40-42 feet bütün 2. el tekneleri biliyorum. Aynı teknelere bakıyorum bazen defalarca. Yeni bir tekne girerse listeye sanki en önce benim haberim oluyor. Sanki tekne almaya daha bir hazırım artık.

Silent Swan S/Y 

Sonra bir gün Silent Swan’a çok benzeyen 37 feet beyaz bir Bavaria ilanı görüyorum sahibinden.com’da. Resimlere dikkatle baktığımda arkadaki binayı tanıyorum, aslında teknenin parmak pontona bağlanma halatlarını ve bağlanma açılarını bile tanıyorum. Resimdeki marina binası, Ataköy Marina ofis binası. Marina ofisini arıyorum hemen, telefonunu istiyorum sahibinin. Sadece e-maili var, bana emailini veriyorlar.

Mailime akşam cevap geliyor, ertesi gün telefonlaşıyoruz. Bir hekim teknesi olduğunu öğrenince daha bir keyifleniyor, ısınıyorum. Teknenin dışını zaten görüp beğendiğimi, içini merak ettiğimi söylüyor, nasıl görebileceğimi soruyorum. “Anahtarı arabada, araba ise Çobançeşme’de oto tamircisinde” diyor Kadir Bey, “gidip anahtarı alın, tekneyi görün”.

Alıyorum ve görüyorum.

Teknenin dışı gibi, içi de pırıl pırıl, aydınlık, ferah, büyük. İki kamaralı oluşundan kaynaklanan daha da bir büyüklüğü var.

Oturuyorum içeride koltuklardan birinde. Bekliyorum. Hayır, hiç de öyle olmuyor. “İşte bu tekne benim, beni bekleyen tekne işte bu” falan olmuyor. Teknenin içinde oturuyorum, havuzluğunda oturuyorum belki ilahi bir ses gelecek “al bu tekneyi” diyecek diye. Öyle bir şey de yok. Yine tekne almalı mıyım noktasında buluyorum kendimi. Biriktirdiğim tüm parayı vermem gerekiyor bu tekneyi alacaksam, üstüne de daha para koymam gerekiyor.

Bir ay kadar bir süre telefonlaşmalar, yurtdışına çıkışlar nedeniyle araya süreler girmeler derken, bir gün Kadir bey eşi ile birlikte bizi tekneye davet ediyor, denize çıkarıyor, meyve eşliğinde beyaz şarap ikram ediyor, sohbet etme imkanı yaratıyor. Kadir Bey de benim gibi Çapa’lı. İstanbul Tıp Fakültesi’ne Çapa Tıp Fakültesi derler ya hatalı bir şekilde. Ama biz gerçekten Çapa’lıyızdır. Bu da bir sempati ve güven duygusu yaratıyor bizde. O gün el sıkışıyoruz Kadir Bey ile. Rakamda anlaşıyoruz. Bir iki hafta sonunda ödemeler ve işlemler bitiyor, Silent Swan Türk Bayrağı’na geçiyor ve bizim oluyor.

İsmini çok beğendiğim için değiştirmeyi hiç düşünmüyorum, eski sahibine bu kararımı sormanın bir nezaket kuralı olduğunu bilmiyorum o tarihlerde. Biliyor olsam sorar mıydım? Sorar ve ismini korumak için izin isterdim herhalde. Sanırım, Kadir Bey de bu kararımdan memnun olurdu diye düşünüyorum.

Bir buçuk yıl, Ataköy Marina’da kalıyoruz, sözleşmenin bitimine yakın tarihlerde Ataköy Marina bizden neredeyse tekne parası (!) kadar bağlanma parası istediğinde yer aramaya başlıyoruz. Esma,  tekneyi Ege’ye götürmemizi çok istiyor, bense kararsızım, ama yer arıyorum yine de güneyde. Aklımda o zaman bile Ören Marina var. Nedendir bilmem. Asılında biliyorum. Gökova muhteşem bir körfez, bir sürü koy barındırıyor içerisinde bazılarını ziyaret etme, havasını koklama, denizine girme, gecesini yaşama, gününe güler yüzle uyanma şansı bulduğum; görmediğim bir sürü başka köşeleri de bulunduğunu bildiğim. Fiyatta da anlaştığımız halde, 55 yaşından sonra teknesi olmuş birisi olarak teknemden uzak kalma fikrinin benim için katlanılabilir olmadığını fark ediyorum. West İstanbul Marina’nın oldukça cazip teklifi de benim kararımı etkiliyor.

2018 şubatının son haftası, Ataköy Marina’dan G pontonundan ayrılıp WİM’ya, E pontonuna bağlıyoruz Silent Swan’ı. WİM gerçekten çok güzel bir marina. Ancak, en büyük şansızlığı şehre çok uzak olması. Hem araba ile marinaya ulaşmak için, hem de tekne ile bir yerlere ulaşmak için. Sadece Marmara’ya daha yakın. Birbirini izleyen iki sene, iki bayramda, birer haftalık Marmara gezisi ile taçlandırıyoruz bu fırsatı. Teknemizde gerçekten yaşadığımız birer haftadır, o iki hafta.

Bir buçuk yıl geçti üzerinden, WİM’e geleli. Artık teknemizde daha uzun süreler yaşamak istiyoruz. Güneye götürme kararımızın ardında bu özlem de var aslında. Her ay birkaç gün, hatta ayarlayabilirsem birer hafta Ören’e gitmek için fırsat yaratabilirsem bir sürü gün teknemizde yaşamış olacağız.

Bu, teknemizde uzun yaşama planlarının ilki yarın gerçekleşecek. Yarın, akşamüstü, teknemize binip palamarları çözüp WİM'e veda edeceğiz. Gece seyri yapıp Bozcada'da duracağız ertesi akşamüstü. Bir gün önce teknenin son temizliği yapılmış, o gün bana kendi ördüğüm ve kilit ile pontondaki koç boynuzlarına bağladığım halatlarımın kilitlerini söktükten sonra tekneye almak ve teknedeki iki koltuk halatımızı onların yerine koç boynuzlarına bağlamak, şişme botumuzu şişirmek, denize atıp seyre hazır hale getirmek, mazot almak, teknenin su depolarını doldurmak, son alışverişleri yapıp tekneye yerleştirmek ve akşamüstü trafiğine kalmadan eve dönmek kalıyor. Yarın yolumuz uzun.

 

2 Haziran 2020, Salı

Sabah bir sezaryene anestezi vermem gerekiyor, hastaneye gidiyorum. Aklım teknede ve bizi heyecanlandıran bu seyir haftasında, Ören yolculuğunda. Aslında Silent Swan yolculuğa tamamen hazır. Bu sene güneş panelini taktırdım, invertör koydurttum, Honda 2.3 kıçtan takma motorumu aldım, demirimi ultra demir, 45 metrelik zincirimi 75 metre yeni zincir ile değiştirdim, rahat edemedim, ölçtüğümde 70 metre gelen zincirimin arkasına eski zincirimden 20 metre daha eklettim. Teknenin haftalık hazırlıkları zaten dünden bitirilmiş. Su depoları ve mazot deposu ağzına kadar dolu. Kumanya alışverişi dünden tamamlanmış, yerlerine istiflenmiş, tekneye giderken de evden götürülecekler de tekneye ulaştırıldı mı, tamam. Akşam üstü ver elini Çanakkale Boğazı, Bozcaada. Yalnız, bir sorun var; dün akşamüstü aradığımda, Bozcaada liman görevlisi Şerifali, limanın müsait olduğunu ancak adaya çıkamayacağımızı söylüyor. Aslında iki sorun var. İkinci sorun da limanda bir gece bağlanmanın fiyatı 175 TL. Çok sevimsiz.

Bebek doğar doğmaz hastaneden ayrılıyorum. Evden Esma’yı ve tekneye götürülecek bavullarımızı ve son nevaleyi de alıp kapıya çağırdığımız taksiye binip WİM’e yollanıyoruz. Son malzemelerimiz tekneye yerleştiriliyor, bavullar boşaltılıyor, son kez fikir teatisinde bulunuluyor ve rota, Marmara Adası, Asmalı’ya değiştiriliyor. Böylece ilk günden gece seyri ve uzun seyir stresi yaşamamıza gerek kalmıyor, Bozcada Limanına vereceğimiz 175 TL cebimizde kalıyor. Geçtiğimiz hafta Ayvalık, Çeşme ve Didim marinalardan fiyat aldığımda bir gecelik bağlanma için 330-350 TL civarında fiyatlar vermişlerdi. Bir gece için bu rakamlar da çok abartılı ama, hiç olmazsa marinanın kolaylıklarından yararlanma gibi bir avantajla beraber belki kabul edilebilir rakamlar. Ya Bozcaada ? Yazıktır. Pek çok denizci arkadaş, sadece bu fahiş rakamlar nedeniyle Bozcaada’ya gitmediklerini yazıyor whatsup gruplarında. Bozcaada’dan kurtardığım 175 TL’nı Cunda’da balık akşamı için cüzdanımda bir yere ayırıyorum.

Saat 11.00’de motoru çalıştırıyoruz. Motor saati, 632. Palamar desteği alarak koltuk halatlarımızı çözüyoruz ve bu kez pontonda bırakmıyor, teknemize alıyoruz. El sallıyoruz ardımızda bıraktıklarımıza, palamar botundakilere, mendirek dışına dönmeden usturmaçalarımızı da içeriye alıyoruz. 10 saatlik yolumuz var, heyecanlıyız, ben biraz gerginim ama nedeninden emin değilim. Hava güzel, rüzgar yok. Keyifli bir yolculuk olacağından ise eminim. Üç senedir ilk kez, botumuz arkamızda, bizi takip ediyor.

Saatler sonra İmralı iskele bordamızda, çok uzağımızda, Marmara Adası ise yine saatler sonra hep pruvamızda, hep de pruvamızda kalıyor. Serdar Özbarlas’ın sözünü hatırlıyorum, “oğlum, ada orada, görüyoruz ama bir türlü varamıyoruz”. Bizden daha önce yelkene başlamış sonra da bu yüzden yelkeni bırakmıştı. Yıllar sonra yeniden ortak bir yelkenli tekne aldılar. Tuzlu su değdi bir kere bir yerlerine.

Öğle yemeğimiz müjver. Trakya üzerinde karanlık bulutlar oluşuyor ama bize bakmıyorlar. Motor devri 2000, hızımız 5.5 knot. Beklenen varış saatimiz 20.00.

Akşam yediye doğru nihayet ada, ulaşılabilir bir mesafe kadar yakınımızda. Sekize doğru Asmalı köyünü görüyoruz, köy giderek mendireğin arkasında büyüyor, bu kez sanki daha bir sevimli. Daha öne ramazan bayramına denk gelmiştik ve çok sakindi. Sabah yer ayırtmak için telefon ettiğimde "sezon başlamadı, yer sorunu yok" demişlerdi. Gerçekten öyleymiş. Limana girdiğimizde bizden başka misafir tekne olmadığını görüyor, limanın ta dibine girip aborda olmuş koca Bodrum guletinin arkasında, rıhtıma aborda oluyoruz. Çok lezzetli balık yediğimizi hatırladığım, mendireğin hemen dibindeki lokanta da kapalı, yine adada kimseler yok. Olsun. Bir tur atıp teknemize dönüyor, ilk gün için evden getirdiğimiz yemekleri yiyor ve yatıyoruz. Yarın yolumuz uzun. Rota, taaa Ayvalık.

 

3 Haziran 2020, Çarşamba

Saati 4.45’e kurmuştum akşamdan. 5.30’da uyanıyor, 6.00’da iskeleden ayrılmayı başarıyoruz. Başarmak diyorum çünkü sancak bordamızdan bastıran hafif rüzgarı kakıç gücü ile yenebileceğimi hayal edip pürmeçe halat bağlamaya üşeniyorum. Sonra rüzgar bana üşenmenin iyi bir şey olmadığını öğretiyor, yeniden aborda olurken hızlıca pürmeçe halatını rıhtımdaki aneleden geçirip tekrar tekneye atlıyorum. Ondan sonrası, pürmeçenin üzerine gidip teknenin kıçını açtığım daha öncekiler gibi çok kolay oluyor. Bu dersi de cebime koyuyorum :”daha iyi planla, üşenme”. Mehmet Erem’in dediğini hatırlıyorum “daha uzun plan, daha kısa yanaşma-ayrılma”.

Hafiften bir yağmur var, yağıp yağmamak konusunda henüz karar verememiş. Asmalı geride kalırken geriye bir göz attığımda eksoz borusundan beyaz duman çıktığını görüyorum. İmpeller. Daha önce teknemin eksozundan beyaz duman çıktığını hiç görmemiştim. Ama Can’ın teknesinde görmüştüm. Kaç zaman sonra impelerden olduğu ortaya çıkmıştı. Hemen boşa alıp  motor dairesinin kapağını açıyorum. Su haznesinde su çok azalmış, devir daim borularında su ile beraber hava kabarcıkları da dolaşıyor. Motoru kapatıyorum. Mehmet Erem ve Saro Hoca ile telefon konuşmaları, whatsup gruplarında yazışmalar. Su eksilttiğim kesin, suyu tamamlayıp basıp gitmek de bir seçenek. Ama, ilk gece seyrimi yapacağım, ilk uzun yolculuğumu yapacağım, ilk kez boğazdan aşağı ineceğim. Basıp gidemem. Marmara limana girip demir atıyor (ultra zınk diye durduruyor tekneyi) ve kıçtan kara bağlanıyorum. Rıhtıma kadar yanaşıyorum neredeyse, pasarella ucu ucuna yetiyor. Mukavemetinden hep şüphe duyduğum bu pasarellayı değiştirmem lazım. Koltuk halatımı alan abi, bir çorba parası istiyor. Motoru kapatıyorum

Biraz uğraşıp impelerin kapağını sökmeyi başarıyorum. Elimdeki tornavidalar uzun geliyor, lokma takımının içinde uygun tornavida uçları var, nasıl kullanılacağını çözemiyorum. Kendimce bir çözüm üretip İngiliz anahtarı ile tornavida uçlarından kendime bir tornavida yapınca impeller kapağının direncini yeniyorum. İmpeller sağlam gözüküyor. Silikon conta sıkıp tekrar kapatıyorum. Bana söylenenleri yapıyorum tek tek. Su filtresine bakıyorum, içi temiz. Filtreye deniz suyunu getiren hortumu söküyorum, içinden su gelmesi gerekiyormuş, gelmiyor. İçine porçöz dökme teklifi geliyor. Kola ile değiştiriyorum bu öneriyi. Bir de askı teli lazım, vananın ötesinde varsa eğer tıkanıklığı açmak için. Esma nalburdan alıp geliveriyor. Vanayı kapatıp hortumu bir de vanadan çıktığı yerden söküyorum. Oraya da daha uzun tornavida gerekiyor ama elimdekiler ile hallediyorum. Motor üzerinden çalışabileceğim kadar soğumuş. İlk kez ona bu kadar yakınım, kucaklaşmış haldeyiz. Vanayı açınca parmak kalınlığında su geliyor, demek ki orada da bir tıkanıklık yok. Tüm hortumlar yerine takılıyor, kelepçeler sıkılıyor. İmpeller kapağı bir kez daha açılıyor, silikon contanın yeterince conta olmayı henüz başaramadığı görülüyor. İmpelleri Rıza ustanın derslerinden hatırladığım gibi iki tornavida ile iki yandan kanırtarak, ama hiç zarar vermemeye de dikkat ederek çıkarıyorum. Sağlam. "Çıkarmışken yenisini tak" diyor Saro. Hep impeller arızası olacak ve ben onu değiştirmek zorunda kalacağım diye beni geren impeler, WD40 ile yağlandıktan sonra beni çok fazla uğraştırmadan ve hiç zedelenmeden yerine takılıyor. En zoru kanatçıklarını zedelemeden yerleştirmekten çok ortasındaki yarığı, içine oturacağı yuvadaki pime denk getirmek. Esma’nın yakın gözlüğüne ve kafa fenerine müracaat ediliyor. Kendi contasını da yerleştirip kapağını kapattıktan sonra eksilen su tamamlanıyor, kelepçeler ve vana kontrol ediliyor, motor çalıştırılıyor. Hiç hava yok. Devirdaim hortumlarında hiç hava yok. Yaptım işte. Süper. Bir süre çalışıyor motor. Hala hava yok.

İki ders çıkarıyorum bu süreçten. Birincisi, motoru çalıştırmadan önce yağına suyuna bakma alışkanlığımı tam oturtamadım henüz, mutlaka oturtmalıyım. İkincisi, aldığım malzemeleri, aldığımda nasıl kullanıldığını keşfederek öğrenmeliyim. Tam lazım olduğunda lokma takımının içindeki tornavidayı kullanamama gibi bir pozisyona bir daha düşmemeliyim.

Bir fikir jimnastiği başlatıyoruz Esma Sultan ile. Bu gece burada kalınabilir. Saat 10.30. Çanakkale limanda kalınabilir. Sonrasında iki üç gün süre ile lodos var. Boğazdan çıkıp aşağı inmek mümkün değil. En azından benim için. Bu akşam Çanakkale’ye gitsek, bir iki gün Çanakkale’de ya da biraz daha zorlayıp boğazdan çıkabilirsek Bozcaada’da kalmamız gerekecek. Halbuki şimdi çıkarsak lodosa yakalanmadan uzun bir seyir ile Ayvalık’a ulaşmamız mümkün. Merem, Bozcaada yerine lodosun geçmesini Ayvalık’ta bekle demişti. Bugün gece seyrine ve uzun seyre hazırlamıştık kendimizi. Sağanak var Marmara Adası’nda. Hava raporlarına yeniden bakıyoruz, Çanakkale ve aşağısı günlük güneşlik. Yarın akşamüstüne kadar lodos yok. Ne dersin Esma Sultan? Esma Sultan çoktan hazır.

İki tane 10 litrelik mazot bidonlarımı depoya boşaltıp caddedeki benzinciden mazot almaya gideceğim. WİM’deki marin marketten aldığım bidonların kendi boşaltma hortumları var ama bidonu baş aşağı etmeme rağmen ben bir türlü boşaltmayı başaramıyorum. Bidondan damla mazot akmıyor. Kapağını çıkarıp hortum içindeki deliği arıyorum, o da yok. Benzin aktarma hortumum da yok. Aldığım yeri arıyorum ama Hakan da bilmiyor. Nihayet, kafayı çalıştırıyorum, bidonun çok güzel bir emniyet mekanizması olduğunu keşfediyorum. Bidonun sert hortumunu mazot deposuna oturtup, gagasını da deponun ağzına dayayıp baş aşağı ettiğim bidonu, kapağındaki sert hortumun üzerine bastırınca bidonun hortumundaki bir mekanizma harekete geçip mazot akışına izin veriyor. Çok güzel bir tasarım. Dışarıya mazot damlaması mümkün değil. İki tane 10 litrelik bidon bittiğinde mazot deposu ağzına kadar dolmuş oluyor. On saatte, 2000 devirde 20 litre mazot yakmışım.

Motoru çalıştırıp demir alıyoruz. Üzerimizde yağmurluk. Adayı arkamıza alıp Ekincik Adası istikametinde boğaza rota tutuyoruz. Yağmur çok kısa bir süre sonra kesiliyor. Yolumuz uzun. Akıntıdan yararlanmak için aldığım stratejilere kafam basmayınca Gelibolu’ya dümen tutuyorum. Gelibolu civarında boğazın kuzeyine geçecek hep kuzeyinde kalacağım.

Karaburun feneri, 15 mil. Üç saat sonra feneri geçiyor, 7.5 saat sonunda da Adatepe’nin sığlıklarına yaklaşınca Gelibolu’na doğru değiştiriyoruz rotayı. Bahsedildiği gibi vızır vızır bir gemi trafiği yok bugün. İskelemizden gelen giden yok, sancağımızda ise koca bir tanker var, boğaza doğru nazlı nazlı yol alan. Bize oldukça uzak ama boğazda gemiler hızlı gider, bir bakarsınız yanınızdadır, demişlerdi. Trafik hattını mümkü olduğunca dik geçmeye çalışıyorum ama Gelibolu’na doğru da hafif bir açı vermekten kendimi alıkoyamıyourm. O tanker bana hiç yetişmiyor, arkasından mı, önünden mi geçme planları yaparken geminin benden de yavaş seyrettiğini idrak ediyoruz, acente botunu beklediğini sonradan anlıyoruz. Ağır yolla seyreden bu tankerin önünden, ama oldukça uzağından geçişimiz boğazdaki neredeyse tek heyecanlı anımız oluyor. Biz Gelibolu tarafına geçtikten bayağı bir süre sonra acente botunun yanaştığı tanker hızlanıyor ve ne kadar hızla gittiklerini görmemize izin veriyor.

Karşı kıyıya geçtikten sonra merakımdan sahil güvenlik’e tekne ve rotam ile bilgi vermenin yollarını arıyorum. Biliyorum, gerek yok, ama merak ediyorum, nasıl oluyor diye. Kanal 16’dan Türk radyoya anons ediyorum, cevap yok. Sahil güvenliği anons ediyorum, yine yanıt yok. Sahil güvenliği telefonla arıyorum bu kez. İnat ettim, cahilliğimi aşmam lazım. Bilgileniyorum. Sektör anonsu yapmam gerekiyormuş meğer. Utanıyorum cahilliğimden. Önce Sektör Gelibolu’yu kanal 11’den anons ediyorum. Kanal 11’de bayağı bir konuşma trafiği var. Olaya son derece hakim tonlu anonslar, kaptanların acente tekneleri ve geçiş sıralarına ilişkin bilgilendirme konuşmaları yanında benim anonsum zayıf kalıyor, ama cevap alıyorum. Kendimi ve teknemi tanıtıyor, 2 kişi olduğumuzu ve Ayvalık rotasında olduğumuzu söylüyorum. Sanıyorum bu tür bir bilgilendirme beklenmiyor, beni de görmediklerini söylüyorlar, tekne boyu ve hızımı öğrenip daha hızlı gidebilir miyim diye soruyorlar. Ben de isterim tabii ki daha hızlı gitmeyi ama mümkünsüz. Tekne adını kodlamamı istiyorlar, keşke daha önce çalışsaymışım diyecek kadar kötü bir kodlama ile bu aşamayı da atlatıyorum.  Köprü bacağı hizasında Sektör Nara’yı anons etmemi söylüyorlar. Selametle dileği çok hoşuma gidiyor.

Sonra kırmızı köprü bacağına yaklaşıyoruz yavaştan. Bir yandan Gelibolu’yu seyreder, feribotları kollarken bir yandan da gemi trafik hattının fazlasıyla dışında kalmaya gayret ediyor, aynı zamanda bu köprü bacağının neresinden geçmekte selamet vardır sorusunun cevabını çözmeye çalışıyoruz. Köprü bacağı ile ana kara arasında geçilebilecek bir mesafe olduğunu dürbün kullanarak da teyit edince rahatlıyoruz.

Çanakkale köprü bacakları

Kanal 12’den Sektör Nara’yı anons ederken artık daha tecrübeliyim. Kendimi daha bir beğeniyorum bu defa. Koca şilepler arasında benim bilgilendirme çabalarımın aslında pek de gerekli olmadığını fark ediyorum. Ama benim için bu da bir deneyim. Köprü bacaklarının kaç milyar dolara mal olduğunu sanki bilirmişçesine sorgulayıp yine de anı olsun diye fotoğraflarını çekip bacakları gerimizde bırakıyoruz.

Hava gayet güzel, hızımız 6 knot’u geçmiyor, nerede bu akıntı bilmiyoruz. Aslında biliyoruz, boğazın ortasında, ama biz, ilk boğaz seyirlerini yapan iki acemi tekneci, öldüm Allah boğazın ortasını bırak, trafik zonunun yanına bile yaklaşamıyoruz korkudan. Olsun biz bu hıza alışkınız zaten.

Boğazdan geçmek ne ilginç bir deneyim imiş. Boğaz gerçekten zaman zaman ne kadar dar, zaman zaman ise ne kadar genişmiş, kocamanmış, upuzunmuş. Bir bu yakada, bir diğer yakadaki yerleşim merkezlerini, gelip geçen gemileri, yeşillikleri, denizi seyredip akıp gidiyoruz aşağı doğru. Mutluyuz. Benim gerginliğim tamamen geçmiş, o tamir işi beni kendime getirmiş, mutlu etmiş, rahatlamışım, sadece zevk alıyorum, Aytekin Ağabey’in bir zamanlar dediği gibi. Akşam 21.00 gibi tam boğazın ortalarında bir yerlerde olacağız.

Çanakkale Boğazı'nda gece

Poyraz Koyu civarında iken hava kararıyor, çok keskin bir dönüş var orada, karanlıkta, navigasyon olmadan oradaki keskin dönüşü ve Poyraz Koyu’nun kendisini algılamak herhalde bizim için çok güç olabilir, tahminen koyun dibine kadar gider, kıyıya çıkınca çok önce iskelemize doğru dönmüş olmamız gerektiğini idrak edebilirdik diye düşünüyorum. Bu koyu sancak bordamızda bırakıp aşağı döndüğümüzde kıyıya çok yakın olduğumuz halde arkamızdan gelen koca bir geminin düdüğünü öttürüp bize kızdığını duyuyoruz Esma ile. Daha da kıyıya sokuluyoruz. Chartplotterda gerçekten trafik zonunda görünüyoruz. Gemi çok uzağımızda 90 derecelik keskin bir dönüş ile yoluna gidiyor zaten. Çok ileride bir dönüş daha var, bu kez Trakya’ya doğru, ama bunun kadar keskin değil. Karanlıkta kıyıları takip etmek, algılamak, bu kadar büyük bir boğazda mesafeleri kestirmek en azından benim için biraz zor oluyor. Ama yavaş yavaş bu zorluklara alışıyorum. Zaten Kilitbahir’i de dönünce dümdüz bir boğaz kalıyor karşımızda, kıyıları birbirinden oldukça uzak olan.

Çanakkale Şehitler Anıtı

Boğazın bu bölümü oldukça geniş. Karşı kıyıya geçeyim desen 1 saat sürecekmiş gibi geliyor insana. Trakya yakasına yakın seyredip boğaz çıkışında karşıya geçeceğim. Zaten Trakya kıyısının sonuna doğru kırmızı ışıklı bir şey görünüyor uzaktan, fener mi acaba?

Kepez Burnu hizasında Sektör Kumkale’ye giriyoruz. Kısa bir anons ve selametle dileğiyle devam ediyoruz.

Boğaz bitmek üzere, kırmızı ışık yaklaştıkça ne kadar ayıp ettiğimizi görüyoruz. Şehitler Anıtı imiş meğerse. Cahilliğim işte. Saygıyla geçiyoruz yanından. Sonra da direkt karşıya vuruyorum. Boğaz çıkışının sonuna kadar sabredemediğim için biraz verevine geçiyoruz bu bölümünü boğazın ve bu geçiş yarım saat kadar sürüyor. Burada benim kafa biraz karışıyor. Kumkale burnundaki feneri geçtikten sonra Kumkale bankına dikkat ederek iskelemize döneceğim. Gitgit bitmiyor bu sağlık. 3.5-4 metrelerde seyrederken biraz daha sığlık dışına kaçmaya çalışıyorum, bitsin bu sığlık da iskelemize dönelim diye. Gitgit sığlıktan istediğim kadar çıkamıyorum. Yılan Adası ile Tavşan Adası var, döndükten sonra yolumun üzerinde, O adaları sancağımda bırakıp güneye doğru devam edeceğim. Allah’tan Esma var. Meğer ben zaten fener hizasında bu dönüşü yapmışım Tavşan Adaları’nı sancağımda bırakacak bir rotada gitmekteymişim. Biraz bozuluyorum. Karanlıkta üç boyutlu algılamamın çok da yeterli olmadığını fark ediyorum. Chartplotter’a rağmen. İnşallah bu gecelik bir sorundur diye avutuyorum kendimi.



4 Haziran 2020 Perşembe

Saat gecenin 12'si. Yarına döndük.

Önümüzde Bozacaada ve anakara ile arasındaki Ortatepe Adacığı var. Merakla bekliyorum adacığın rotamız üzerinde karşımıza çıkıp çıkmayacağını. Anakaraya yakın sığlık hala devam ettiğinden aslında hala biraz tedirginim. Bayağı bir süre sonra Bozcaada’nın ışıkları gözüküyor. Daha da yaklaştığımızda aslında Bozcaada, Ortatepe Adası ve anakaranın birbirinden ne kadar uzaklarda olduğunu görüyorum ve gece seyrinde chartplotterda gördüğüm ile dibine kadar gidince karşılaştığım mesafelerin ne kadar da birbirinden farklı olduğunu idrak ediyorum.

Bundan sonra Babakale’ye kadar çapariz yok, yolumuz açık. Ben Esma’ya hadi git yat diyorum, Esma bana. Bu inatlaşma içtiği kahveler nedeniyle cin gibi olan Esma’nın galibiyeti ile sonuçlanıyor ve ben havuzlukta, iki hafta boyunca benim yatağım olacak iskele tarafındaki koltuğa uzanıyorum, üzerime uyku tulumunu örterek. Uyur uyanık bir saat sonrasında uyanıyorum nöbeti almak üzere, Esma bir saat daha uyuyabileceğimi söylüyor. O ikinci saatteki uyku çok derin. Dinlenmiş bir şekilde uyanıyorum Nöbet bende. Saat sabahın dördü. Esma, bir ara tuvalete gidip geri döndüğünde yanımızdan koca bir şilebin geçip gittiğini gördüğünü söylüyor. Adam bizimle kara arasından sakince geçivermiş. Gece boyunca böyle iki tane daha maceramız oluyor.

İki saatlik gece vardiyam çok hoşuma gidiyor. Tepemizde dolunaya yaklaşmış ay, her tarafı aydınlatmış zaten. Merakla gün doğumunu bekliyorum. İlk defa yaşayacağım bu güzelliği. Babakale uzaktan göründüğünde gerimizde kalan gökyüzü yavaştan aydınlanmaya başlıyor. Zaten koltukta ayaklarımı uzatmış, dümensuyumuza bakmaktayım. Arada bir şöyle bir yükselip önümüzde ne var ne yok kontrol etmekteyim. Bizimle kara arasından bir şilebin daha yavaş yavaş geçişini seyrediyorum. Ama seyrimin en güzel bölümü, doğan güneşin getirdiği güzelliğe odaklanmış durumda.

İlk saatinin arkasından uyanan Esma’yı içeriye yolluyorum, dışarısı uyumak için biraz serin oldu. Bir ara uyanıp bakıyorum ki uyanan benmişim. Sızmışım bir süre. Etrafa bir göz daha atıyorum, iki saat sonra Esma uyandığında.

Sabah saat 5'i biraz geçe, hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. İlk defa teknede, seyir halindeyken gün doğuşuna tanıklık ediyorum. Gün, teknenin dümensuyunda doğuyor. Pruvamız hala karanlık.

Saat 6.15'te Babakale iskele bordamızda. 

Babakale


Geceboyunca bizi rahatsız edecek düzeyde hiç rüzgar olmadı. Bu sabah da öyle.

Kahvaltı saati. Bu sabah menüde menemen var. Zengin bir kahvaltı sofrasına açgözlülükle bakarken, yıllarca kaldığımız koylarda, iskelelerde yanımızda konaklamış olan yabancı yatçıların mısır gevreği ve sütten oluşan kahvaltıları geliyor aklıma. Daha fazla yiyorum.

Babakale'yi geçip Müsellim Geçidi'ne dönünce yavaştan başlayan rüzgar, pruvamıza geçiyor. Ana yelkeni ve cenovayı açıyoruz. Motor yelken gidiyoruz. Müsellim Kayalıkları'nı görene kadar motoru kapatmıyorum. Sonrasında Midilli Adası karasularına yanaşacak kadar sıkı bir orsa açısı ile hızımızdan biraz feragat ederek ama Yunan sınırını da yalayarak yelken yapmanın keyfini yaşıyoruz. Bir ara bir Yunan Sahil Güvenlik botu kendisini bir gösterip Midilli kıyılarında batıdan doğuya seyrediyor. Ya da adamların bizimle derdi yok, biz kendimize gelin güvey oluyoruz, bilmiyorum.

Müsellim Geçidi

İki ülkeyi denizden ayıran sınırın Yunan tarafına hiç geçmeden yelkenle gidiyoruz, bir süre dümdüz gidip sonra sancağa 15-20 derecelik dönüşler yaparak.

Sonrasında, rotamızı güney-doğuya çevirip anakaranın silüeti içinde kaybolmuş olan adalara doğru rota tutuyoruz. Hangisi Maden Adası, hangisi Yellice Adası, hangisi Kamış Adası, anlamak mümkün değil. Chartplotter'a bakarak rota tutuyoruz. Artık Yunan karasuları uzağımızda. 

Ayvalık'tan yıllar önce iki kez Midilli'ye geçmiştik feribotlar ile. O, daracık kanaldan çıkış ve dönüşte aynı kanaldan girişlerimiz aklımda. Denizcilerin whatsup gruplarında bu kanalın zorluğu ile ilgili satırlar var, ancak tam aksini söyleyenler de. Sonunda adaları birbirinden ayırt edebilecek kadar yaklaşıyoruz adalara. Kamış Adası ve Yuvarlak Ada'nın batısından değil, Kamış Adası'nın doğusundan, Yellice Ada ile arasından geçeceğim. Adalara iyice yaklaştığımızda her biri birbirinden ayrılıp karakterlerini gözlerimiz önüne seriveriyorlar. 

İskelemizde, Maden Adası'nın güneyi ile Semizhoroz sığlıklarının tam doğusunda çok güzel, mavi koylar var. Yellice Adası'nın doğusunda, anakara ve Pınar Adası ile oluşan üçgende de masmavi koylar görüyoruz.

Saat 12 gibi Yellice Adası'nı bordalıyoruz. Artık ileride, Pınar Adası'nı da geride bıraktığımızda Ayvalık girişini görebileceğiz.Haritaya baktığımızda, kanal ağzında iki adet güney kardinal şamandırası görünüyor, ama pruvamıza baktığımızda, kanal ağzındaki yeşil şamadıralardan biri ile aynı cesamette, tek bir güney şamandırası görüyoruz. Tam pruvamızda bir tane siyah bir şey daha görünüyor ama, ne olduğu belli değil. Merem dediydi, şamandıranın ne olduğunu, neresinden geçeceğini anlayamıyorsan, üstüne git, yaklaşınca anlarsın. Kanal ağzındaki şamandıralardan farklı olarak, sonradan, sanki iğreti bir şekilde konulmuş bir güney kardinal şamandırası bu. Onun da güneyinden geçip kanala dönüyoruz. Sağlı sollu üçer adet yeşil ve kırmızı şamandıraların arası oldukça dar ama hiç sorun yaşanacak bir kanal değil burası. Kolayca ve keyifle, sağa sola bakarak geçiyoruz bu kanaldan geçiyoruz. Önümüzde Ayvalık.  

Ayvalık girişi

İki tane koy olabilir geceleyeceğimiz, biri güneyde Paşa Koyu, bir diğeri ise ona gelmeden hemen önce Cennet Koyu, ya da Kumru Koyu. Önce yolumuz üzerindeki Kumru Koyu'na girip bir bakıyoruz. Burada kimseler yok, Paşa Koyu'na bakmaya bile gerek duymadan 5 metreye demir atıyoruz, uzunca da bir zincir bırakıyoruz. Bizim koyumuz oluyor burası. Biraz rüzgarlı ve güneyden gelen rüzgarı alıyoruz ama demirimiz sağlam, kalomamız uzun. Saat, 14.35'te motor kapatılıyor. Motor saati, 669. Yüz ellibeş mili geride bırakmışız. Bu, bizim en uzun seyrimiz, bir kerede en uzağa seyrimiz, ilk Çanakkale Boğazı'ndan geçişimiz, ilk gece seyrimiz. Bizim için çok özel bir seyir oldu.

Kumru Koyu (Cennet Koyu) - Ayvalık

Deniz,  rüzgarlı ve hafif kıpırtılı ama tadına bakmadan olmaz. Bir girip çıkıyorum. Akşamüstü yaklaşırken de bir biranın tadına bakıyorum. Akşam yemeğimiz makarna, salata ve kırmızı şaraptan ibaret. Batıda, Midilli'ye doğru acayip bir mor, eflatun, sarı, kırmızı karışımında gün batımı. Şeytan sofrası'nın manzarası bu kadar güzel değildir. Şükür edip seyrediyoruz.

İki gece burada kalacağız, 3. gece ise Ayvalık Setur Marina'ya girmeyi düşünüyoruz, mazot almak ve gecelemek için. Daha önce telefonla sorduğumda Ayvalık, Çeşme ve Didim Marinalarının fiyatları 330 TL civarında idi. Ayvalık bugün 460 TL fiyat verdi. Sadece karşılaştırabilsinler diye WİM'e bir ay için 1440 TL verdiğimi söyleyip telefonu kapatıyorum. "Yuh". Sadece mazot almak için yanaşacağım, ardından Cunda Balıkçı Barınağı'na gideceğim.

Akşam, tüm ağırlığı ile üzerimize çöküyor, Esma baş kamarada, ben havuzlukta, yolculuğun yorgunluğu ve şarabın verdiği keyif ile sızıyoruz. Gece boyunca, uyku tulumu ya yetiyor, ya az geliyor, üzerine ince bir polar battaniye, rüzgar kesiliyor, çok keyifli bir uyku çekiyorum.


5 Haziran 2020, Cuma

Ayvalık (Kumru Koyu)

Saat 8.30'u geçiyor uyanabildiğimde. Çok seviyorum, teknenin havuzluğundaki uykuları. Esma da benimle beraber uyanıyor. Tekne, deniz suyu ile yıkanıyor. Ardından deniz. Çok soğuk değil. Ama rüzgarlı.

Sabah kahvaltımız için glutensiz undan simit yapıyor, ancak kahvaltıya yetişmeeyceğinden bir yandan da kahvaltı hazırlıyoruz. Bu sabah ıspanaklı yumurta var. Hafiften bir mide bulantısı da var. Bir de sabah kahvaltılarına bayılıyorum, teknenin havuzluğunda yapılan.

Kahvaltı yorucu oluyor tabii, dinleniyoruz. Haftasonu sokağa çıkma yasağı geliyor. Cunda'yı bu akşama alıyoruz. Sonrasında gelebilirsek tekrar bu koya geleceğiz.  

Sonra sokağa çıkma yasağı iptal oluyor. Cunda'yı bir gün sonraya alıyoruz, bu gece de buradayız, ama plan kesin değil tabii. Bir kez daha sokağa çıkma yasağı gelebilir, gelen yasak tekrar iptal olabilir, ya da hiç gelmeyebilir. Biri yasak koyabilir, bir diğeri yasağı kaldırabilir. 

Bugün depoları düzenleme için çok müsait bir gün. Bosa kancasını da bu sayede buluyorum. Depodaki kutulardan birinde çıkıyor. Zincire bosa vuruyorum, sonrasında temizliğe, düzenlemeye devam.

Düzenleme işleri bitince sıra motoru bota takmaya geliyor. Bu da bir ilk. Honda 2.3 dıştan takma motor almıştım, elektrikli motor ile en hafif benzinli motor arasında karar verme sürecimin sonunda tam elektrikli motora karar verdiğimde, satıcının elinde elektrikli motor kalmadığını öğrenmiş, hemen Honda motora yönelmiş, Istanbul'da Honda motor da kalmadığını da öğrenmiş, sadece Kartal Eastmarin'de bir adet olduğunu öğrenince de telefonla rezerve ettirip, Tuzla'daki fuar dönüşünde hemen tek kalan Honda'yı almıştım.

Şimdi o motoru, daha önce hiç kullanmadığım şişme botumuza takma, çalıştırıp test etme, Esma'ya da öğretme zamanı. 13 kg bu motor. 1 litre de benzin alıyor, 14 kg oluyor toplamda. Tekneden bota alması oldukça kolay. Belim nedeniyle bu, benim için önemli bir özellik. Hafif olacak, belimi zorlamayacak.

Ben bir kez çalıştırıp adım adım Esma'ya gösterdikten sonra sıra Esma'ya geliyor. Motorun ipini ilk çekişinde zaten sıkıntılı olan omzu, çok canını acıtıyor Esma'nın. Bu kez botta yer değiştirip sol kolu ile çalıştırıyor Esma, motoru. Şöyle bir tur atıyoruz Esma'nın elinin alışması için, sonra da tekrar tekneye yanaşıp botu bağlıyor, motoru da tekneye, yerine alıyoruz.

Honda 2.3 dıştan takma motor kullanmayı öğreniyoruz

Akşam yemeğinde salata ve dünden kalma makarna ile dünkü şarabın kalan yarısı var. Yemek sonrası, rejisör sandalyelerimiz ile teknenin burnuna gidip dolunaya bakıyoruz uzun uzun, sırtımızda polarlar ile. Sonrasında ise Netflix'ten indirdiğim "Soysuzlar Çetesi" filmine devam ediyoruz ama yine bitiremeden yataklarımıza çekiliyoruz.


6 Haziran 2020, Cumartesi

Cunda Adası

Saat yedide ayaktayım. Kahvaltı öncesinde hafiften bir yağmur gelip geçiyor. Kahvaltı sonrası botla karaya çıkıyor ve sahilde bir o tarafa, bir bu tarafa yürüyoruz. Sadece genç bir çift var sahilde, rejisör sandalyelerinde oturmuş, kahvelerini yudumlayan.

Sonra tekneyi yıkamaca ve arkasından kahvaltı. Bugün akşamüstü buradan ayrılıp Setur Marina’dan mazot alıp Cunda balıkçı barınağına gideceğiz. Balıkçı barınağını arıyorum; yer olduğunu, girince arkadaşların yardımcı olacağını söylüyorlar.

Saat 13.00 gibi gidesim geliyor. Yavaştan motor çalıştırıp demiri alıyoruz. Bize iki gün evsahipliği yapan Kumru Koyu’ndan ayrılıyoruz. Navionics’e bakarak marina’nın yerini buluyoruz. Anons ile palamar desteği istiyoruz. Bizi yakıt iskelesine kadar götürüp kendi kendimize bağlanmamızı kolaylaştırıyorlar (!). Ellibeş litre mazot alıyorum. Motor saati 670. Pis su tankı boşaltma yeri, marinada daha içerideymiş, üşeniyorum. Esma ayrılıyor iskeleden. Sonra ver elini Cunda balıkçı barınağı. Bir ara sahile  çok yakın seyrettiğimizi fark edip koyun derinlerine kaçıyoruz. Sonra barınağa giriyoruz.

Barınağa girişte hemen karşımızdaki kumsal, sığ. İskelemizde kalan alanda da sandallar bağlı. Sancağımızda kalan kahvenin önü ile girişte sağda büyücek tekneler var ama bir tane bize yer var gibi, yardım için hareketlenen kimseler yok. Tekrar telefon ediyorum, kahvenin önüne bağlanmamı söylüyor telefondaki arkadaş. O sırada kahvenin önünde birisi el işareti yapıyor. Demir atıp iki küçük motor arasına kıçtan kara kahvenin önüne yanaşıyor, koltuk halatımızı o arkadaşa veriyoruz. Rüzgar var ama karşıdan geliyor, sorun yaşamadan bağlanmayı başarıyoruz. Sadece iskelemde kalan küçük ahşap motorun küpeştesinin alçakta olduğunu idrak etmeyip usturmaçaları suya kadar indirmediğimden motorun küpeştesinden siyah bir leke yadigar kalıyor bana.

Büyük bir hayal kırıklığı benim için bu barınak. Bir kahvenin önündeyiz, barınak ise son derece sevimsiz ama büyücek bir barınak. 150 Tl bağlanma parası istiyor halatımızı alan adam. 100 Tl verebileceğimi söylüyorum. Telefon edip başkanına soruyor, olur diyor telefonun öbür ucundaki , başkan. Adının Mustafa olduğunu öğreniyor, teşekkür edip elini sıkıyorum.

Su için 25 TL’lık bir kart doldurup veriyor bana Mustafa. İşim bitince kartı ona geri vereceğim. Tekne yıkanıyor, su depoları dolduruluyor. Abi, daha çok yıka diyor Mustafa. Kartı dolu bir şekilde geri veriyorum.

“Ayvalık tostu var mı?”, şımarıkça sorduğum soruya aldığım cevap ise daha şimdiden doyurucu. Ayvalık’ta Ayvalık tostu yemişliğim var mı, hatırlayamıyorum. Yiynce hatırlıyorum. Daha önce bu kadar güzel bir tost yememiştim. Gerçekten çok güzelmiş. Bu barınak yaramaz, ama bu Ayvalık tostu yarar.

Azıcık nefeslendikten sonra kısa bir Cunda turu planlıyoruz, hava çok sıcak. Eski rum evlerini görecekmişiz. Çok yürümem diyorum, “Allah Allah” diyor Esma. Çok yürümüyorum. Kiliseden bozma bir müzeye giriyoruz, oraya da nazlanarak giriyorum. Koç grubunun el attığı pek çok müze projesinde olduğu gibi burası da çok güzel olmuş. Hm kilisenin vitrayları korunmuş, hem de modern bir müze olmuş, deniz araç ve gereçleri ağırlıklı. Üst katında ise çocuklar için oyuncak  müzesi var. Cunda Taksiyarhis müzesi bu müzenin adı. Yolunuz Cunda’ya düşerse vakit ayırıp gezin lütfen. Gezi bitiminde küçük bir alışveriş ofisi ile yine küçük bir kafesi var. Corona nedeniyle alışveriş ofisine sadece bir kişi alıyorlar, kafede ise bira servisi yok.

Şehir merkezinde çok keyifli kafeler, publar ve restoranlar var. Bir tane de, birden fazla restoranın bir arada birbirlerine komşuluk ettikleri bir merkez var. Onlardan birinde olacağız akşam yemeğinde. Artık o saatte hangisi gözümüze hoş görünürse.

 

Cunda

 

Cunda

Akşam 20.00 gibi restoran beğenmeye çıkıyoruz. İlk göz koyduğum, mavi beyaz sandalye ve masaları ile Cunda Balık evi. Biraz dolaşıyoruz etrafı, sonunda oraya oturuyoruz. Masalar henüz tenha, garsonlar maskeli, sağda soldaki restoranların bazılarında ise garsonlar siyah eldivenli. En tehlikelisi de bu eldivenler; eline takarsın, bir daha da yıkamaya gerek duymazsın, pislik ve corona kaynağı.

Papalina özlemi ile oturuyorum masaya. Atina’da iki farklı zamanda, iki kez papalina yemişliğim vardı. İlk defa sipariş verdiğimizde “küçük balık” diye sipariş verdiydik, tepeleme dolu iki tabak dolusu küçük balık geldiydi. Kılçığı ile falan hapur hupur yediydik. Öyle bir porsiyon ki, biri ile iki kişi doyar. 

Öyle bir papalina tabağı bekliyorum burada da. Esma, dülger kavurma söylüyor, masamızı renklendirmek için de zeytinyağlı enginar, kabak çiçeği dolması, arap saçında sübye ile birlikte salata söylüyoruz. Balık masasında neden ot ve sebze ağırlıklı meze yenir, bilmem. Bana göre değil. Ama mezelerin hepsi lezzetli, susturuyorum iç sesimi. Papalina ise tam bir hayal kırıklığı. Tabakta 6-7 tane, kocaman sardalya yavrusu. Sardalyayı hiç sevmeyen ama papalinaya bayılan bir adam olarak ben, zaten gözüm doymamışken bu balığın hayalkırıklığını takviye sözü isteyerek avutmaya çalışıyorum. Rakı ile keyiflenmeye çalışıyorum. Balıklar dişimin kovuğunda dururken takviye de geliyor. Corona günlerinde dışarıda yediğimiz ilk akşam yemeği.

Şehir turu bu kez biraz daha serin, biraz daha renkli. Sokaklar kalabalık. Dondurmacılar müşteri çağırıyor bağırarak. Bir tanesine dönüşte geleceğim işareti yapıyorum. Cundayı, şehrin ışıkları kaybolana kadar sahil yolundan tavaf ediyoruz. Geri dönüyoruz, zaten on dakika yürümüş olduğumuz yoldan. Toplamda yirmi dakikalık uzun yürüyüşümüz dondurmacıda bitiyor ama saat onu biraz geçiyorken tüm kafe, pub ve restoranların kapatılmış olduğunu fark ediyoruz. Dondurmacı halimize acıyor, verdiğimiz sözü tuttuğumuzu ödüllendiriyor, dondurmalarımızı veriyor.

 Netflix'ten indirdiğimiz “Soysuzlar çetesi” filminin başına oturuyoruz, uyku meleği de omuzlarımıza. Yine de filmi bitirmeyi başarıp kamaraya çekiliyoruz.

7 Haziran 2020, Pazar

Cunda – Bademli

Saat 6.30’da ayrılıyoruz barınaktan. Ayvalık kanalından bir kez daha geçip Çeşme rotasına giriyoruz. Çıplak ada ile Sarımsaklı Yarımadası arasındaki kanaldan geçtikten sonra Midilli’nin bize bıraktığı sınırların içerisinde önce güneydoğuya dönüyoruz. İskelemizde kalan uzun bir sahil var. Neresi burası diyorum, “Sarımsaklı plajı” diyor Esma. J

Midilli’nin bize izin verdiği ölçüde rotamızı küçük küçük, sancağımıza düzelterek Bademli’ye doğru iniyoruz. Yolda iken Ümit ağabey arıyor bizi, merak etmiş sağolsun. Merak edilmek güzelmiş. Keyifli bir yolculuk diliyor bize.

Bugün yolumuz uzun değil. Saat 11.00’e doğru Kalem Ada, Garip Adaları ile anakara birbiri içinde erimişken Güvercin kayalarını ve Garip Adaları iskelemizde bırakıp iki ada arasına güneyden giriyoruz. Buraya gelmeyi çok istedim. WİM’da E pontonundaki komşum Hakan çok tavsiye etmişti burayı. İki ada arasında masmavi berrak bir su, derin değil, kuzeye doğru çıktıkça 3-4 metrelere düşüyor derinlik. Garip Adalar’a yakın demir atıyorum 5 metreye. Hala lodos var ama gece kalacak hava. Lodos ve iki ada arası, açık denizde imişim gibi hissettirdiğinden biraz da uzun kaloma veriyorum, yetmiş metre kadar. Bu gece hava istediği gibi essin, sorun yok benim için. Motoru kapatıyorum. Motor saati 675,8.

Bademli - Garip Adalar ile Kalem Adası arası

Hemen deniz. Su o kadar güzel ki. Sonra bir yelkenli tekne geliyor, sancağımdan geçip arkamızdan sıyırıp, “yanınıza demir atabilir miyim, kaç metre orası ?" diyen. Gerçekten üç beş metre iskelemize demir atıyor. Rüzgâr değişirse ben adamın üstündeyim, o kadar yakınımıza. Biraz demir topluyorum, 70 metrelik kalomamdan utanarak. Biraz da o zincir bırakıyor, benim daha fazla zincirim yok diyerek. Yine olmuyor, yarı çapım içerisinde komşu tekne. Koskoca boğazda iki tekne dip dibeyiz. Biraz daha zincir topluyorum, artık sorun yok.

Bu iyi saatlerimiz imiş meğer. Bizi gören tekne, demir yeri orası herhalde deyip etrafımıza demir atıyor. Çam Limanı gibi olduk iki ada arasında. En son gelen ise tam benim demirimin üzerinde duruyor. Yüzerek gidip bakıyorum, iyi, demirimin üzerine güneş düşmeyecek hiç olmazsa, abinin teknesi gölgelik yapacak. Sabah sorun olursa bakarız diyoruz teknedeki güleryüzlü, kendileri ve denizle barışık oldukları her halinden belli iki abi ile.

Alman Hastanesinde beraber çalıştığımız KBB uzmanı Tamer arıyor o sırada. Yelken eğitimi almak istiyor. Bodrum’dan Kaan hoca ile konuşturuyorum kendisini. Kararlı bir adam Tamer, hoca ile hemen anlaşıyorlar, temmuz ortasında Gökova’da eğitim almak üzere. Biz de o tarihlerde orada olacağız, rastlaşırız belki. "Hele bir, tekneyi oraya kadar götür önce" diyor iç sesim.

"Tayfun Bey ?" diye diye bir Zodyak bot geliyor öndeki tekneden bize doğru. ADYK’nın kuzeyden güneye inerken birbirimizi takip ettiğimiz whatsup grubundan hiç tanımadığım bir arkadaşımız. M.Ali Bey. 115 beygirlik siyah bir botta zıpkın gibi üç delikanlı. "Merhaba" diyor, burasının biraz rüzgar aldığını, Kalem Adası ile anakara arasında ise hiç deniz olmadığını, gece bir sorunum olursa telefonun ucunda olduklarını söyleyip ayrılıyorlar yanımızdan. Mutlu ediyor beni bu ufak jest.

Akşam yemeğinde makarna ve salata, laptopta ise “Casino”. Bu filmi de bitiremiyoruz, sivrisinekler ve uyku ile uğraşımız sonunda ikisine birden yenik düşerken.

8 Haziran Pazartesi

Bademli – Çeşme

Yolumuz uzun, sabah kalkabildiğimizde erkenden yola düşmeyi kararlaştırmıştık dün akşam. 5.45’te motor çalıştırmayı başarıyoruz. Sancağımızdaki yelkenli tekne bizden çok önce yola koyuldu. Demirimizin üzerindeki abiler de bizden hemen önce yola koyuldular. Uzun kaloma bırakmanın bir sıkıntısı da, toplamanın zaman alması imiş. İlerilerde o ağabeyleri geride bırakıyoruz. Rota Çeşme.

Rotamızdaki dönüşleri yine Midilli adasının sınırları belirliyor. Düz bir rotada gidecek iken sınırlarımızın içerisinde kalarak gitmek de ayrı bir keyif, yol biraz uzuyor ama hiç olmazsa Yunan Sahil Güvenlik Botları’ndan uzakta seyir yapıyoruz.

İzmir körfezini iskelemizde bırakıp geçerken ya da yavaş yavaş ancak geçerken körfeze gelen ve körfezden çıkan nispeten yoğun bir tanker trafiğine dikkat etmemiz gerekiyor. Karaburun’u bordaladığımızda ise Ceki’nin sözü geliyor aklıma “Karaburun’u kesinlikle lodosta geçmeye kalkışmayın”. Sıfır havada geçiyoruz biz de. Bir sürü balık çiftliği var önümüzde, bazısını iskelemizde bırakıyoruz, bazısını sancağımızda. Mutlaka yunuslar eşlik ediyor bu çiftlikleri geçerken bize.


Nihayet Çeşme Boğazı’na giriyoruz, Karaada ve Ildır Körfezi’ni iskelemizde bırakıp Üçburunlar’ı geçerken Özcan (Erdemli) arıyor. Akademik Kurul ile ilgili görüşüyoruz. Telefonu kapattığımda neredeyse kıyıdan gittiğimi, 3-5 metrelerde dolaştığımı fark edip utanıyorum, bunu da ders olarak cebime koyuyorum. Cebimdeki dersler birikmiş vaziyette ama inşallah hatırlamayı başarabilirim.

Çeşme Körfezi’ne girdiğimizde körfez bitiveriyor, küçücükmüş. Anons ediyoruz, bir süre liman dışında bekletiyorlar bizi. Sonra yakıt iskelesinde yer açılıyor, aborda olup mazot alıyoruz. Motor saati 686, mazot 30 litre, fatura 166 TL. Pis su vermeyi başaramıyoruz, hortum ucundaki adaptör ile flanş kapağımızı tutan incecik zincirimiz barışmıyorlar bir türlü. Vazgeçiyoruz. Pis suyumuz bize kalsın. İskelede pis suyumuzu almak için çaba gösteren temiz yüzlü genç çocuk, palamar ile bizi bağlanacağımız yere götüren palamar botunda da görevli. İki ponton arasına tornistan ile girip iki tekne arasına kıçtan kara bağlanıyoruz. Marina işletmeciliği okumuş genç arkadaşımıza teşekkür edip motoru kapatıyoruz. Saat 16.00.

Silent Swan, Çeşme'de

Namık ağabey ile görüştük dünden, bu sabahtan ve öğlenden. Akşam onlara konuk olacağız. Önce tekne temizliği yapılıyor, su depoları dolduruluyor (aslında öndeki depoyu hiç kullanmıyoruz, yedek depomuz o bizim), sonra yorgunluğumuzun farkına varılıyor. Ofise evrakımızı götürüp sözleşmeyi imzalayıp borcumuzu ödüyoruz. Su için para almıyorlar, biz de elektrik almıyoruz. Alışveriş için marina dışında Carrefour var. Eksiklerimizi tamamlıyor ve tekneye dönüyoruz. Ardından duş çok iyi geliyor ikimize de.

Akşamüstü tam sekiz buçukta Namık Ağabey’le buluşuyoruz marina dışında. Öpüşmek ve sarılmak yok. Araba ile bizi evlerine götürüyor Namık ağabey. Hasret gideriyor, beyaz şarap eşliğinde sohbetin ve sevgili Esra’nın elinden çıkan mezeler ve balığın keyfini çıkarıyoruz.

Namık ağabey ve Esra, bizi marinaya bırakıyorlar. Bu gece Netfliks yok, sadece uyku var.

9 Haziran Salı

Çeşme - Sıcaksu (Doğanbey)

6.30’da uyanıyorum. Kısa bir ponton yürüyüşü sonrasında tekneye döndüğümde Esma’yı da uyandırıyorum. Marinada kahvaltı yapma programımız açık yer göremeyince saat 10.00’da teknede kahvaltıya dönüşüyor. 10.45’te marinadan çıkıyoruz.

Körfezde tek başıma yelken açmaya çalışınca ana yelkeni sıkıştırıyorum. Bumbaya çıkarak Esma’nın da gayreti ile sıkışıklığı hallediyoruz. Rotamız Nergis ama, çok kısa bir mesafe katedeceğimizden yine Whatsup gruplarında sorduğumda tavsiye edilen, Doğanbey Burnu’ndaki  Sıcaksu Koyu’na değiştiriyoruz rotamızı.

Alaçatı’yı, Nergis'i, Kokar’ı, Sığacık Körfezi’ni iskelemizde bırakıp Doğanbey Burnu’na ulaşıyoruz. Uzaktan baktığımızda koyun hemen girişindeki Doğanbey adasının doğusunda küçük bir mendirek görüyoruz. Ama koya girerken adanın batısında, anakara ile arasından geçişe izin veren beyaz bir sığlık olduğunu görüyoruz bu mendireğin.

Koyda sadece bir yelkenli tekne var. 16.30 gibi teknenin arkasına 10 metreye demir atıyoruz, zinciri sererken demir de bizimle geliyor. Topluyor, biraz daha kıyıya yaklaşıyor ve bu kez 3.5 metreye atıyoruz demiri. Zinciri serip tuttuğundan da emin olduktan sonra motoru kapatıyoruz (motor saati 693) Otuz metre arkamızda kayalar var ama demirimiz sağlam. Zincire 10 metre aralıklar ile koyduğum renkli plastik kelepçeler iyi bir fikir değilmiş, kaç metre zincir bıraktığımızı anlayamıyoruz, çünkü zincir akıp giderken bu incecik renkli cırt kelepçeleri görmek kolay olmuyor. Belki daha fazla sayıda kelepçe takmalıyız.


Sıcaksu koyu (Doğanbey)

 10 Haziran 2020, Çarşamba

Sıcaksu - Çatalada

Sabah beşte, alarm çalıyor; kalkmamız, demiri toplamamız ve yola koyulmamız yarım saatimizi alıyor. Rotamız, Suadası ya da hemen öncesinde Saro Ari Paşalı’nın önerdiği, hava müsait olduğunda kalınabilecek küçücük bir koy, Bayrak Adası’nın hemen dibinde, güney doğusunda. Aslında Saro, “hemen Poseidonio’ya dümeni kır, oradaki restoranların sahil güvenlikle arası iyi, baktın olmadı yine bizim yakaya geç” dediydi, ama bu ortamda cesaret etmem mümkün değil.

Kahvaltı, yolda, saat 08.00'de. Peynirli ve maydanozlu güzel bir omlet var masamızda. Silent Swan otopilotta kendi başına gidiyor, her zamanki gibi. Samos adasının sınırlarını kollayarak, sınır ihlali de yapmadan küçük açılarla sancağımıza rota değiştire değiştire Kuşadası Körfezi’nde gidiyoruz. Değirmendere kıyılarında pruvamızdaki motoryatın arkasından mı yoksa önünden mi geçsek diye düşünürken biz yaklaşınca motor yat, hoppp diye Yunan karasularına giriyor. Ne kolaymış sınır değiştirmek derken yaklaşınca bir bakıyoruz, Yunan sahil güvenlik botuymuş. Sınır ihlali yaparak tatmin olmuş arkadaşlar. Az sonra telsizden “taciz mi var, anlaşıldı” şeklinde konuşmalar duyuyoruz, biraz sonra da bize doğru karşımızdan gelen ve neredeyse sınırın üzerinden giden bir balıkçı teknesi görüyoruz. Tahminen tacizi bildiren tekne bu. Çok geçmeden, yine pruvamızdan, yine sınır üzerinden suları yara yara bizim sahil güvenlik botumuz gövde gösterisi yapıyor. Tacizi yapan Yunan teknesi, kafayı bize dönmüş, olduğu yerde sakin sakin güneşleniyor. Adadan ikinci bir Yunan sahil botu da kendi kıyıları boyunca seyre çıkıyor. Böylece sahil güvenlik botları, kendi sınırları içerisinde gövde gösterisi yaparak Dilek Geçişi geçişimiz sırasında bizi oyalıyorlar.

Sınır devriyesi

Doğanbey burnu ile Suadası Koyu, 30 mil kadar. Yolda iken Esma ile konuşup biraz uzun yol yapıp gün kazanmaya karar vermiştik. Zaten 5 saat çabuk geçti. Biz de yola devam ederken hem Saro’nun önerdiği koya yakından, hem de küçük bir iki ada arkasında saklanan Soğuksu Koyu’na uzaktan bakıyor ve yola devam ediyoruz. İlki güney rüzgarlarına kapalı, ikincisi kuzeye. Bundan sonrası kolay, vur aşağı güneye, otopilotta, hiç dümene dokunmadan 40 millik bir yol var, ister kitap oku, ister yat uyu.

Önce uzaklardan Didim Körfezi'ni, bayağı sonra da Yalıkavak Koyu’nu iskelemizde bırakarak Çatalada’nın kuzeyinde güneşten saklanan, Yunan’a bakan koca bir sahil güvenlik botumuzu da sancağımızda bırakıp geçtikten sonra saat 18.30’da, Çatalada’nın güney doğusunda gözümüze kestirdiğimiz bir yere, 4.5 metreye demiri bırakıyoruz. Sarı süngerden demir şamandırası ve 20 metre ince sarı renkli yüzen halat almıştım. İlk defa burada kullanıyoruz. Güzel de görünüyor gözümüze, demirimiz nerede, anlamamızı kolaylaştırıyor.  Kırk metre zincir bırakmıştım ama rüzgar azıcık değişince arkadaki Beneteau’ya azıcık yaklaşıyoruz. Kaptan ile konuşunca biraz da o zincir bırakıyor, sorun kalmıyor. Motoru kapatıyorum, motor saati 706.

Çatalada - Turgutreis

Ada bizi lodos rüzgarından saklamayı tam olarak başaramasa da keyfimiz yerinde. Denize giriyoruz, arkasından peynir, ceviz ve kırmızı şarap. Hava kararırken Turgutreis’in ışıklarına doğru akşam yemeğimizi de hazırlıyoruz; Meksika fasulyesi salatası ve konserve babaganuş (zayıf çıktı, bir daha yemem).

Çatalada'da gün batımı

Yemeğin arkasından film seyretmeye başlıyoruz ama yorgunluk ve şaraptan kafam düşmeye başladığında ne seyrettiğimizi bile hatırlamadığımı anlayınca bilgisayarı kapatıyor ve uyuyoruz.

11 Haziran 2020, Perşembe

Çatalada - Çökertme

Sabah 6.30’da uyandım. 7.30’da bir daha uyandım. Arada bir saat daha gitmişim. Tekneler batıya dönmüş. Hava hafiften kararmış, karanlık bulutlar ile, ama gün içinde güneşli olacak. Kahvaltı ve deniz sonrası demiri alıyoruz, rota Çökertme. Bir gün daha denizlerde olmaya, Ören Marina’ya bir geç girme isteğime Esma Sultan hemen “tabii ki” dediği için bugünkü yolculuğumuz Çökertme’de son bulacak.

Çatalada'da gün doğuyor

Bernard Moitessier’in “Uzun Yol” isimli kitabını okumaya devam. 1968-1969 yıllarında tek başına hiç bir yere uğramadan bir buçuk dünya turu atan bir adam bu. Kendisini, denizleri, gökyüzünü, barometreyi, kendisine eşlik eden çoğunun ismini ilk kez duyduğum uçan ve yüzen hayvanları o kadar güzel anlatmış ki. Bitmesin diye yavaş okuyorum.

Gökova körfezine lodos ve dalgaları giriyor. Sallan yuvarlan motor yelken gidiyoruz. Bir ara rüzgar 18-20’lere çıkıyor. Saat 16.00 gibi Çökertme’ye giriyoruz. Bağlanma operasyonu bayağı sürüyor. Çökertmenin batıya kapalı olan batı koyunda esen batı rüzgarı ile bir yelkenli, bir de gulet arasına girmemiz gerekiyor. Yelkenli tekne, yıllarca önce Yalıkavak’tan kiraladığımız Kaan. İçinde genç ağabeyler eğitimdeler ama bizi bağlayarak deneyimlerini arttırmak istemiyorlar. İş başa düşüyor. Koltuk halatları hazır. Demir hemen tutuyor. İki tekne arasına kadar zincir bırakıp sonra da beni bırakıyoruz suya. Botla gidiyorum koltuk halatını alıp kıyıya. Motorumuzu yeni aldığımız için eskimesin diye kürekle gidiyorum. Çok iyi bir kürekçi olduğum için de kıyının beni biraz özlemesine izin veriyorum. Sonra buluşuyoruz birbirimizle. Esma o sırada iki tekneden ve benden uzakta eğleniyor. Ben koltuk halatını bağlayıp kürek çekmeye başlayınca, kürek çekerek gelme hızını da hesaplayıp iki teknenin burnu arasındaki hayali çizginin tam üzerinde önce beni ,sonra da halatı yakalayıp tekneyi bağlıyor. Bundan sonrası kolay, tornistanda zincir bırakıp koltuk halatını geriyoruz. Motor saatinde 712, kolumuzdaki saatte 17.12 yazarken motoru kapatıyoruz. O sırada bizden sonra gelen büyücek bir yelkenli teknenin bağlanmasına uçarak gelen bir restoran palamar botu, sağolsun, bize de soruyor bir ihtiyacımız var mı diye. Yok, hallettik biz. Çipura ver bari iki tane. Söylediği fiyat, bana, restoranda pişmiş ve servis edilen balığın fiyatı kadar gelince teşekkür ediyorum.

Çökertme

Deniz ve demir kontrolü yapılıyor, her ikisinden de memnun kalınıyor. Bir bira. Bir miktar yorgunluk gidermece. Akşam yemeğinde salata ve barbunya. Yemek sonrasında “Beyaz Şeytan” isimli filmi, bu kez uyumadan seyretmeyi başarıyoruz. Bu, bu seyirde ilk defa oluyor. Lodosun dalgaları koy içinde ve beşik gibi sallanıyoruz. Ben dışarıda uyuyorum bizi beşik gibi sallayan Çökertme Koyu gecesinde.

12 Haziran 2020, Cuma

Çökertme - Ören

Bugün seyirdeki son günümüz, akşamüstü Ören’de nihayet bulacak yolculuğumuz. Yine erkenden uyanıyorum. Bağlandığımız kıyıdaki yemyeşil ağaçlara, denizin mavi rengin, kıyıdaki kayalıklara vuran dalgaların beyazına bakıyorum bir süre. Sonra gerçek dünyaya geri dönüp tekneyi yıkıyorum. Sonra hayalin içine, denize bir kez daha bakıp çivileme atlayıveriyorum hayalime. Hayalim birden gerçek oluveriyor, deniz bende, ben denizde oluyorum.

Deniz sonrası kahvaltı da çok güzel, kahvaltı sonrası deniz de. Hepsinden keyif alıyorum. İki gün sonra hafta bitecek, pazartesi işe gideceğim, ondan da keyif (!) alacağım. Sonra güneşte biraz fazla kalmış olabileceğimi düşünüp gölgelik bir yer arıyorum kendime. Bulmak da çok zor olmuyor zaten, havuzlukta, iskeledeki koltuk Esma’nın, sancaktaki de benim. Gölge hafif bir rehavet veriyor, gözlerimi dinlendiriyorum bir an için.

13.00 gibi koltuk halatlarını çözüyoruz. Ören öncesi son seyrimiz bu. On millik bir yolumuz var. “Ören, Ören” diye ölüp biten ben, şimdi bu son ayakta, bu yolculuk bitmese diye düşündüğümü fark ediyorum. Gidilecek yer de önemli tabii ki ama, oraya gidiş de önemli imiş.

Ören Marina bizi bir süre kabul etmiyor. Telsiz anonsu sonrasında yakıt iskelesi dolu olduğu için liman girişinde beklemeye alınıyoruz. Bayağı bir bekledikten sonra içeri girip iskeleye aborda oluyoruz. Mazot depomuzu dolduruyor, mavi kartımızı işletiyoruz. Sonra iskeleden ayrılıp limanda çıkıyoruz. Doğu limanı burası. 7 tane ponton var. Bizi batı limanına alacaklarmış, M pontonuna. Bu kez de, batı limanının ağzında, diğer limandaki palamar botu işini bitirse de gelip bizi bağlasa diye bekliyoruz. Sonunda palamar botu taa öbür limandan çıkıp uzun mendirek boyunca süratle geliyor, bize yol gösteriyor. Üç pontondan oluşan bu küçücük limanda iki ponton arasına tornistan ile girip bize gösterdikleri M12’e, iki yelkenli tekne arasına doğru usulca yaklaşırken palamar botundaki arkadaş, benden istediği bir halatımı önce tonoz halatının kasasına izbarço ile bağlayıp sonra da benim koç boynuzuma bağlarken, iskelede bekleyen arkadaş da benim koltuk halatımı alıyor. İkinci bir halatı da tonoz halatının kasasına bağlayıp bana geri veriyorlar. Böylece kendi iki halatımla tonoz halatına, kendi iki halatımla da iskeleye bağlanmış oluyorum. 

Ören Marina

Motoru kapatırken motor saatine bakıyorum, 715 yazıyor. İstanbul’da kontağı açtığımda 632 yazıyordu. Seksen üç saat motor çalıştırmışız. Yaklaşık 450 mil yol katetmişiz. Çeşme’de bir dost evine misafir olduğumuz 6 saat dışında, geçen salı öğleden bu yana tam 11 gün teknemizde kalmışız. İlk defa teknemizde bu kadar uzun süre geçirmişiz. İlk defa bu kadar uzağa gitmişiz. İlk defa gece seyri yapmışız. İlk defa teknemizle Gökova’ya gelmişiz. İlk defa Silent Swan'ı gerçekten bizim evimiz gibi hissetmişiz.

Mutlu son

Ören o akşam gözümüze daha da güzel gözüküyor. Bir de whatsup gruplarından tanıştığımız ama hiç yüz yüze gelemediğimiz Ceki, akşam balığa davet edince daha ne kadar keyifli olabilir ki bu seyahatin sonu diye düşünüyorum, henüz balıkçıda masamızın denizin hemen kıyısına kurulacağını, ayaklarımızın neredeyse suya değeceğini ve alacağımız keyfin daha da artacağını bilmeden.

Artık, Silent Swan’ın yeni yuvası, Gökova Ören Marina. Eski sahibi Kadir İnal’ın da dediği gibi, Silent Swan layık olduğu yere kavuştu. Bir ay sonra biz de Silent Swan’a tekrar kavuşmanın özlemi ile bir gün daha Ören’e vakit ayırdıktan sonra İstanbul yollarına düşüyoruz.

14 Temmuz 2020, Gökova.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder