Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

6 Temmuz 2010 Salı

CORNELIAN

Kaptanlığa ilk adımlarım
(19-26 Haziran 2010)

Göğsüne korsan kafası resmedilmiş lacivert bir tişört giyen 4-5 yaşlarında bir çocuk, elindeki çubuğu sağa sola sallarken annesine bağırıyor: “Ben teknede kalabilir miyim anne?”. Annesi ile babası, giyinmişler, Hollandalı Ahmet’in yerinde restorana, akşam yemeğine gitmek üzereler. Çocuğun tercihi ise teknede kalmak yönünde. Uzun uzun izliyorum onu. Rıhtımdan tekneye atlıyor, oradaki halatlarla oynuyor bir, sonra teknenin kıçından uzanıyor bir şeylere ulaşmaya çalışırcasına. Sonra hop, yeniden rıhtımda. Kendince tekneyle barışık, kendiyle barışık, mutlu ve huzurlu. Ağlama yok, sızlanma yok, huzur var. Taa, o yaşta. Ne kadar şanslı diye düşünüyorum çocuk için. Yaşamına belki de teknede başlamış. 50 yaşına merdiven dayadığımız şu günlerde bizim denizcilik öykümüz ise belki de çocuğun yaşından daha küçük. 
Deniz aşkım, doğrudur, çokça uzun zaman öncesine dayanıyor belki, o da mavitur sevdası şeklinde. Ama yine de çocukluğumuz denizde geçmemiş, deniz kenarındaki bir şehre taşınıp denizi koklayarak yaşamaya başlamamız ise, ortaokul 1. sınıfa denk gelir. Gazi Osman Paşa Ortaokulu’nun karanlık sınıfları, teneffüslerde deniz kenarında olmanın keyfi ile neşelenir, keyiflenir. O, üç yıl boyunca deniz kenarında okuyor olmanın ne denli büyük bir lütfu olduğunu anlamak, 14-15 yaşlarında bir genç için, hadi öyle demeyeyim, en azından benim için zor, belki de olanaksız. Hatta üç sene de hemen yanı başındaki Kabataş Erkek Lisesi’nde deniz kenarında okumuş olmanın da ne kadar büyük bir lütuf olduğunu, sonradan geri dönüp bakınca anlayabiliyorum. 
Deniz benim için önemli. Denizi kokladığımda, gördüğümde, gözlerim dalgaların üzerinden yokluğa doğru daldığında dinleniyorum. Özlüyorum da onu. Hem de nasıl? Ama, bu duyguların üstüne eklenen daha önceleri tatmadığım bir lezzet daha var bir süredir yaşamımda. 15 yıl içinde yaklaşık 10 kez, Adana’dan çoklukla Marmaris’e, yanılmıyorsam bir kez de Bodrum’a gidip çıktığım maviturların verdiği tadın çok ama çok ötesinde bir lezzet bu. Üç ya da dört yıl kadar önce tattığım bir lezzet. Yelken yaparak denizde olmak, denizi sessizlikle birlikte yaşamak.
Bu keyfin damarlarımızda akmaya başlaması, bu virüsün vücuda girmesi, Gökova Yelken Okulu’nun eğitimlerinden birinde Santorini’ye kadar gittiğimiz 2007 yılına denk gelir. Sonrası da malum, Hisarönü Körfezi’ni üst üste iki yıl tavaf ettiğimiz Yüksel yatçılık eğitimleri. Eğitmenlerimiz, Colin ve Peter.


Bu yıl ise “artık hocasız çıksak mı ne?” diye düşünmeye başladığımız  bir yıl idi. Bu duyguyu daha önce de tatmıştık gerçi. Colin’den aldığımız ilk eğitimin sonunda Colin’in “artık benim size öğretecek bir şeyim kalmadı. Gidin tekne kiralayın, biraz mil yapın, sonra yeni sorularınız birikecektir, bana yine gelirsiniz” dediği o ilk yılki eğitimimiz sonrasında bu işe kalkışır gibi olmuş, sonrasında araya zaman girince kendimize olan güvenimiz ile ilgili tereddüdümüz bu işi gerçekleştirmemizi engellemişti. Sonraki yıl Peter’dan aldığımız eğitim sonrasında ise artık bu yıl bu işi, hocasız yapabileceğimiz duygusunu yeniden ve güçlü bir şekilde hissetmiş ve organizasyona başlamıştık. Yüksel Yatçılık’tan Burçin Hanım’a da sorduğumda “Evet, artık tek başınıza tekne kiralama vaktiniz geldi” cevabını da alınca, ekibi süratle oluşturup tarihleri belirleyip kaporoları göndermem birkaç gün ya aldı, ya da almadı.
İlk ekipte Nazan, Banu, Suat, Deniz ve Ümit ağabey var. Sonradan ufak tefek oynamalar olduysa da son halinde sadece Nazan’ın yerine yine Adana’dan diş hekimi arkadaşımız Mehmet Kürkçü ile ekibimiz son halini buldu.
Ben biraz daha heyecanlıyım arkadaşlarıma göre. Çünkü amatör denizcilik belgesi bende var. Tekne benim üzerime kiralanacak. Doğal olarak da teknenin kaptanı ben olacağım. Sorumluluk bir miktar heyecanlandırıyor tabii. Ama ekip en az benim kadar yelkeni bilen arkadaşlardan oluşuyor. Bir problem yaşamayacağımızı biliyorum. Ama tarih yaklaştıkça yine de yürek bir miktar pır pır yapıyor.
Ben iki hafta denizde olacağım. İkinci hafta da eşim ile birlikte 34 feetlik bir teknede olacağız. Bu, ikinci hafta, yaşamımıza bir yelkenli tekne girip girmemesi konusunda belirleyici bir hafta olacak.
19 Haziran 2010, Cumartesi
19 Haziran 2010, cumartesi günü THY’nın Sabiha Gökçen aktarmalı Adana-Dalaman uçağı ile 1,5 saatlik rötarın ardından Dalaman’a inmem saat 14.30. Havaş ile Marmaris’e ulaşmam ise 16.00’yı buluyor. Uyku tulumumun altına sermek üzere yanıma aldığım, Macahel dağlarında toprağa serilmiş, oraların havasını koklamış matlarım, bagajlarımı almak için beklediğimiz ürüyen bantta çıkmıyor. Onlarsız geliyorum Netsel Marina’ya. Burçin Hanım ve Ece Hanım, her zamanki gibi güler yüzleri ile beni karşılıyorlar. Teknenin evrakları hazırlanmış. “Transit log.” ne menem bir evrakmış, orada görüyorum. Teknenin sigortası, 1600 euroya kadar olan hasarları karşılamıyormuş. Depozit bırakıyorum.
Tekneyi çok merak ediyorum. Adı Cornelian. Bir an önce binmem lazım.

40 feetlik, 2010 yapımı, narin bir hanım. Çok bekletmeden teknisyen Murat Bey, gelerek tekneyi bana teslim ediyor. Önce uzun bir listedeki malzemelerin teslimi ile başlıyor bu süreç, sonrasında da tekneyi tanıtmak ile sürüyor. Bu ikinci bölüme Suat da yetişiyor. Özlemişim onu.
Elimde fotoğraf makinesi, Murat’ın anlattığı, gösterdiği her şeyin fotoğrafını çekmeye başlıyorum. Suat bir ara şaşkınlıkla gülüyor, “Ağabey, teknede ilk çektiğin fotoğraf, kirli su tankının vanası mı?” diye. Ne yapayım, bir heyecan, bir heyecan, her şeyi öğrenmem lazım.

Bir bir öğreniyorum; akülerin anahtarları, ırgat sigortası, su depolarının vanaları, impellerin yeri, impeller nasıl değiştiriliri, motorun yağına nasıl bakılırı, dinginin motoru nasıl çalıştırılı vs. Tam bir saat sonunda Murat, “daha başka soracak bir şeyin kalmadıysa beni azat et abi, başka tekneler de var teslim edilecek” dediğinde onun da bir ailesinin, bekleyenlerinin olduğunu hatırlayıp kendisine teşekkür ediyorum.





Artık alışverişe gitme zamanımız geldi. Ümit ağabey ile Banu henüz Havaş’talar. Biz Suat ile Netsel Marina’daki Migros’tan alışverişimizi tamamlarken bizi basıyorlar.

Onları da özlemişiz. Hasret gideriyor, sonra alışveriş arabalarımız ile teknemizin yolunu tutuyoruz.

Mehmet de o sıralarda İzmir üzerinden yaptığı yolculuğu nihayet tamamlamış, bizi teknede bekliyor.





Atilla Gökova’dan kazanmış olduğumuz bir alışkanlık. Alışverişte aldığımız neredeyse her şeyi yıkayarak tekneye alıyoruz.
Her şeyi yerleştirmemiz ise saat 20.00’yi buluyor. Üzerimizi değiştirip Neighbours’ta ayrılmış yerlerimize oturmamız ise 20.30. Mezeler, salatalar ve rakı ile hazırlandıktan sonra tekir ve sardalya ile keyif yapıyor, çok geç kalmadan yatmak üzere tekneye dönüyoruz.
Ben, dışarıda yatacağım. Suat da öyle tercih ediyor. Ümit ağabeye baş kamarayı veriyoruz, Suat’la paylaşmak üzere. Mehmet, iskele kıç kamarayı alacak, yarın sabah bize katılacak olan, şu an Marmaris’te bir otelde iş toplantısında (!) olan Deniz ile birlikte. Banu ise sancak kıç kamarasında. Ben bavulumu salona, masanın altına atıyorum.
Marmaris’in marinaya doğru oluk oluk akan yoğun eğlence gürültüsü ile uyumak benim için bir türlü mümkün olmuyor. Defalarca uykuya dalmalar, sonrasında yeniden uyanmalar ile bir ara rüya gördüğümü hatırladığım yarım bir uykuya yenik düştüğümde saat sabahın üçü.

20 Haziran 2010, Pazar
Sabah kalktığımda gün yeni ışırken Netsel Marina’daki yatların görüntüsünü çok seviyorum.

Telefonumda bir mesaj görüyorum, Deniz’den: Ağabey, pazartesi acil işim çıktı, ben katılamayacağım. Size iyi seyirler”. Kaldık mı beş kişi. Mesaj gece 04.00’te atılmış. Ekipte yaramaz çok. Acil işin gecenin dördünde çıkmış olmasından kıllanıyorlar tabii ki. Herhalde diyorlar, Çin’den bir acil iş çıktı. Saat farkı nedeniyle olsa olsa gecenin bu saatinde acil iş, ancak oralardan bir yerlerden çıkar herhalde.
Kahvaltımız teknede.

Önce, Larimar ayrılıyor pantondan. Larimar, benim haftaya çıkacağım tekne. 34 feetlik bir Beneteau. O da 2010 yapımı. Larimar ile çıkanlar ise Selçuk bey, eşi ve arkadaşı. Bir hafta kadar önce kendisi ile internette tanışıp, fikir alışverişinde bulunmuştuk. O da benim kadar heyecanlı. Göçek tarafına inecekler onlar. Yolları açık olsun.

Sonra, en büyüğümüz Ümit ağabey çalıştırıyor motoru ve marinadan ayrılıyoruz: 09.15.

Hepimizde bir mutluluk, bir keyif, anlatılamaz.

Ben, ayrı bir keyifliyim. “Kaptanım” diyorlar bana. Belki bundan, belki de yine denize kavuşmuş olmamdan, belki arkadaşlarımın yanında olmaktan, bilemiyorum.

Karşımızda Yıldız adası. “Oraya yanaşıp demir atma çalışması yapalım” diyorum önce. Ümit ağabey hatırlatıyor, “oranın dibini iyi bilmiyoruz, daha önce Kumlubük’te çalışmıştık, oraya gidelim.” Kabul görüyor bu teklif. Kumlubük’te ilk alarga deneyimimiz başarılı oluyor. Saat 10.30. Suya da ilk burada atıyoruz kendimizi.

Sonra benim hatırım için bir de kıçtan kara bağlanma çalışması yapıyoruz. Haftaya benim hanımla birlikte yapmak zorunda kalabileceğim bir manevra bu. Demirleyip kıyıya yaklaştığımızda sancağımızdaki guletten uzak kalmaya çalışarak suya atlama zamanı geldiğinde halatla birlikte suya atlıyorum. Hem halatı taşımak, hem suda iken karışan halatı çözmek, hem de yüzmek biraz zor oluyor. Ben karaya çıkamadan halat da bitiyor zaten. Ama şeklen küçük bir kayaya bağladıktan sonra çalışmayı bitirip tekneye çıkıyorum. Demir toplayıp Kumlubük’ten ayrılıyoruz. Colin ile karaya, ağaca bağlanma çalışmamızı da burada yapmıştık iki yıl önce.
Rüzgar yok bugün, Motorla gidiyoruz, çarşaf gibi bir denizde. Önce Kadırgaburnu fenerini sancak bordamızda bırakıyoruz (13.30). Sonra da Çiftlik’i. Gitmişken gidelim bari diyoruz, en azından Serçe’ye kadar.
Kızılada’ya yaklaşırken pruvamızda parlak bir şey görüyor Ümit ağabey, suda. Yaklaştığımızda bir kaplumbağa olduğunu görüyoruz.

Etrafından dönerken Cumhur Hoca’nın bir sözü geliyor aklıma, Santorini dönüşü gördüğümüz yunusların peşinde gitmek için rotadan çıktığımızda, telsizden anons ettiği: “Benim bildiğim yunuslar teknelerin peşinden giderler”.  Biz, kaplumbağa’nın da peşinde gidecek kadar heyecanlı ve açız.
Kızılada’yı da iskele bordamızda bıraktığımızda saat 15.30. Hala rüzgâr yok. Motor-yelken gidiyoruz.

16.30 gibi Serçe limanına girerek kayıkla gelip bizi önce bir şamandıraya sonra da kıçtan karaya bağlayan Dur Ali’ye teşekkür ediyor, akşam yemeği için rezervasyon yaptırıyoruz. Teknelerin çokça bağlandığı kuzeydeki tarafa değil de pek teknenin olmadığı güneydeki, sakin tarafı tercih ettik bu kez.

Yine sudayız. Su, nispeten soğuk ama cam gibi. Karaya kadar yüzüp akşam yemeğimizi alacağımız Caria restoranı bir keşfediyoruz. Torik beğeniyoruz bir tane, iki kiloluk. Dur Ali bize bir de karavidalarını göstermek istiyor. Kayaların üzerinden hoplayarak karavida çiftliğine (!) gidiyoruz. Kayaların bir tanesinin üzerindeki ince bir halatı çektiğinde önce sudaki şey bir direniyor, sonra da halatın ucunda çırpınan küçük bir canavar çıkıyor ortaya. Karavida buymuş meğer. Adamın evcil karavidaları var. Bağlamış onları bellerinden, atmış suya, Öyle canlı canlı, kendilerini yiyecek olan turistleri bekliyor gariplerim.
Ümit ağabey ile Mehmet, bota binip Serçe koyunu bir gezmek istiyorlar. Botun motorunu, teknenin kıçında monte olduğu yerden söküp, suya düşmesini engellemek üzere halatlarla tekneye bağlayıp oradan bota almamız, neyse ki sadece botun içine düşürmemiz ve sonunda botun kıçına monte etmemiz, dört kişinin eforuna ve 15 dakikaya mal oluyor. Aynı motor ile akşam restorana da gideceğiz. Hava kararmadan bu işin bitmesine memnun oluyorum.

Murat anlatmıştı, ben de ayrıntıları ile not etmiştim ama, silyon fenerini yakacağımız düğmeyi bir türlü bulamıyorum panelde. Navigasyon ışıkları var, onu yakınca kıçtaki fener yanıyor, herhalde bordadakiler de yanıyordur. Deck ligths var, anchor lights var, herhalde ırgatın başındaki bir ışığı yakıyor. Ama silyon fenerinin ışığını yakan düğme yok. Hiç olmazsa kıçtaki feneri yanık bırakıp motorla sahile çıkıyoruz. Dur Ali bizimle hafiften dalga geçiyor, yanlış feneri yaktığımız için ama olsun. Ancak o zaman inadımı kırıp teknisyen Murat’ı arıyorum. Aradığımız düğme meğer, “Anchor light” imiş. Geç oldu ama öğrendik.

Restorandan teknemiz de pek bir güzel görünüyor doğrusu.

Bir de köpeğimiz oldu bu gecelik. Neredeyse sandalyeye oturacak kadar masamızda.

Yemekte mezeler ve salata ile birlikte midemize giden toriği yalnız bırakmıyoruz, 70’lik bir İzmir Yaş üzüm rakısı ile ıslatıyoruz onları. Masada olmayanları da anarak içimizden: Esma, Serdar, Aycan, Deniz, Aali Bey, Belma.



Gecenin ilerleyen saatlerinde teknede bizi muhteşem bir tad bekliyor. Banu’nun elinden çıkma çikolata pastası. Biraz gitar tınısı ile kulaklarımızın pasını siliyor, sonrasında uykuya yenik düşüyoruz.



21 Haziran 2010, Pazartesi
Kuş sesleri ile gözümü açtığımda saat 07.30. Ama onun dışında pür bir sessizlik Serçe Koyu’nda. Suya ilk Suat bırakıyor kendini sessizce. Ardından da ben.




Günün ilk ışıkları daha parlaklıklarına doymadan Serçe’nin görüntüsü muhteşem.


Kahvaltı yine teknede. Bugün, sucuklu yumurta var kahvaltıda.


Suat, mesajlarını kontrol ederken bulaşık ekibi, bulaşıkları bitiriyor. İlk depo suyumuzu bitirdiğimizin de farkına varıyoruz. Ne kadar erken?
Ardından, gitme zamanı. Koltuk halatını almak bana düşüyor. Ben, öyle düşmesini rica ediyorum. Haftaya da ben yapacağım çünkü, hazırlık olsun. Daha dingiyi kullanmayı öğrenmedim. O nedenle ipe tutunarak gidiyor, ipe tutunarak geri geliyorum.


Bugünkü hedef, Dirsek Bükü. Önümüzdeki mesafe, 13 deniz mili (nm). Teknenin ortalama hızı, 5 nm. Öyleyse 2-3 saatlik yolumuz var. Eğer Dirsek Bükü bizi kesmezse Selimiye’ye kadar gitmeye karar veriyoruz: 25 nm.
Dümende ben. Yüzümdeki gülücükler, işte gerçek ben, o ben. Yaşamımda en mutlu olduğum anlardan biri, dümendeki anlarım. Hele bir de tekne yatmıyorsa, değmeyin keyfime.


Meleyerek analarını arayan keçileri Serçe’nin tepelerinde bırakarak koydan ayrıldığımızda saat 11.00.


Tam bir mavitur gibi. Keyifli bir kahvaltı. Gerine gerine uzanmalar, denize girmeler. Aheste hareketlenmeler, demir alışlar, öğleden biraz önce koydan ayrılışlar.
Sadece ben değilim mutlu olan. Ekip üyelerinin tamamı mutlu.


Mehmet, mutlu.


Suat da öyle.


Ümit ağabeyinki daha bir olgun mutluluk. Dudaklarındaki gülücüğü şekillendirmiş. Öyle kapıp koyvermesine izin vermemiş. Ama, mutlu, biliyorum.


Banu, dingin bir mutluluk yaşıyor.
Zaman zaman, uzun oturarak dinlenmek için fırsatımız da oluyor.


Sadece benim için de değil, mürettebat da dinlenebiliyor. Serbest, izin verdim.


Mürettebatın bir kısmı ise görev başında. Bir kişi daha var ekibimizde, ortalarda görülmeyen. “135 dereceye git” diyorsun, ne yapıp ediyor, gidiyor: Otopilot.


Dümeni tutmamıza gerek bırakmıyor sağolsun. Bazen de bazıları dümeni tutmamıza fırsat bırakmıyor, onlar da sağolsun.


Alaburun feneri, 12.15’te sancak bordamızda geride kalıp körfeze döndüğümüzde rüzgarı artık arkamızdan alıyor, pupa yelken gidiyoruz. Zaman zaman ayı bacağı deniyoruz. Pek de güzel beceriyoruz.
Öğleden sonra iki gibi, Atabol burnunu da geride bırakıyoruz.


Dirsek Bükü, hemen önümüzde. Saat de müsait. Selimiye’ye yöneliyor, seyir halinde iken makarnamızı yiyoruz.


Koca Ada'yı geride bırakıp Kameriye Adası'na yaklaşırken rüzgar bir anda yön değiştiriyor ve kafadan almaya başlıyoruz rüzgarı. Tam Suat’ın havası, orsa gideceğiz bir süre. Teknenin küpeştesi suya değmezse rahat etmiyor Suat. Bu kış, İstanbul’da yarışmış da birkaç kez. İlle tam arma istiyor. Ben, çok cesur değilim onun kadar, her iki yelkene de birer camadan vurulu, ama yine de uçuyoruz. Bulaşıklar yıkanmış, ama dolaplara kaldırılmamış. Onlar da uçuyorlar. Çıkarılması gereken dersler hanesine yazıyoruz. Pupada giderken yemek hazırlanabilir, yemek yenebilir ve hatta bulaşık bile yıkanabilir belki. Ama sonra mutfağın neta edilmesi lazım.


Bir ara bazen kitlenmeyeceği tutan mutfak dolaplarından birisi açılıyor ve birkaç melamin tabak daha uçuşuyor içeride ve kırılanları bir kenara ayırıyoruz. Tam Selimiye koyuna dönerken önce cenovayı, ardından ana yelkeni indiriyor ve Sardunya restoranı aramaya başlıyoruz yavaştan.
Restoranı görüp önüne kadar yaklaşıp bağlanacağımız yeri kararlaştırıp, telefonla gelmekte olduğumuzu haber vermemize rağmen tonoz vermeye gelen olmadığından demirlemek üzere biraz uzaklaşıyoruz.
“Demir at” komutumdan bir süre sonra iskeleye doğru kıçın kıçın güzelce yanaşırken 60 metrelik zincirimiz bitiyor. Aradaki mesafeyi ayarlayamadım. Manevra baştan yapılacak. Demir alıp tekrar yanaşıp demir atmamız, bağlanmamız bu kez o kadar problemli olmuyor. Buna da şükür. Hem, derinliğe bakılacak, hem bunun üç katı kaloma verilmesi ayarlanacak (ki dümenci ile demircinin bu konuda haberleşmesinin doğru yolunu henüz bulamadık, dümenci kendi derdinde, demir atan kendi derdinde), hem de demir atılan yerin iskeleye uzaklığı tahmin edilecek, iyi ayarlanacak, hem kaloma yeterli olacak, hem de zincir bitmeyecek. Araba park etmek daha kolay yahu.


Bağlandıktan sonra ilk bağlanışımızı kutlarken Sardunya restorandan geliyorlar “size tonoz veren olmadı mı?” diye. Kızıyorum ama, akşam için 5 kişilik yer ayırtmayı da ihmal etmiyorum.
İlk içkiler ise teknede.


İlk yudumlar sonrası Ümit ağabey ile Mehmet biraz dalmışlarken kimbilir, nerelere…


Suat ile bizim değmeyin keyfimize.


Akşam yemeğinde bu kez balık yedirmiyorlar bana. Neymiş, üst üste iki gece balık yemişiz. Sayıyla mı yahu bu balık? Neyse hiç olmazsa deniz börülcesi, peynir ve ahtapot bacağı ile ancak bir, 35’lik rakıya meze yapıyor, içip güzelleşiyoruz. Suat’ın telefonları bitip masamıza geldiğinde biz neredeyse kalkmak üzereyiz.


Yatmadan önce ufak bir yürüyüş olsa ne iyi olur deyip, Girit pansiyona doğru giden yola rota veriyorum arkadaşlara. Onların bir şeyden haberleri yok ama benim niyetim önceden belli. Çetin Kent’i görmek, elini sıkmak. Gelmeden hemen önce bitirdim yazdığı kitabı: Sarıldım Minik Teknemin Halatına”. Çok keyifli bir kitaptı. Tarzını çok sevdim. Kendisini de çok sevdim. Nasıl güleryüzlü bir adam. İkramı olan çaylar ve hoş sohbeti ne kadar makbule geçti.


Ardından tekneye dönüş, biraz browni, biraz gitar, biraz uyku.
Bugün, Deniz’den telefon geldi bir ara. Selimiye’ye gitme niyetimiz olduğunu öğrenince bize sabahtan katılmaya karar verdi Deniz. Yarın sabah erkenden gelecek. Altı kişi olacağız yine, ne güzel.


22 Haziran 2010, Salı
Sabah, her zamanki yerimde, havuzlukta uyku tulumunun içinden güne uyanırken ilk gördüğüm, iskelede şezlongun üzerinde bekleyen Deniz. Geçtiğimiz sene de aynı şezlong üzerinde o haftanın en keyifli uykusunu yapmıştı Deniz. Özlemiş. Sabahın altısında gelmiş, o şezlongta oturuyor, her zamanki gibi sigarası elinde.


Tekneye davet ediyorum, herhangi bir şeyi kırmadan tekneye çıkıyor, koca bavulunu aşağı indirip, salondaki masanın altına atıyor. Henüz hasar yok, çok şükür. Geçen sene bu iskeleden ayrılırken pasarellayı almak Deniz’e, pasarella ile kırdığı teknenin kıçındaki feneri yapıştırmak da bize düşmüştü. Bu kez her şey yolunda.
Hala herkes uykuda. Biz Deniz’le tekneden inip Selimiye’yi turlarken Çin’den gecenin bir yarısı gelen iş teklifi ve Deniz’in bize katılamamasının gerçek nedenlerini konuşurken Selimiye de henüz tam uyanmamış.





Deniz’e soruyorum, fotoğraf makineni getirdin mi diye. “Yok” diyor, “getirmedim, zaten çektiğim fotoğrafları sildiğim için, bir de makineyi taşımak istemedim diyor” dudaklarında müstehzi bir gülümseme ile.


Güneş kendini göstermeye başlıyor yavaştan.



Sonra satılık ilanı gördüğüm bir yelkenli tekneye yanaşıyorum merakla. Aaa, bu “Yol”. Levent ve Ayça Kirişçioğlu’nun tekneleri.


Kitapları "Yol" beni çok etkilemişti. Orada, öyle mahzun mahzun duran Yol’a sevgiyle bakıp kendi teknemize dönüyoruz.
Kahvaltı teknede. Bu kez aşçımız Deniz. İlhan Selçuk üstadı kaybettiğimizi öğreniyoruz bu sabah. Önce Türkan Saylan hocamız, şimdi İlhan Selçuk. Beddualarımız ve dualarımız gereken yerlere gidiyor.
Çetin Kent, Dişlice adasında denize girmemizi önermişti. O nedenle hedefimiz, öğlen için Bencik, akşam için Dirsek Bükü.
Çıkmadan önce ufak bir alışveriş: Biraz su, çarliston biber, birkaç tane kabak, marul, semizotu, iki paket küçük buz.
Suat çıkarıyor bizi Selimiye’den.
Tekne bize biraz dar (!) mı gelmeye başladı, nedir?


Deniz, sağolsun, hiçbir şeye elini sürmüyor. Özellikle halatlara hiç dokundurmuyoruz.
Selimiye koyundan çıkınca deniz çırpıntılı, rüzgar var, Dişlice adasında denize giresimiz kalmıyor. Doğrudan Bencik’e giriyoruz. Dümen’de Mehmet. Arkadaşım olur kendisi.


Bencik girişinde hemen iskele bordamızda kalan ve sadece bir guletin bağlı olduğu koyu gözümüze kestiriyoruz. Demir atmadan önce şöyle bir kolaçan ederken orayı, öndekiler bir anda gelme artık dediklerinde 2.5 metreyi okuyorum derinlik ölçerden. Tornistan komutuna bir an cevap vermiyor Cornelian, ama sonra söz dinliyor. Sığlığı, iskele bordamızda bırakarak kıçın kıçın yaklaşıyoruz kıyıya. Ahmet Çelenoğlu yazmıştı, benim bir soruma cevaben: “Kıyıya mümkün olduğunca yanaşılacak”. Yanaşacağız da yine zincir bitiyor. Ama bu kez, yüzme mesafesinde, gözümüze kestirdiğimiz ağaçlar. Sağolsun, Mehmet, kürekle kıyıya çıkıp bizi iki ağaca bağlıyor da öğle yemeğini hak ediyoruz.


Öğle yemeği sonrasında bir anda Suat’ın “Nasıl olur?” şeklindeki feryatlarından çok sevdiği birisini kaybettiğini anlıyoruz. Bizimle konuşabildiğinde çok sevdiği Haluk ağabey’ini kaybettiğini öğreniyoruz. Cenazesi, Perşembe günü kalkacak. Suat’ı bu gece bırakmıyoruz. Bizimle beraber olsun. Biraz kendini dinlesin. Ertesi gün, Bozburun’a bırakacağız, Oradan da taksi ile Marmaris’e gidebilir. Kendi arabası da orada zaten, atlar gider.
Dirsek Bükü rotamızda yine rüzgar var. Suat’ın sevdiği cinsten. Fazla ve kafadan geleninden. Camadanlar kaçınılmaz. Suat’ın itirazlarına rağmen. Camadan vurulmuş yelkenlerle bile uçuyoruz.


Bir ara, yine o malum dolap açılıyor, iki tabak daha kaybediyoruz.
Ama deniz, muhteşem gözüküyor.


Deniz de öyle.


Dirsek Bükü’ne girdiğimizde geçen seneki restoranın sahipleri iskelede bizi bekliyorlar. İskelenin hemen başındaki bir teknenin sancak bordasına yanaştıracaklar bizi. Tonozu almamız, tekneye yanaşmamız, süratle bağlanamamamız, adamların tekneye atlamaları, bizi bağlamaları bir oluyor. Neden bu kadar panik yaptıklarını sorduğumda, günün çok rüzgarlı geçtiğini, bazı teknelerin birbirine dokunduğunu anlatıyorlar. Bir daha tekneye böyle çıkışlara izin vermemeye karar veriyorum.
Ama yine de keyifliyiz. Bir günü daha kazasız geride bıraktık, salimen karaya bağlandık.
Benim için doğal olan gerginliğimin arkadaşlarıma da bir miktar yansıdığını ilk defa burada öğreniyorum geri bildirimlerden. Seneye tekneyi bir başkamızın kiralamasının daha iyi olabileceğini konuşuyoruz. Ben, bunca gerginlik yarattığımın farkında değildim. Benim için eğitici oluyor.


Akşam yemeği için 19.00 gibi restorandayız. Deniz’in fiyat pazarlıkları ile açıyoruz geceyi. Yetmişlik değil de bir litrelik Yeni Rakı’da karar kılıp herkes balıklarını söyleyip ilk yudumları aldığımızda gevşiyoruz.


Rüzgar geç saatlere kadar deliler gibi esiyor. Bir yandan Suat’ın hüznü, bir yandan rüzgar ve rakı, bizleri pamuk gibi yapıyor. Bu akşam gitardan ve benden çıkan sözler, melodiler Suat ve kaybı için.
Geceyi ertesi güne bağlayan dakikalarda konsere son verip yatıyoruz.

23 Haziran 2010, Çarşamba
Denizin kokusu, sabah rüzgarı ve güneşin ilk ışıkları ile gözümü açtığımda saat, sabahın altı buçuğu. Tuvalete gitmek için kullandığımız iskele sular altında kalmış. Gelgit mi var nedir?


Kahvaltımız teknede. Teknemiz, ne kadar güzel duruyor suda.


İzbarço ile bir son oluşturup, halatın koç boynuzundan ilk geçtiğimiz kısmını, ayrılırken kolay olsun diye üste almıştım, ayrılmadan hemen önce. İskeleden ayrılırken aneleye takıldı kaldı. Buradan da bir ders çıkardık. Saat 09.45.
Dirsek Bükü’nden bizi Suat çıkarıyor.


Alçak basınç uyarısı geliyor İstanbul’dan, Cengiz’den. Banu da rüzgara dönüyor yüzünü, sağ kolunu vücudundan 90 derece sağa doğru açıp azıcık geriye doğru uzatıyor ve “alçak basınç merkezi orada” diyor. Mehmet de “durur mu, alçak basınç merkezi orada ama alçak bulutlar da burada” diyor. Hüzünlü yüzlerimizde bir miktar gülücük oluyor. Suat’ı bırakacağız Bozburun’a.
Bazılarımız uykuya direnirken, bazılarımız yenik düşüyor.





Bozburun’a Kızılada’nın güneyinden dolaşarak giriyoruz.
Süleyman Dirvana üstadın muhiti buralar. Kendisini bir kaç gün önce kaybettik. Ruhu şad olsun.




Önce liman dışında alargada kalıp, botla Suat’ı bırakmak gibi bir planımız oluyor. Alargada tutunmayı beceremeyince limana giriyoruz. İki sene önce Colin’le demirleme çalışması yaptığımız aynı yer boş. İlk denememizde demir sıkışıyor, atamadığımız için bir kez daha deniyor ve güzelce demirlemeyi, koltuk halatlarımızı kıyıdaki görevliye vererek bağlanmayı başarıyoruz.


Suat’ı yolculuyor, Mehmet’in üzerine bir yağmurluk almasını bekliyor ve sonra demir alarak Bozburun’u ardımızda bırakıyoruz. Saat, 13.00.
Artık tekne daha bir geniş. Deniz değil, meğerse Suat’mış tekneyi daraltan (!). Nasıl yayılmış ekip teknenin havuzluğuna.


Motor-yelken Kızılada’yı geride bırakırken sandviçlerimizi yiyoruz. Kızılburun’a kadar motorla geldikten sonra motoru kapatıyoruz. Rüzgar 18-20 knot. İyi yelken yapıyoruz. Bir ara içeriden bir gürültü duyuluyor.


Deniz uyumak için yanlış yer seçmiş.
Zaman zaman rüzgarın çok iyi olmasına rağmen yelkende hız kazanamadığımızı görüyoruz. Rüzgar tam kafadan geliyor. Tremolalarla yükselmeye çalışıyoruz. Ama mümkün değil. Hızımız ancak apaza kaçarsak yükseliyor. Arabalarla oynuyoruz, olmuyor, trimi bir daha yapıyoruz, olmuyor. En sonunda vaz geçip motor-yelken Yeşilova körfezinden çıkıyoruz. 
Önce Alaburun’u iskele bordamızda bırakıyor, rüzgarı geniş apazdan alırken Alaburun’u dönünce de tam kıçtan almaya başlıyoruz. Dalgalar da giderek büyüyor bu arada. İsteyenlerin can yeleği takabileceğini söylüyorum. Ekip benden cesur. Hiç biri takmıyor.


Dalgaların 2-2.5 metre olduğuna karar veriyoruz. Sallan yuvarlan Bozukkale’ye doğru gidiyoruz pupa yelken. Hava, 20-22 knot. Bozukkale’ye yaklaştığımızda yelken indirmek için rüzgara dönmemiz lazım. Beni birazcık geriyor. Cenovayı indirmek kolay. Ancak ana yelken için iki dalga arasında süratle 180 derece geri dönüp kafayı rüzgara vermemiz mümkün oluyor. Yelkeni indirdikten sonra bu kez Bozukkale’ye doğru 180 derece dönerken arkadan gelen dalgalar beni yine biraz geriyor, ama kazasız belasız dönüyoruz.
Bir kez de Bozukkale koyuna girişimizi yapabilmek için dalgaları yandan aldığımız kısa bir süre oluyor. Ancak artık içerideyiz.
İskele bordamızda ilk gördüğümüz iskeleye yanaşacağız. Bayrak sallayan çocuklara doğru giderken, usturmaçalar ve koltuk halatları hazırlanıyor. Şöyle bir yanaşıp bakıyoruz. Uzun iki tane koltuk halatı istiyorlar. Hazırlıyoruz. Tonoz vermeyecekler. Uzun kalomalı demir bırakmamızı istiyorlar. Rüzgar iskeleden bize doğru bütün gücü ile esiyor.
Doğal olarak iskeleye kıçın kıçın yanaşırken demirimiz yine sıkışıyor, atmayı başardığımız noktada ise derinlik iskeledekilere göre yeterli olmadığından fırça yiyoruz: “5 metreye demir bıraktınız kardeşim”.
Demiri toplayıp bir kez daha denediğimizde de bu kez zincir bitiyor. Ben, bu mesafeyi ayarlamayı başaramayacağım galiba. Üçüncü denememizde her şey yolunda gidiyor. Sadece iskelenin başında, baştan kara bağlanmış bir tekneye fazla yanaşıyoruz, sanki yer yokmuş gibi. Teknedekiler birbirlerini iterek olası bir sürtünmeyi engelliyorlar, ama teknedekilerin suratları bir karış.
Koltuk halatlarımızı alıp iskeleye değil, iskelenin üzerinden geçirip daha içteki kayalara bağlıyorlar. Demek, bunun için uzun koltuk halatı istediler.


Amma velakin, demiri çekersek geliyor. Colin’den öğrendiğimiz, o, demirin tuttuğunu ifade eden “gıy gıy gıy” sesleri gelmiyor ırgattan. Barbaros Hayrettin Paşa, “abi, demirle oynama daha fazla diyor”. İskeleye doğru bir gidiyor, bir geri geliyoruz. Yandaki, baştan kara teknenin durumu ise daha içler acısı. Onların salınımları sanki daha fazla. O kadar ki, tekne, şöyle birkaç metre iskeleye doğru geliyor, o sırada içindekiler iskeleye atlayabiliyor, sonra tekne yeniden 3-5 metre geri çekiliyor. Rüzgar o kadar fazla ki, geceyi nasıl geçireceğiz, bu demir tuttu mu, tarayacak mı, bilemiyorum.
Barbaros Hayrettin Paşa, iskeleden bir miktar daha uzaklaşmamızı istiyor. “İskeleye ne kadar uzak olursan o kadar daha iyi olur” diyor. “Demir tarar mı? İkinci demir atayım mı?”. “Taramaz, abi” diyor, “rüzgar iskeleden, kıçtan esiyor, bir şey olmaz”.
Biraz daha koltuk halatlarını boşluyor, demiri biraz çekiyoruz. Artık pasarella mesafesinde değiliz. Biz de yandaki teknedekiler gibi inip bineceğiz tekneye. Erkekler halatları çekip tekneyi iskeleye yanaştıracak, inecekler inecek, binecekler binecek, sonra tekrar tekne eski yerine dönecek.
Taramadığımızdan emin olmam, iki saatimi alıyor. Sonra denize giriyorum.
Barbaros Hayrettin Paşa, Ali Baba Restoran’ın sahibi.


Restoran hemen, kalenin dibinde. Bu gece rüzgarın şiddeti nedeniyle 4 ya da 5 tekne almış iskeleye. Hadi bakalım hayırlısı.


Yemekte olmazsa olmaz balık, salata ve yanında su. “Bu gece alkol yok” diyor kaptan. Ama kendi bir tane birayı götürüyor. Gerginliği azalsın diye.
Cornelian bir gelin gibi salınıyor suyun üstünde, bir iskeleye doğru, bir iskeleden doğru.


Geçe kalmadan yatılıyor. Rüzgarın sesi ve okşayışı ile uyunuyor.


24 Haziran 2010, Perşembe
Sabah “Tayfun” sesi ile uyandığımda Banu, “sakin ol, bir şey yok” deyip teknenin iskeleye çok yanaştığını söylüyor. Demiri bir miktar çektiğimizde problem bitiyor. Bu geceyi çıkardık ya, şükürler olsun. Rüzgârı zaten kıçtan aldığımızdan tarama gibi bir problemimiz olmayacağını söylemişti Barbaros Hayrettin Paşa. Doğru çıktı. Haftaya da buraya geleceğim o zaman.
Önce bir Kale tırmanışı.


Oradan manzara muhteşem.


Diğer taraftan da Rodos’a bakan manzara muhteşem.


Kahvaltı sonrası, 09.30 gibi Bozukkale’den çıkıyor ve hemen yelken açıyoruz. Rüzgar, arkamızdan geliyor. Geniş apaz- pupa yelken gidiyoruz.
Dümende Deniz, arkadaşım olur.
Mehmet, GPS’in başına oturmuş, kurcalıyor. Ya, tam bozacak, ya tam öğrenecek.


Hedefte, öğle yemeğini Arap Adasında yemek var ama Cengiz’den gelen telefon ile planlarımız değişiyor: Saat 13. 00-14.00 gibi ciddi fırtına var, en azından bizim için 25-30 knot. Dün akşam arkamızdan aldığımız 2-2.5 metrelik dalgalarla yaptığımız seyirden hoşlanmayan ekip üyelerimizin bazlarının tercihi ile doğrudan Çiftlik’e kadar gitmeye karar veriyoruz.
Rüzgar, 15 knot. Hızımız ise 4-5 knot arası.
11.15 gibi rüzgar iyice azalıyor. Motorla gitmeye başlıyoruz. Uzakta, yakında, önde arkada, kötü hava belirtisi yok. Ama Banu, “ben batı rüzgarlarını Çanakkale’den bilirim. Birden bire patlar” deyince, öyle bekliyoruz çaresizce, rüzgârın patlamasını.
Bugün çok keyifli bir seyir yapıyoruz, apaz, bazen geniş apaz. Dalga yok, yatma yok. Oh, ne keyif.
Fırtına falan görmeden saat 13.00 gibi Çiftlik’te 10 metre suya demir attığımızda hala fırtınanın geleceğine dair en ufak bir emare yok. Denize giriyor, napoliten soslu makarna ve salatadan oluşan öğle yemeğimizi yiyoruz alargada, ben, birazdan yanaşacağımız iskeleyi uzaktan uzaktan keser ve kendimi gererken.


Daha fazla gecikmeden beni geren bu süreci öne çekip, bir an önce yanaşmayı teklif ediyorum arkadaşlara. Kabul görüyor bu teklif. Daha önce Peter ile yanaşıp ayrıldığımız yer boş. Aborda olmamız gerekecek. İstemiyorum aborda olmayı. İstemeden de olsa çok kolay aborda olabileceğimi bilmiyorum henüz. Kıçtan kara bağlanabileceğimiz diğer iskeleye gözüme kestirmişken oraya da kocaman bir gezi teknesi girince, Rafet Baba’nın iskelesine aborda olmak kaçınılmaz oluyor. Ne yapalım bu da bir eğitim olacak.
Her şeyimiz hazır, tonoz verecek arkadaşlar da iskelede bizi bekler. Çok güzel bir açı ile iskeleye yanaşıp bizi tutmalarını sağlıyorum. Yalnız akıl edemediğim bir şey var: teknenin en ucuna yanaşmayı hedeflemişim. Oysa arkama bir tekne daha alacaklarmış. Bu kadarcık kusuru da, iskelede bizi bir tekne boyu ileriye çekerek alan arkadaşlar kapatıyorlar. Bordalamayı da başardık, şükürler olsun.


Suyumuz ve elektriğimizi bağlayıp biralarımızı açmamız 5 dakikayı bulmuyor. Elektriği bağladık ama, cereyan gelmiyor bir türlü. Ümit ağabey, bizi bağlayanlardan birisini gidip getiriyor, restorandan. Çocuk, bir de kablonun ucundaki adaptörü fişimize bağlayınca aradaki kopukluk gidiyor ve cereyan gelmeye başlıyor teknemize. Ümit ağabeyi, enerjiden sorumlu bakanlıktan alıyoruz (!).


Elektriği bağladık ama, cereyan gelmiyor bir türlü. Ümit ağabey, bizi bağlayanlardan birisini gidip getiriyor, restorandan. Çocuk, bir de kablonun ucundaki adaptörü fişimize bağlayınca aradaki kopukluk gidiyor ve cereyan gelmeye başlıyor teknemize. Ümit ağabeyi, enerjiden sorumlu bakanlıktan alıyoruz (!).
Bugün iskelede yer bulmamız, aslında tesadüf imiş. Bütün iskele doluymuş. Rezerveymiş. Bir filotila geliyor zaten birazdan. Her biri tek tek nasıl yanaşıyor, seyrediyorum. “L” şeklinde bir iskele bu. L’nin uzun bacağında biz, üç tekne varız. Arkamızda 50 feetlik bir yelkenli var. L’nin kısa bacağı ise hemen hemen dolu. L’nin kısa bacağının sahile doğru olan tarafına da tekne almaya başlıyor Engin. Engin, Rafet Baba restoranın her şeyi, şef garsonu, iskelenin sorumlusu, bayrak sallayanı, tekne bağlayanı. Teknelerin yavaşça L’nin kısa bacağının arkasına geçişlerini, bacağa paralel, bize doğru seyrederken halatların alınışını, iskele koltuk halatı bağlandıktan sonra ileri verip başlarını açışlarını ve sonunda diğer koltuk halatı ile iskeleye doğru çekilişlerini ve işlemin tamamlanışını hafızama kazıyorum. Engin’e haftaya benim bir kez daha buraya geleceğimi, eşimle yalnız olacağımı söylüyorum. “Yardımcı oluruz ağabey” diyor.
Bizim gözümüz denizde, Deniz’in gözü ise sahilde. Eğer minibüs varsa, Marmaris’te kendisini bekleyen iş görüşmesine (!) gitmek için can atıyor. Bizden sıkıldı herhalde. Biz denize bir girip çıktıktan sonra, Deniz de salona bir girip çıkıyor, valizini topluyor, bizlerle vedalaşıp minibüse gidiyor. Kaldık, 4 kişi. Tekne artık daha bir büyük.


Akşam çabuk oluyor. Akşam sekiz gibi Rafet Baba’nın yerinde kapalı mekânında değil de sokak kenarındaki bir masada, kalabalık ekipten uzakta, sakin bir yemek yemek üzere masaya oturuyoruz. Gözümüz bir aç, bir aç. İki tane mercan, bir tane kiloluk lagos sipariş veriyoruz. Sanırsınız ki altı kişiyiz, günlerdir de yemek yemedik. 35’lik bir Yeşil Efe bize yetiyor ama balıkları bitirmekte çok zorlanıyoruz.


Güneş huzurlarımızdan çekilirken Çiftlik’in manzarasının da tadına doyum olmuyor.


Yaşamdan, gelecekten, ihtiyarlıktan, emeklilikten, çocuklardan, torunlardan bahsediyoruz bu akşam. Hiçbir şeyi çözemediğimizi görünce yatmaya gidiyoruz. Bu gece Çiftlik, sakin. Colin’in geçen sefer gecenin ikisinde yaptığı gibi, sis borusunu öttürüp, “yeter artık, yatma vakti” diye bağırılması gerekmiyor. Ya da gerekiyorsa da ben farkında değilim. Rüzgar yanağımı okşarken, başımda bere, uyku tulumunun içinde, ancak vücudum kadar genişliği olan havuzluğun iskele tarafındaki koltuk üzerinde, sanki evimdeki yumuşacık yatakta yatarmışcasına huzurlu, keyifli, sakin, mışıl mışıl bir uykudayım. Dün gece, Bozukkale’deki tetikte uyur halinde geçirdiğim geceden sonra buradaki güveni hissederek uykuya dalıyorum.


25 Haziran 2010, Cuma
“Bir hüzün çöker insana, el ayak çekilince” diyor ya şair. Önce Suat, sonra Deniz gidince bize de bir hüzün çöküyor incecikten. Grubumuz artık, bir başka grup oluyor. Dört kişiyiz. Haftayı dört kişi bitireceğiz. Önümüzde çok uzun bir yol kalmadı. Çiftlik-Marmaris, 12 mil.
Sabah altıda gözlerim açılıyor. Denizi, sessizliği dinliyorum uzunca bir süre. Sonra güneş artık gözümün içine girmeye başlayınca yedi gibi kalkıyorum. Kumsalda kısa bir yürüyüş artık klasik oldu. Çiftlik’in kumsalını seviyorum. Denizin üzerinde iken bu dalga seslerini duymak mümkün değil. Deniz, kumsala yaklaşırken kendine bir başka şekil veriyor. İnsanın kulağını okşayan sesler çıkarmaktan hoşlanıyor.
Kahvaltı teknede. Kumanyamız onca fazla ki bu hafta bitmesi mümkün değil. Büyük bir ihtimalle ben haftaya kendi teknem için alışveriş yapma ihtiyacı hissetmeyeceğim. Salamlı omlet denemem, teflon tava olmaması nedeniyle hüsranla sonuçlansa da kaşar rendesi ile birlikte çok lezzetli bir salamlı yumurta çıkıyor ortaya. Afiyetle yerken arkadaşlarımın takdirlerini alıyorum.
Bugün rüzgâr batıdan esmeye devam ediyor. Kadırga Burnu’na 5 mil, Kumlubük’e 8 mil, Kumlubük’ten Netsel Marina’ya ise 6 millik yol var önümüzde. Tekneyi en geç 17.00 gibi teslim etmemiz gerekiyor.
Saat 11.00’de motoru çalıştırıyoruz. Önümüzde ve arkamızda birer tekne var. Ama buradan, aynı bu şekilde nasıl çıkacağımızı geçen sene Peter ile çalışmıştık. Ön çapraz halatı bırakmayıp diğer tüm halatları bıraktıktan sonra iskeleye doğru ileri verdiğimizde teknenin kıçı iskeleden açılacak. İskele kıç omuzluğumuzda da bir tekne var. Arkamızdaki ile onun arasından biraz ileri, biraz geri vererek çıkmamız çok zor olmuyor. İskeleden de teknemizi biraz iterek bize yardımcı oluyorlar.
Koyun dışına çıkar çıkmaz yelkenleri açıyoruz.


Rüzgar, 6-8 knot kadar. Sabah, internetten bakmıştım, rüzgar laptopun solundan esecek.


Apaz seyriyle Kadırga burnunu geride bıraktığımızda saat 12.00.


Kadırga Burnu’nu dönünce suya usturmaça atmadan “Man Over Board” çalışması yapıyoruz, ama beceremiyoruz. Hafta bitiyor, keyfimiz de yok zaten.
Bir süre boğaza doğru yelken yapıyoruz, ama Marmaris’e yaklaşmamız mümkün olmuyor. Bir Kumlubük’e doğru dönüyoruz, bir Ekincik’e doğru. Sonunda pes edip motor yelken Marmaris’e doğru yola koyuluyoruz. Bir dahaki sefere Kadırga Burnu’na yakın seyir yapmaya karar veriyoruz.


Mazot almak için benzinciye yanaşmak benim için bir kabus. Ama kaçamayacağız herhalde. Marina’ya yaklaşırken yelkenler indiriliyor, usturmaçalar ve koltuk halatları hazırlanıyor. Marina’ya girerken bir guletin karaya bağlanmasını bekliyoruz. Benzincinin önündeki tekneleri görünce, mazot almaktan vaz geçip Yüksel Yatçılık’ı arıyorum, “biz geliyoruz, bizi karşılayın”.
Önce pantonu buluyorum. Sonra tornistanda teknenin kıçının iskeleye atmasının bir avantaj olacağı kıçın kıçın yaklaşmak yerine zor olanı seçiyorum. Burundan pantonlar arasına girip durup sancak kıç omzumda bıraktığım yere tornistan vererek gireceğim. Havam olsun.
Havam oluyor tabii. Tornistana verince sağlı sollu iki sıra dizilmiş tekneler arasında tornistanla oluşan pervane etkisini yenip, kıçımı sancağa döndürüp, iskele bordamdaki kocaman teknenin yanına dönmem mümkün olmuyor. Bir ileri verip teknenin kıçını sancağa attırma projem de yeterli olmayınca, iskele bordamdan gelen rüzgar beni iskeleye yavaş yavaş ittiriyor. İleri ve geri manevralarım, tekneye beklediğim kadar kumanda etmeyince de ne yapayım, iskeleye aborda oluyorum kahkahalar arasında. “Gelin beni buradan çıkarın” diyorum, Murat tekneye atlıyor. Mazot almaya gidiyoruz. Benzinciye nasıl yanaştığını gözlüyorum. Hafızama kazıyorum.
41 litre mazot alıyoruz. “Başka yerden mazot aldınız mı?” diye soruyor Murat. Bir takdir sorusu olarak kabul ediyoruz bu soruyu.
Sonra dümene yine ben geçiyorum. Aynı şekilde, inatla burundan girip sonra kıçtan kara bağlanacağım.
Bağlanıyorum da. Sadece Murat’ın taktiksel yardımları, iskeledekilerin biraz itip kakması gerekiyor ama olsun. Sağa sola vurmadan yanaştım işte.
Öpüyoruz birbirimizi, tebrik ediyor ve geçmiş olsun dileklerimizle motoru kapatıyoruz.
Rüya gibiydi.
Tekneyi teslim ediyoruz. Birkaç tabak eksiğimiz, bir iki minder şeriti yırtığımız var. Çok şükür başkaca hasarımız da yok.
Ancak ana yelkendeki balenlerden biri Marmaris’e gelirken yerinden çıkmış, lazybagin halatına takılmıştı. Onu söyleyince ana yelkeni tekrar açıp bakıyorlar ve sökmeye karar veriyorlar. Bir taraka kullanarak direğin tepesine nasıl çıkılır görme fırsatı buluyorum. Cenovayı da söküyorlar. Arka yakasını geren ince halat kopmuş olduğu için. Biz ucuz kurtardık. Yandaki teknenin ana yelkeni furling tipte. Bir türlü açılmıyor. Bumbayı aşağı çekiyorlar olmuyor, yukarı kaldırıyorlar olmuyor. En sonunda bir aşağı bir yukarı zorladıklarında ana yelken tepesinden cart diye yırtılıyor. Onu da yukarı kadar çıkarak sökmeleri gerekiyor.


Mehmet ile Banu’nun ayrılma zamanı geldi. Birlikte son bir fotoğraf daha çektirip onları yolculuyoruz.


Koca tekne bize kaldı artık.


Sonra, benim yarın çıkacağım tekne yanaşıyor iskeleye: Larimar.


Selçuk Bey’le biraz konuşuyoruz. Sabah altı gibi Göçek’ten çıkmışlar. Çok deniz yemişler, çok yorulmuşlar.
Akşam yemeğimiz, bu kez Apollon’da. Deniz ve kız arkadaşı Julia da bize katılıyor. Balığa bu kez şarapla eşlik ediyoruz. Akşam 11 gibi, gözlerimiz kapanıyor, Deniz ve arkadaşından izin isteyip tekneye dönüyoruz. Marmaris’in gece ikiye kadar süren eğlencesinin dalga dalga marinaya getirdiği gürültüye rağmen yatar yatmaz uyuyorum. Hafta bitti. Ama benim bir haftam daha var.
Bu geziyi mümkün kılan, seyir halinde iken onlardan çok şey öğrendiğim, neşemize neşe katan ekip arkadaşlarıma; Suat’a, Banu’ya, Ümit ağabey’e, Deniz’e ve sonradan bize katılan ama kendisinde bir hazine bulduğum Mehmet’e; bize bu yolculuğa çıkma gücü ve güveni veren Yüksel Yatçılık eğitmenlerinden Colin ve Peter’a; teknik desteği ile her zaman yanımızda olan Yüksel Yatçılık’tan Burçin hanım, Ece Hanım ve Murat Saraç’a teşekkür ediyorum.
Takıldığım konularda bilgilerini paylaşan Cengiz Esgi’ye ve Gezgin Korsanlara teşekkür ediyorum.
Bir teşekkür de bize kollarını açan Ege denizine, sürekli yanağımı okşayan rüzgarına, bizi bir hafta boyunca denizin dalgalarına karşı koruyan, millerce yolu güvenle yapmamızı sağlayan, sevimli, şirin teknemiz Cornelian’a.
Çok sevdim hepinizi.



1 yorum: