Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

31 Temmuz 2009 Cuma

BEAR AWAY

BEAR AWAY


A bad day in the sea is better than a good day in the office.
(Cumhur Gökova)


Resim 1. Kaptan-ı Derya Tayfun

Bu gezinin öyküsü, 2006 yılının ilkbaharında başlıyor, aslında belki biraz daha da önce. Dinlediğim yelken eğitimi öyküleri, Yelken Dünyası ve Naviga dergilerinin her ay heyecanla beklediğim yeni sayılarının yutarcasına okunması, Seyhan Baraj Gölü’nde alınan lazer yelkenli eğitimi ile gerçeğini hayal edişler, yelken eğitimi alacak yakın bir çift arkadaş arayışları..

Geçtiğimiz yılın ilkbaharında bu rüyam gerçekleşir gibi oluyor. Daha önce Mersin’de yelken kullanmış olan çok yakın iki arkadaşımızın da aynı planları yaptığını öğreniyorum. Kısa bir süre ses çıkmıyor Hakanlar’dan ama sonra beraber bu işi yapmaya niyet ediyoruz. İki aile, yelken eğitimi alacağız. Füsun Uysal, bizim fakültede Fizik Tedavi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi, Eşi, Hakan da Diş Hekimliği Fakültesinde öğretim üyesi. Hakan’ın tanıdığı bir kaptan ile Bodrum’dan çıkacağız. Kaporo yatırılıyor. İlk önce eldivenlerimizi alıyoruz. Bizimkiler daha çok spor yaparken kullanılan, parmak uçları açık, Nike eldivenler. Hakan bu konuda daha deneyimli, onlarınkiler Bodrum’dan alınmış, gerçek yelken eldivenleri. Ardından teknede giyeceğimiz, suyla barışık yelken ayakkabılarımızı alıyoruz. Bir heyecan, bir heyecan.

Hakan ve oğlu Kaan ile tenis oynadığımız günün bir kaç gün sonrasında Hakan’dan kötü haber geliyor, tahminen bel fıtığı. Hakan’ın tetkikleri, yatak istirahati ile düzelecek bir bel fıtığını ortaya koyuyor. Tahminen bu sene yelken işi yatıyor. Ama önce Hakan’ın ayağa bir kalkması gerekli. Bu bekleyiş, yaklaşık 3 ay süren yatak işkencesinin ardından İstanbul’da yapılan bir ameliyat ile sona eriyor. Hakan’ın bu sene yelken yapması mümkün değil, mavitur belki.
Önceden planlanmış mavitur, gayet keyifli bir şekilde yaşanıyor. Hakan’ın belinden yana bir şikayeti yok görünürde. Önümüzdeki sene için sözleşiyoruz.

Bu senenin tatil planında yelken en başta. Ancak Hakanlar’ın İstanbul’a göçmeleri, yoğun programları nedeniyle sanıyorum bu yaza da yelkeni sıkıştırmamız mümkün olamayacak. Hakanlar’dan haber bekliyoruz. Esma ile bizim programımız belli. Önce bir Mavitur, ardından Saroz körfezi’nde maviturun yorgunluğunun atılması (!), bir ay sonra da Kastamonu Küre dağlarında traking. Hakanlar çıkabilirse eylülde yelken.
Küre dağlarının muhteşem yeşilliğinde yürürken, Banu (Macahel gezilerinden tanıştığımız İstanbul’dan katılan iç mimar arkadaşımız) bu sene Cumhur hoca’dan (Gökova) intermediate kurs alacaklarını söylüyor ve ekliyor : “siz de gelsenize”. Yüreğim pır pır ediyor. Hem onlarla, hem de Hakanlarla çıkabilirim aynı ay içinde, öylesine istekliyim. Opsiyonlu olmak kaydıyla Cumhur hoca’yı arıyoruz. Tekneler dolu, ama burunda güvertede yatarsak yer olabilir. Adımızı yazdırıyoruz. İçim sevinçle doluyor, heyecanlanıyorum.

Adana’ya döndüğümüzde ilk işim Hakan ve Füsun’u aramak oluyor. Füsun, oğlanın okulunun eylül başında açılacağını söylüyor. Eylül başında kendisi de İstanbul’a yeni işinin başına gidecek, nasıl olacak bilmiyor. Hakan’ı arıyorum. Son kararları, bu sene de zaman sıkışıklığı nedeniyle yelkene gidemeyecekleri şeklinde. Ben Cumhur hoca’nın kaporosunu gönderiyorum. 15-22 Eylül’de yelkende olacağım.

İki sorun var yalnız. Birincisi, Cumhur hoca’nın teknesinde (Gökova), intermediate ve advanced kurs alacaklar var. Nazan ve Banu da o teknedeler. Nazan da bizim fakültede, çocuk kardiyoloğu. Macahel gezilerimizin vazgeçilmez elemanı. Biz o teknede değiliz. İkinci sorun ise rotanın Yunan adaları olması. Biraz ürkütücü. Olsun, dağlara ilk çıkışımız da profesyonel dağcılar için çizilmiş bir rotada olmamış mıydı.. Hem, 23 Nisan’da Yunan gemisi Perla ile Yunan adalarını gezerken (bazılarını da vize sorunu nedeniyle gezemezken) Santorini’ye hayran olan, “Esma, belki bir gün buraya bir yelkenli ile geliriz” diyen ben değil miydim? Al işte. “Evrenden istersen verir” dememişler mi? Al, veriyor işte. Çok sevinçliyim, heyecanlıyım. Gözüm temmuz sonunda yapacağımız mavituru falan görmüyor. İlle de yelken. Yelkenle yatıp yelkenle kalkıyorum. 15 Eylül’ü iple çekiyorum.

Bir ara Cumhur Hoca arıyor: “Dönüşü Marmaris’e değil de Bodrum’a yaparsak Santorini’de iki gece kalabiliriz, sizin için sakıncası var mı” diyor. Ne sakıncası olabilir, Allah derim.
Yelkene bir miktar daha yakınlaşmak için gölde rüzgar sörfü kursu almayı da araya sıkıştırıveriyorum. Elimi en azından şöyle 5 metrelik bir yelkene süreyim, gerçeğine sürmeden önce. Kurs, 5 gün süreyle günde iki saat olmak üzere toplam 10 saat. İlk üç gün sonrasında diğer salıya kadar ara veriyoruz. Bir yandan sörf saatini dört gözle bekliyorum, bir yandan da sörf yaparken başıma bir iş gelir de yelkene gidemezsem diye ölüyorum. Çarşamba günü, sörf kursunu başarıyla bitiriyorum. Bana, benim içim önemli bir şey öğrettiği için “Benim için çok kıymetliler” listesinin başlarında bir yerlere koyuyorum Levent Arpaç hocamı. İleri sörf kursu için sözleşip ayrılıyoruz.

Perşembe günü bavulların hazırlanması. Tekne ufak, az ve öz eşya alınması gerekiyor, biliyorum. Su geçirmez pantolon ve çizmeler, bavulun zemininde ciddi bir yer kaplıyor. Bunlar gerekli mi bilmiyorum. Ama açık deniz bu, lazım olabilir diye geçen ay Saroz körfezi dönüşünde İstanbul’da kaşla göz arasında alındı, Marmaris’e götürülecekler artık. Havlu, peştemal, tişörtler (her güne bir tane, üç gün de Bodrum’da kalacağız, toplam 10 tane), iki adet şort olabilen yürüyüş pantolonu, iki uzun kollu gömlek, mayolar, çabuk kuruyan iki tişört ve uzun kollu bir tişört daha. Spor ayakkabısı, yelken ayakkabısı, ayağımıza sandaletler, çoraplar, iç çamaşırları, Lafuma şapkamız, yüzücü gözlüğü,fularlar, bir pantolon da Bodrum için, güneş kremleri, acil ilaçlar, acil olmayan ilaçlar ve bavulu kapatmak biraz zor oluyor. Bavulumuz yumuşak, tekneye uyumlu. Birer adet de uyku tulumu, artık hazırız. Benim bavulum, pazartesiden hazır aslında, öylesine heyecanlıyım. Fotoğraf makineme de 2 GB’lık bir kart daha almışım. Pillerim, iki tane telefonum (teknede şarj imkanı olmayabilir). Tam teçhizatlıyım.

Ertesi gün öğlene kadar çalışıp, mesai arkadaşlarımla helalleşip (gidip de dönmemek var, açık deniz bu) eve geliyorum. İşin en zor kısımlarından birisi de köpeğimizin (Çılgın) veterinere bırakılması. Bu işi ben yapıyorum. Arkama bakmadan kaçıyorum veterinerden. Eve gelip bavulları alıp taksiyle otogara geliş. Ve Has Turizm’in 18.15 Adana-Marmaris otobüsünde 11-12 no.lu koltuklara oturuş. Ver elini Marmaris.
Ertesi sabah 09.30’da Marmaris’teyiz. Bu sene ikinci defa. Bodrum’dan İzmir’e dönüş biletimizi de organize edip taksiye atladığımız gibi Netsel Marina’ya. 10 dakika sonra marinadayız. Yat dünyasına hoşgeldik.
Halen Türkiye'deki en büyük üç marinadan birisi olan Netsel Marina, 1989 yılından bu yana Marmaris ilçe merkezindeki ana marina olarak faaliyet göstermekte. 2005 yılından itibaren, Setur Marinaları ve Torunlar Şirketler Grubu ortaklığı ile işletilmekte.



Resim 2. Netsel Marina

Teknemizi arıyoruz. Gökova yatçılık yazan iskeleye giriyoruz


Resim 3. Gökova Yatçılık

Cumhur hoca’yı telefonla arıyorum. Çok çaldırmadan kapatıyorum, yanıt yok. O sırada teknemizi görüyoruz: Gökova II. Dışı lacivert, kendisi beyaz, çok hoş bir Dufour 40 - Odienne. Teknede temizlik var, Arif’ten ilk bizim geldiğimizi öğreniyoruz. Bavullarımızı teknenin yanına iskeleye bırakıyor, kahvaltı edeceğimiz bir yer aramaya koyuluyoruz.



Resim 4. Eğitim alacağımız teknemiz, Gökova II.


Marina’da açık büfe kahvaltı veren çok hoş bir yer keşfediyoruz: Pineapple. Teknelere sevdalı sevdalı bakarak (en azından ben öyleyim) kahvaltımızı yaparken Cumhur hoca arıyor. Kahvaltı yapmak üzere Pineapple’a gelmekte olduğunu söylüyor. Bir süre sonra beraberiz Cumhur Hoca ile. Yazılarını yutarak okuduğum, tanışmak için dört gözle beklediğim Cumhur hoca ile bir sabah kahvaltısı. Bir yandan her zamanki sebzeli omletinin siparişini verirken, bir yandan su geçirmez çantasından Sony dizüstü bilgisayarını çıkarıyor, katılımcıları kontrol etmeye başlıyoruz. Kursun başlama saati zaten 18.00 imiş. Bendeki heyecana bakın siz. Adamcağızı neredeyse sabah sekizde uyandıracaktım az daha.



Resim 5. Pineapple'da Cumhur Hoca ve Özlem ile sabah kahvaltısı

Kursiyerlerin teknelere dağıtımı için tabii ki hocanın kafasında bir plan var. Bir yandan Nazan ve Banu ile birlikte olabilir miyiz hesapları içindeyiz. Diğer yandan hepsi acemi olan diğer teknedeki arkadaşlarla birlikte olmanın avantajlarını hesaplıyoruz kendimizce. Esma’nın ve dolayısıyla benim göldeki lazer tekne eğitiminden kalan bir bumba korkumuz var. Hoca’ya bahsedince problem kalmıyor. Hocanın teknesinde (Gökova)bumba havuzluğun üzerine kadar geliyor ve alçak. Diğer teknede ise havuzluğa gelmiyor ve zaten yüksek. Biz ikinci teknedeyiz. Biraz buruluyorum. İlk kursumuzu Cumhur hoca’dan alma şansımız kalmadığı için ama güvenlik daha öncelikli. Hoca’nın açıkladığı planda da, kursu ilk kez alacakların ikinci ve daha az yatan teknede (Gökova II) oğlu Atilla’dan eğitim almaları öngörülmüş zaten.

Akşam altıda görüşmek dileğiyle hoca ve misafiri Özlem kalkıyorlar masamızdan. Banu ve Nazan’dan hala haber yok. Nazan İstanbul aktarmalı uçakla geliyor. Banu ise doğrudan İstanbul’dan aynı uçakla geliyorlar. Bavullarımızı tekneye koymak üzere tekrar iskeleye gidiyoruz. Bu kez tekneyi temizleyen arif de yok. Teknede aslında kimse yok. Sancak kamaraya bavullarımızı atıyor Marmaris’i turlamaya çıkıyoruz. Bir kaç fotoğraf işimiz var, onu hallediyoruz. Çarşıyı tavaf ediyoruz. Kimseler yok, sezon bitmiş, hem ramazan, hem okullar açılmış, esnaf kan ağlıyor. Kendimizi zorla acıktırıp, her zamanki dönercimizden (Döngel Döner, postane sokağında), dürüm dönerimizi yiyor, görevimizi yerine getiriyoruz. Son lokmalarımızı atıştırırken Nazan arıyor, gelmişler, denize girmek üzere hocanın teknesi ile limandan çıkacaklarını söylüyor. Gelmek ister miyiz? Sorulur mu, on beş dakikada oradayız. Gökova bizim iskelenin en ucunda bağlı. Nazan ve Banu ile öpüşüyor, Cengiz beyle tanışıyoruz. Gökova’yı Özlem limandan çıkarıyor. Limandan çıkar çıkmaz hemen teknenin başı rüzgara veriliyor ve yelken açılıyor. Motor kapatılıyor. Hayatımda ilk defa yelken ile seyir yapıyorum. Marmaris boğazında çok açılmadan demiri de kendimizi de suya atıyoruz. Suyun sıcaklığı çok iyi. Cumhur hoca da kıyıya kadar bir gidip geliyor yüzerek. Dönüşte de asimetrik balonu (gennaker) bir süreliğine açıyoruz. Geri dönüp iskeleye yanaştığımızda saat tam altı. Tüm kursiyerler hocanın teknesinde toplanıyor. El sıkışıp tanışıyoruz birer birer. Nazan Özbarlas, Banu Gürel, Ümit Erdal, Cengiz Ekşi deneyimliler ve hocanın teknesinde yer alacak olanlar. Aralarına bir de Adnan Oltay katılıyor acemilerden. Diğer acemiler ise ben: Tayfun Güler, eşim Esma, Deniz ve Aycan Tekeş, Suat Güven ve Serdar Otrav diğer teknede, Gökova II’de olacağız. Hocamızı görüyoruz ilk defa. 24 yaşında zıpkın gibi bir genç, sağ omuzunda koca bir dövme, motordan yeni inmiş, kaskı elinde, kısacık saçları ile annesinin beğenisini nasıl kazandığından (!) bahsediyor.


Resim 6. Hocamız, Atilla Gökova

Cumhur hoca kuralları paylaşıyor bizimle. Önce güvenlik, can yeleklerinin kullanımı, yangın söndürücü (sadece ocaktan yangın çıkar diyor, hoca. Söndürücüyü üzerine tutuverirsiniz diyor sakince.) Tuvalet kullanımı, harcamalar için bir kasa oluşturulması vb. hakkındaki kurallar sıralanıveriyor ardı sıra. Her gün için teknede bazı görevler var. Günün kaptanı, temizlikçisi, aşçısı, bulaşıkçısı gibi.


Resim 7. Cumhur hoca kuralları anlatıyor.

Yunan adalarına giriş ve çıkışın tekne başına yaklaşık 180 euro tutacağını söylüyor. Soruların ve yanıtlarının bitmesinden sonra akşam yemeği için bizi evine davet ediyor. 20.30’da marinanın otoparkında buluşmak üzere ayrılıyoruz. Hoca 15 adet balık almaya gidiyor Özlem’le birlikte.
Toplam üç araba var, her arabaya 5’er kişi olmak üzere sığışıyoruz ve hocanın arabasını takip ediyoruz. Bir fırından taze ekmek alınıyor, Marmaris sırtlarında bir yerlere tırmanıyoruz. Müstakil ve kocaman bir eve giriyoruz, balkondaki inşaat kalıntılarının üstünden hoplayarak. Burası aynı zamanda bir okul. Biralar, şaraplar ve rakı açılıyor (bir önceki cümleyle bağlantısı yok). Hocanın tuzda balığı meşhur, yapılan salatayı ise iki kişi ancak taşıyarak getiriyor masaya.




Resim 8. Cumhur hoca'nın evinde akşam yemeği

Balıklar muhteşem, sadece üstü kaya tuzu ile kaplanmış, fırında 21 dakika tutulmuş. Masaya getirilen balıkların tuzlu üst derisi, bizzat hoca tarafından sıyrılarak ikram ediliyor misafirlere. İçkiler hızla tüketiliyor, keyifler yerinde, herkes ertesi sabaha motive. Yarın olmadan kalkıyoruz, teknelerimize dönmek üzere. Ayrılmadan hemen önce evin okul kısmını gezdiriyor hoca bizlere. On dakika sonra teknelerimizdeyiz. Bunca yıllık maviturcuyum. Sadece iki gece kamarada yatabildim. İkisinde de panik atak ile uyanmışlığım var. Bu teknenin kamarası ise gület teknelerle mukayese kabul etmeyecek kadar küçük. Bakalım ne olacak. Yatağın baş tarafına ayaklarımızı uzatarak ters yatıyoruz. Aksi taktirde gece uyandığımda panik atağımı keyfimce yaşayamadan önce başımı bir karış yüksekteki tavana vurma olasılığı var.

Camlar (hatch’ler) açık, hava sıcaklığı iyi, alkol düzeyi yeterli, panik atak yaşamadan uyuyorum. Sabah yedide bir heyecan ayaktayım. Kahvaltı edilecek, tekneye su alınacak, kumanya alınacak. Hocamız Atilla, teknede değil, gece gelmemiş.

Önce sabah sporu. Sularımızı yanımız alıp Cumhur hocanın peşine takılıyoruz. Netsel marinadan çıkıp Marmaris’e değil de sağa doğru dönünce asfalt kenarında kısa bir yürüyüş sonrasında bir küçük orman içine giriyoruz sahil kenarında. Yürüyüşün ilk kısmı sahilde bitiyor ve kısa bir streching. Hocaya bağlılığımızı sunarken (!) pozisyonumuz resimdeki gibi. İlk gün diye fazla yüklenmiyor hoca. Aynı parkuru yürüyerek geri dönüyoruz, hoca bir kısmını koşarken.




Resim 9. Cumhur Hoca'ya bağlılığımızı sunuyoruz.

Marinada ilk duşumuzu alıyoruz yatçılık hayatımızın. Ardından Pineapple’de günün kahvaltısı topluca yapılıyor. Kumanya listemiz Cumhur hocadan. Saat 11’de kumanya alışverişi için marinadaki Migros’a giriliyor. Her tekne kendi kumanyasının alışverişini süratle tamamlıyor. Eksiğimiz neredeyse yok. Alışverişin mantığı aslında üç gün üstüste yetecek kadar yiyecek, içecek ve su. Akşam yemekleri konaklayacağımız adalarda yenilecek. Kahvaltılar keyfe keder. Migros'a nakit 450 TL bırakıp çıkıyoruz. En son mavitura geldiğimiz iki ay öncesinde sadece bizim tekne için alkol dahil, 5.000 TL bırakmıştık. Tekneye geldiğimizde hocamız Atilla, yıkanabilecek her şeyin yıkandıktan sonra tekneye alınmasını söylüyor bize. Biz de her şeyi yıkıyoruz. Tekne içindeki istif işini hanımlar hallediyor. Süratle işimizi tamamlıyoruz. Tekneye nasıl su alacağımızı gösteriyor Atilla bize, sonra yine kayıp. Teknenin suyu da tamamlandıktan sonra sıra limandan ayrılmaya geliyor. Günün kaptanı kim? İlk tedirginlik herkeste. Ben ilk günün kaptanı olmayı kabul ediyorum. Başıma ne gelecekse razıyım. Kaptan önce tüm pencereleri kapattırıyor. Sonra sintine kontrolü yapılıyor. Sintinede su varsa kontrol edilecek. Önce su sıcak mı, yoksa soğuk mu ona bakılacak. Sıcaksa motordan geliyor. Çok önemli değil. Soğuksa tuzlu mu tuzsuz mu tadılacak. Tuzlu ise denizden geliyor, batıyoruz. Tuzsuz ise tuvaletten geliyor, kaçak var, tadına bakmış olmakla kalınacak. Bir sintine pompasını çalıştıran elektrik düğmesi var. Sintine o düğme ile boşaltılacak. Ardından teknede her şey yerli yerine konularak teknenin neta olması sağlanacak.

Hepsi tamam, kaptanın bütün komutları süratle yerine getirildi. Demirlediğimiz, pardon tonoza bağlandığımız yerde, sağımızdaki ve solumuzdaki, pardon sancak (sağ) ve iskelemizdeki (sol) teknelerin arasından sıyırarak çıkıp hemen iskeleye dönüp liman içinde yavaşça (3 knot) ilerlerken dümen bana bırakılıyor. Marmaris Netsel Marina’dan ilk yelkenli gezimize benim kumandam (!) altında çıkıyoruz. Teşekkür ederim.




Resim 10. Marmaris Netsel Marina'dan çıkıyorum.

Trafik akışı sağdan. Sancaktaki teknenin geçiş hakkı var. Ama büyük teknelerden tırsacaksın, öğreniyorum. Önümüzde Gökova hemen yelken açıyor. Biz motor seyri ile onları geçip biraz ilerledikten sonra yelken açacağız. Sonra karar değiştiriyor Atilla. Teknenin başını rüzgara veriyoruz (head to wind). Ana yelkenin halatının başına Serdar geçiyor direğin yanına. O çektikçe yelken yükseliyor, boşalan halatın havuzluğa gelen ucunu da Serdar ile Deniz çekiyorlar. İlk yelkenimizi açtık başarı ile. Tekrar rotamıza dönüyoruz. Gökova çalışmaya başladı, bir o yana bir bu yana, yanımızdan uçarcasına, süzülerek geçip duruyorlar. Boğazdan çıkıp burna yaklaşınca gybing (kavança), tacking (tramola) çalışmalarına biz de başlıyoruz. Bu kelimeleri seyir boyunca çok sık duyacağız. Bumbayı kontrol eden main sheet çekilirken vinçe üç kez sarılacak, önce elle çekilecek, yetmezse vinçlenecek. Gevşetilirken de vince sarılı olmak kaydıyla 5-10 cm. gevşetilecek. Parmaklara dikkat, sıkışmasın.

15’er dakikalık dümencilik görevlerimiz var İki gruba ayrılıyoruz. Serdar, ben, Aycan bir grup; Esma, Suat ve Deniz diğer grup. Kadırga burnunu dönene dek motor-yelken seyri ile gidiyoruz. Genovayı (ön yelken) da açıyoruz. Teknenin iskele ve sancak kıç omuzluklarında birer vinç daha var. Genovayı iskeleye doğru açacaksak (rüzgar sancaktan geliyorsa) genovadan gelen halatı iskeledeki vince üç kez dolayıp elle süratle (Atilla’nın deyişiyle deli gibi) çekiyoruz. Bir süre sonra kol gücü yetmiyor, önce vincin kromundan geçirip sonra kitliyoruz. Vincin kolu ile sarmaya devam ediyoruz. Genova teknenin kenarına, lifeline’lara kadar yaklaşmalı orsa seyrinde.

Genovanın üzerinde üç çift tüy (telltales) var. Kırmızı tüyler ve mavi tüyler. Sancak kontra giderken mavi tüyler genovanın bize bakan tarafında, kırmızılar ise diğer tarafta. Şeffaf bir bölümde kırmızı tüylerden sadece birini görüyoruz. Her iki taraftaki tüylerin birbirine paralel olması gerekiyor. Yelkenin iki tarafının da yeterli rüzgar aldığını böyle anlıyoruz. Bizden tarafa olan tüyler uçuşuyorsa, biraz rüzgar altına veriyoruz teknenin başını (bear away). Diğer taraftaki tüyler uçuşuyorsa, rüzgar üstüne (rüzgarın geldiği yöne) dönüyoruz azıcık : head up. Bu iki kelime grubunu sık duyuyoruz Atilla’dan. Sık sık uyarıyor dümenciyi, “head up” ya da “bear away” diye. Bir de rüzgar gülü var, direğin ta tepesinde. Rüzgar gülünün hemen yanında hareketli bir ok var, rüzgarın yönüne doğru dönüyor. Okun ucu nereyi gösteriyorsa rüzgar oradan geliyor. Bir de okun hareket ettiği düzlemde 60 derecelik bir açı yapan iki çubuk daha var. Okumuz bu açının içine düşüyorsa tam rüzgara doğru gidiyoruz. Yelkenimiz rüzgar almadığından gidemez oluyoruz. Okumuz o açının dışında kalacak. Orsa seyrindeyiz. Yani gideceğimiz yer, tam rüzgarın göbeğinde. O nedenle yelkenlerin rüzgarla dolacağı hedefe en dar açı ile gitmemiz gerekiyor. Dümencilerin bir gözleri, genovadaki tüylerde (tell tails), bir gözleri direğin tepesindeki okta, bir gözleri önlerindeki pusulada, bir gözleri de gittiğimiz yönde. Bir de on beş dakikada bir (en az) 360 derece etrafa şöyle bir bakılacakmış, herhangi bir şey var mı diye.

Dümen tutmak dediğim de öyle pek de kolay bir şey değil. 1-2 cm.lik oynamalara anında ve ciddi miktarda dönmelerle cevap veriyor tekne. Deneyimsiz ellerde 5-10 cm.lik dümen hareketleri, sarhoş şöförün kullandığı araba misali “s”ler çizdiriyor tekneye peşi sıra.

17.00 gibi Bozukkale civarındayız. Rotamız Simi. Akşam yedi gibi hava kararıyor ve gece seyrine başlıyoruz. Biz biraz açıktayız. Gökova daha karaya yakın gidiyor. Ay ışığı denizi aydınlatıyor. Gece seyrinin ilk dümenciliği bana denk geliyor. Muhteşem bir duygu. Sadece yelkenle gidiyoruz, uçuyoruz. Tekne iskele tarafına yatmış. Dalgalardan hoplaya zıplaya aşıyor, bazan sağa sola sallanışları ile genelde sancak kontra gidiyoruz. Bir süre sonra genovayı indiriyoruz, Gökova’nın bizi geçmesine izin veriyoruz. Onlar iki yelkenle uçuyorlar, biz motor – yelken onları takip ediyoruz. Hava güzel, seyir keyifli, biraz geciktik ama Simi’nin ışıkları görülüyor artık. Saat dokuzda Simi liman ışıklarını görüyor ve seviniyoruz. Artık acıktık ve yorulduk. Ama o ışıkları da iskelemizde bırakıp daha da yükseliyoruz, orası liman değilmiş. Saat 22’de limana (Emborios koyu) giriyoruz. Etkileyici bir görünümü var Simi’nin ışıl ışıl haliyle. Sallanan teknede net fotoğraflamak mümkün olmuyor. Limana girişimizi iki pare top atışı ile kutluyorlar (seçim kutlamalarıymış). Limanda yer de yok, iki üç tur atıp umutsuzca yer arayıp sonunda limanın biraz dışına çıkıyoruz. Alargada kalıp botla çıkacağız sahile. İki teknenin alargada emniyetli bir Resimde demirlemesi saat 23’ü buluyor. Pillerimiz bitmiş durumda. Gökova’nın sahile çıkmaktan vazgeçtiğini öğrenince biz de su koyuveriyoruz. Deniz hariç. Giyinmiş, kokusunu sürmüş, “ne oldu?” diye çıkıyor kabinden yukarıya. Botu şişireceğimiz pompa da diğer tekne de zaten. Rezervasyon yaptırmış olduğumuz ünlü Manos’un yeri nerede acaba, telefon etsek gelip bizi almaz mı? Deniz’in son mırıldanmaları da susunca bir şeyler atıştırıp muhabbetimizi de tamamladıktan sonra yarım gibi yatıyoruz.

17 Eylül Pazartesi

Sabah ilk uyananlar Suat ve ben oluyoruz. Saat 7.30. Atilla hocanın bahsettiği kovaları bulamadığımızdan boş su şişelerini denizden doldurup teknenin havuzluğunu bir güzel yıkıyoruz. İki teknenin de uyanmasının ardından limana girip kıçtan kara bağlanıyoruz. Kovalar, Serdar’ın yattığı yatağın altındaymış.



Resim 11. Simi adasının haritası



Resim12. Simi adasından bir görünüş

Simi, eskiden sünger avcılığı ve tekne yapımı ile geçinirken günümüzde tek geçim kaynağı turizm. Yönetsel anlamda Rodos’a bağlı. Adada su yok. Aslında pek yaşayan da yok. Ama Yunan hükümetinin burada yaşayanlara maddi katkıda bulunduğunu söylüyor Cumhur hoca burada yaşayan olsun diye. Fotoğraf makinelerimiz ve sularımız yanımızda, Simi şehir turuna başlıyoruz. Cumhur hoca bizi önce yüksek bir tepeye çıkarıyor, şehrin içinden geçirip.


Resim 13. Simi adasının bir koyu

Burada sabah sporu yapılıyor. Ardından kilise ziyareti için yeniden yürüyüş. Limana yukarıdan bir bakış



Resim 14. Simi adasında sabah sporu


Resim 15. Simi adasında limana bir bakış

Sonra yeniden limana inip denize girecek bir yer buluyoruz ve kendimizi Simi’nin sıcak ve temiz sularına bırakıveriyoruz. Ardından duş için bazılarımız bir dükkana giriyor (kişi başı 3 euro), bazılarımız ise tekneye dönüyor. Kahvaltı etmedik bu sabah, öğle yemeğimiz Manos’un yerinde. Önce minik karidesler geliyor, ayçekirdeği gibi çıtır çıtır yiyoruz. Ardından ahtapot ızgara. Midye dolma zannettiğimiz ama içini açınca sadece midyenin kendisi ile karşılaştığımız kabuklu midyeler ve domatesle tavada sunulan jumbo karidesler. Sadece birer bardak biraya izin var. Teknede alkollü bir kişi olması durumunda sigorta hasar parası ödemiyormuş. Ben abartıyorum, hiç içmiyorum.


Resim 16. Cumhur hoca ile Manos hasret gideriyor.

Yemeğin sonunda temel kurs alan biz acemilere teorik ders var. Yeni tanımlar öğreniyoruz: windward (rüzgarüstü), leeward (rüzgaraltı), starboard (sancak), port (iskele), close hauled (orsa), beam reach (apaz), close reach (dar apaz), broad reach (geniş apaz), running (pupa) gibi. Rüzgarın tekneye olan açısı ile ilgili bu tanımlamalara ek olarak bu seyirlerde yelken açılarını öğreniyoruz. Orsada ana yelkeni taşıyan bumba, teknenin ortasına kadar çekilecek (trim edilecek), apazda biraz açılacak, pupada ise tekneye neredeyse doksan derece olacak Resimde teknenin kenarına doğru serbestleştirilecek. Denizde geçiş üstünlüğünden de bahsediyor hoca.



Resim 17. Rüzgarın geliş yönüne göre yelken açıları ve seyir isimler. A. Yelken yapılamayan alan. B. Orsa seyir, C. Apaz, D. Geniş apaz ve E. Pupa seyir.

Hesabı ödeyip teknelerimize dönüyoruz. Saat 14.00’te halatlarımızı çözüyoruz. Limandan çıktıktan sonra tacking-gybing çalışmasında sıra. Hocadan telsizle talimat geldi. Herkes kendi ekibi görevdeyken 4 adet tacking çalışması yapıyor. Dümenci bağırıyor: “Ready to Tack”. Ana yelkenciye düşen görev yok tacking yaparken. Cenovacılar hazır olunca bağırıyorlar: “Ready”. Dümenci hızla tacking yapılacak yöne dümeni döndürürken aksi taraftaki cenovacı hazır bekliyor halatı salmak için. Halatı önce yavaşça vinçten kurtarıyor, ama bırakmıyor. Fırça yiyerek öğrendik ki dönme başladıktan sonra cenovanın artık pırpırlanmaya başladığı andır, halatın bırakılacağı an. Misal, iskeleye dönüyorsak sancak cenovacı (cenovanın sancak kıç omuzdaki vince gelen halatından sorumlu kişi), cenovanın pırpırlanmasını bekliyor. Pırpırlanmayı gördüğünde halatı hemen boşluyor. İskele cenovacı da aynı anda cenovanın diğer halatını deli gibi çekiyor. Halat vince üç kez dolanmış olacak ama. Bir süre sonra kol kuvveti yetmez olunca vince önce kromdan geçirilmek kaydıyla kilitleniyor halat ve vinçleniyor sonrasında. Tackingde en zor iş vinçleyecek cenovacıda. Bir an önce cenovayı rüzgarla dolacak kadar trim etmesi lazım. Dümenci de hedeflediği açıdan daha fazla dönmemeye gayret ediyor. Bu sırada Gökova ekibi de çalışıyor, kuğu gibi süzülerek ama bir o kadar da süratle bir o yanımızdan geçiyorlar, bir bu yanımızdan. Teknemizin kıçına doğru santimetrelerce yaklaşıp tam o anda yapıyorlar tackinglerini. Bağırarak püskürtüyoruz onların teknemize yaptıkları tacizleri.

Saat 16.00 gibi Alaburun’u geçtik, Hisarönü körfezi açıklarındayız. İleride sancak başomuzumuzda Datça görülüyor, bembeyaz evleri ile. İnceburun fenerini geçerken rüzgar şiddetini arttırıyor yavaş yavaş. İlk defa tekne çok yatmaya başlıyor. Bir ara o kadar yatıyor ki tekne, içeriden çığlıklar geliyor. Serdar, tezgahtaki Aycan’ın üzerine düşmüş, ne kendi kalkabiliyor, ne Aycan kurtulabiliyor. Main sheeti biraz salarak teknenin yatmasını azaltabildiğimizi öğreniyoruz. Ben dümendeyim, hafiften ürkmeye başladım. Aklıma lazer yelken kursunda defalarca tekneyi devirdiğim rüzgarlı gün geliyor. Ama bu koca tekne. Herhalde bir şey olmaz. Atilla, elindeki telefonda oyun oynuyor. “Daha fazla yatarsa ne olur” diyorum, gözlerini oyundan ayırmadan “devrilir” diyor gayet sakin. Ben artık daha çok korkuyorum. Hava karardıktan sonra herkes can yeleklerini giymiş durumda zaten. Karanlıkta gidiyoruz, hızla. Tahminen 35-40 knot hava var. Dalgalara bata çıka gidiyoruz. Serpinti çok az oluyor allahtan, ıslanan olmuyor. Ekip biraz tedirgin, ya da bana öyle geliyor yaşadığım tedirginlik yüzünden. En sonunda ben artık pes ediyorum, Atilla’ya zorla veriyorum dümeni. O da tam final maçını oynamak üzere. Kendisine bir kupa borçlanıyorum.

Gökova fenerini uzaktan gördüğümüzde Cumhur hocaların teknesini kaybediyoruz artık. Geride bir kaç yelkenli ışığı var ama hangisi onlar bilmek mümkün değil. Onlar da bizi merak ediyor. Telsiz konuşmaları, ışıklarımızı kapatıp açarak işaretleşmeler. Gökova’dan gelen ses: ”Astipalya’ya gitmiyoruz, yanlış gidiyorsunuz”. Anlıyoruz ki başka bir tekneyi biz sandılar. Yeni baştan ışık kapatıp açmalar. Birbirimizi görebiliyoruz nihayet. Daha doğrusu direk tepesindeki beyaz ışığı. Bizim iskelemizde ve gerimizde kalmışlar.
Bodrum sağ başomuzda, Kos, karşımızda koca bir karaltı şeklinde. Hava şiddetini daha bir arttırıyor. Bir camadan vuruyor Atilla, ana yelkene. Cenovayı iyice küçülttük. Bu sırada Atilla bize biraz yelkenli teknelerin ne kadar güvenli olduklarından bahsediyor. Ana yelkeni açılmış bir teknenin çok yatsa bile batmayacağını, Atlantik geçişinde bile çok emniyetli tekneler olduklarını söylüyor. Biraz rahatlıyoruz.



Resim 18. Kos'a yaklaşırken Atilla'nın manevi desteği

Kos, Oniki adalardan (Dodekanez adaları) biri. İkinci yoğun nüfuslu olanı. Birincisi Rodos. Bu adalar, 1912 yılına kadar Osmanlı imparatorluğu’na aitmiş. 1912-1047 arasında ise İtalyanlar tarafından yönetilmiş. Adanın batı kıyısındaki ana yerleşim yeri olan Kos kasabası 1933 yılında ciddi bir depremle hasar görmüş. Mandraki limanı fotoğraflarında etkileyici bir görünüm veren St.Jean Şövalyeleri kalesi, 15. Yüzyılda, Kudüs’ün düşmesindn sonra St.Jean şövalyeleri tarafıdnan inşa edilmiş. 1522 yılında bu şövalyeleri kovalayan Osmanlılar’ın yaptırdığı Loggia camisi de şu an kasaba merkezinde hala ayakta.

Kos karşımızda ama bir türlü yaklaşamıyoruz. Motor yelken gidiyoruz artık. Serdar, aldığı kerterizlerle yol almadığımızı ileri sürüyor. Ben,yüzüme gelen rüzgarın da şiddeti ile bayağı hızlı gittiğimizi sanıyorum. Dümene tekrar geçiyorum, hem deniz tutmasın diye, hem de içimdeki korkuyu yenebileyim diye. Bir süre Âli bey, Cumhur hoca’nın teknesinin (yani direk tepesindeki ışığının) iskele başomuzumuzda, karaya nispeten yakın bir seyir yaptığını görüyor. Bizi geçmişler, uçarak gidiyorlar. Motora biraz daha yükleniyoruz, 2500 devirle gidiyoruz artık ve gittiğimizi hissediyoruz nihayet. Adanın Gökova körfezine bakan tarafı kuzeye doğru uzanan oldukça uzun bir mesafeden ibaret : 20 mil kadar. Git git bitmiyor. Adanın kuzey burnunu açıktan dönerek limana doğru yaklaşıyoruz. İki tekne birbirimize çok yakınız artık, su derinliğini sürekli kontrol ederek peşlerindeyiz. Bir ara, ambulans ışıkları gibi yanar dönerli bir tekne geliyor üzerimize doğru. Sahil güvenlik herhalde. Pasaportlarımız ve vizelerimiz hazır. Bir süre sonra marinanın botu olduğunu anlıyoruz, bizi almaya gelmiş, sağolsun. Marinaya kıçtan kara bağlandığımızda saat 24.00. Marinaya çıkan ekip yemek yiyor, içkilerini yudumluyor. Esma kalmıyor, hemen yatıyor. Ben de yerel bir bira olan Mythos’umun tadına bakarken Cumhur hoca’nın pizasından da bir dilim sebepleniyorum. Muhabbet sonrasında tekneye girişim 02.00.

18 Eylül 2007, Salı

Sabah 7’de ayaktayım. Duşlar açılmıştır artık. Tuvalet ve sıcak bir duş sonrasında çok keyifliyim. Tekne temizliği bugün Suat ve Serdar’dan. Teknenin sularını dolduruyoruz. Zeytin ezmesi, beyaz peynir, domates, salatalık ve baldan oluşan kahvaltımızın ardından 09.00’da halatlarımızı çözüyoruz. Cumhur hocalar mazot almaya gidiyorlar. Dümen bende. Yavaş seyirle yol alırken oyalanıyoruz Cumhur hocaları beklemek için. Atilla birden gaz veriyor, ben ne olduğunu soran gözlerle ona bakarken. İskelemizde koca bir yolcu teknesi yavaş yavaş ayrılmış rıhtımdan meğerse. Hızlanıp menzilinden çıkıyoruz geminin. Demek ki etrafa daha bir dikkatli bakmak gerekiyor, öğreniyorum. Limandan çıkarak yelkenlerimizi açıyoruz ve yeniden yola koyuluyoruz. Bu kez adanın kuzeyinden geçerek batıya doğru ilerleyeceğiz. İstikametimiz Astipalia adası. Saat 10.00’da vardiyalar başlıyor. Herkes yarım saat süreyle dümen tutacak. Bugün daha da keyifliyim. Tekne de batmazmış zaten, daha bir keyifle dümen tutuyorum, teknenin yatmasından keyif alıyorum. 250 dereceye doğru gidiyoruz. Kos ile kuzeyindeki küçük bir adanın (Pserimos) sığlıklarına dikkat ederek ilerliyoruz.

Resim 19. Kos'tan Astipalia'ya doğru

Atilla rüzgarın şiddetinin ölçümlenmesi hakkında bilgi veriyor bize. Cumhur hocanın teknesinde rüzgar şiddetini digital olarak ölçen cihaz mevcut. Bize basit bir skala veriyor Atilla. Denizde küçük kuzucuklar (beyaz köpükler) varsa, 15 knot; biraz büyümüşse kuzucuklar, 20 knot. Tırsmaya başlamışssan 25- 30 knot, korkuyorsan artık, 40 knot. Dua etmeye başlamışsan 50 knot.



Resim 20. Astipalia açıklarında

Güneybatıda uzaktan Astipalia’yı görüyoruz artık. Büyük bir ada ve güney burnunda küçük iki adacık daha. En güneyinden dolaşılacak, adalar arası sığlık. Apaz seyrindeyiz. Bazan motor-yelken ama genellikle yelkenle seyrediyoruz. En güneydeki adacığı geçmemiz akşam 18.00’i buluyor. Burnu döner dönmez yine ciddi bir rüzgarla karşılaşıyoruz. Orsa seyirle limana doğru yükseliyoruz.

Nerede bu yunuslar?



Resim 21. Astipalia üzerinde güneş batıyor. Ms.Gökova önümüzde.

Telsiz konuşmalarında Cumhur hoca’nın “Astipalya bir kelebek gibi, kanatları arasında da liman” dediğini duyuyoruz. Astipalia, Dodekanez takım adalarının bir parçası olmasına karşın Kiklad adalarına daha yakın bir bölgede, Amorgos, Anafi ve Kalimnos adalarının arasında yer almakta.97 km karelik bir alanı, 110 km.lik sahili var.
Hava kararmaya başladığında Astipalya’nın limanını görüyoruz. Liman ağzında, Astipalia’nın güzelliğini şöyle bir seyrettikten sonra rıhtımda iskelemizde kalan boş bir alana kıçtan kara bağlanıyoruz. Gökova da bize aborda oluyor.


Resim 22. Astipalia limanı'ndan bir görüntü

Giyinmemiz (Deniz her zamanki gibi ilk giyinen, kokular süren mürettebat oluyor)süratli oluyor.Herkes atıyor kendisini karaya. Esma, Serdar ve ben, Simi’den aldığımız kırmızı şarabın tadına bakıp keyif yapıyoruz bir süreliğine. Şarabımızın markası, KHTMA XATZHMIXAAH. 2004 mahsülü, Cabernet sauvignon. Simi bademi ile birlikte çok güzel yudumlanıyor. Ardından biz de çıkıyoruz karaya.


Resim 23. Astipalaia limanında akşam keyfi

Yemek yiyeceğimiz lokantaya ilk oturanlar da biz oluyoruz, bazılarımız kısa bir gezintiden yavaş yavaş dönerken. Balık yemek isteyenlere toplam 10-15 tane barbunya ile bir kaç çipura kalmış. Bir kaç çeşit meze, ev yapımı beyaz şarap söylüyoruz balıkları beklerken. Kalamar salatası, imam (patlıcandan yapılmış bir meze), ton balıklı bir salata, Greek salad, haydarinin tadına bakıyoruz. Bazılarımız şarap yerine uzoyu tercih ediyor. “Ertesi gün yol uzun, erken de kalkacağız, çok içmeyin” diyor hoca. Keyifli bir akşam yemeği sonrasında adanın daracık yollarından yukarı doğru çıkıyoruz. Sevimli ve rengarenk kafelerden oluşan bir merkeze ulaşıyoruz. Kafelerin hemen önünde yeldeğirmenleri, daha tepede ise bir kale. Dondurmalarımızı da yiyoruz büyük bir iştahla.Bu gece yatışımız saat 22.30. Tuş oluyoruz hepimiz.


Resim 24. Astipalaia'da yeldeğirmenleri



Resim 25. Astipalaia haritası

19 Eylül 2007, Çarşamba

Saat altıda uyanıyoruz. Yedide halatlarımızı çözmeyi başarıyoruz, 7.30 gibi limandan ayrılıyoruz. Ana yelkeni açıyoruz, motor-yelken giderken kahvaltımızı yapıyoruz. Günün kaptanı Suat. Bir saat yelken sonrasında genovayı kapatıyoruz. Biz motor-yelken seyrederken Gökova sadece yelkenleriyle bizi geride bırakıyor. Yarım saat sonra genovayı kapatıp motoru çalıştırıyoruz.

Biz bu yunusları göremeyecek miyiz?


Resim 26. Gökova bizi geçmek üzere.

Yol uzun, uzaktan Anafi adası görünüyor. Apaz seyri ile yaklaşıyoruz adaya. Arada bir tackingler ile kuzey burnuna yükseliyoruz. Öğle yemeğini peynir ekmekle geçiştiriyoruz. Adayı iskelemizde bırakarak bir miktar daha yükselirken Santorini sancak başomuzluğumuzda önümüzde.

Santorini, İtalyanca’da “Aziz Irene” demek. Bu isim, azizin burada öldüğüne inanıldığı için Bizanslılar zamanında konulmuş. Adanın eski ve resmi adı, Thira. İsa’dan önce 3500 civarında Kiklad takım adalarında gelişmiş bir kültür bulunmaktaymış. Kiklad kültürü daha sonra Mezopotamya’dan çömlekçi tekerleğini ithal ederek doğu toplumlarından etkilenmiş. İsa’dan önce 2000 yıllarında ise daha güneyde Minos uygarlığı gelişerek çağın en önemli uygarlığı haline gelmiş. Santorini de bu gelişmeden etkilenmiş ve zenginleşmiş. Ancak İÖ. 1500 yıllarında Santorini’de patlayan bir yanardağ, sadece Santorini’yi değil bütün Minos uygarlığını küllerin ve lavların altına gömmüş. Adadan günümüze kalanlar asıl yuvarlak adanın dış kenarları. 300 metre yükseklikteki dik uçurumlar bu yanardağ kraterini kuşatmakta. Beyaz badanalı evlerden oluşan yerleşim yerleri Santorini adasının uzaktan bakıldığında kreması erimeye başlamış bir pastaya benzemesine neden oluyor. Volkan, hala aktiftir ve en son 1956 yılında adayı oldukça şiddetli bir şekilde sallamış ve büyük hasar vermiştir.

Adanın bize görünen denize sıfır sahilinin olduğu tarafından değil, batısına doğru gidiyoruz. 16.30 gibi eski limana (Vilhada Limanaki) geliyoruz. Su oldukça sığ. Cumhur hoca bizim girip bir kolaçan etmemizi söylüyor. Gerçekten 2.20-2.50 metre derinlik görüyoruz. Yavaş yol ilerleyip kendimize demirleyecek bir yer buluyoruz. Cumhur hocalar da, salmaları bizimkinden daha uzun olduğundan açıkta bir yer bulup alargada kalacaklar. Biz onları botla karaya çıkaracağız.Deniz yine herkesten önce giyinmiş, kokularını sürmüş, hazır. Karaya çıktığımızda önden giden arkadaşlar taksi çağıracak telefon numaralarını bulmuşlar bile. 10 dakika sonra iki mersedes gelip bizi alıyor ve uçurarak Thira’ya götürüyor. Kısa bir şehir turundan sonra biralarımızı yudumlama teklifi geliyor Serdar’dan. Hemen kabul görüyor. Niki’nin yerinde biraların tadına bakarken aşağıda koyda, Gökova’yı görüyoruz, gezintiye çıkmış arkadaşlar, bizim taksiyle 15 dakikada karadan geldiğimiz mesafeyi onlar tekne ile denizden dolaşarak aynı zamanda gelmişler. Demirleyecek yer arıyorlar diye tahmin edip fotoğraflarını çekiyoruz. Ancak kısa bir süre sonra karaya çıkmayacaklarını öğrenip hem şaşırıyor, hem de üzülüyoruz onlar adına. Neden teknede kalacaklar acaba?
İlk biralarımızın ardından kalkarken, güneşi burada mı batırsak deyip ikincilerini istiyor ve oturuyoruz.



Resim 27. Thira'dan bir görünüm


Resim 28. Thira'da gün batımı

Santorini’de güneş bu kadar güzel mi batar kardeşim. Seyrine doyum olmuyor. Oturduğumuz restoranın sahiplerinden biri eski Kadıköy’lü: Panayotis. Dükkanından bir kaç hediyelik eşya alıyoruz, indirim de yapıyor bize. Thira’yı bu kez uzunca bir dolaşıp acıkıyoruz. Âli beylerle buluşacağımız restorana (Zafora) giriyoruz. Mükemmel bir deniz manzarasına bakarak akşam yemeğimizi yiyeceğiz. Ancak bir süre sonra üşüyüp, camı kapattırınca manzaramız da kayboluyor. Zafora restoranın kendi ürünü beyaz şarap eşliğinde mercan balıklarımızı afiyetle yiyoruz. Yavaş yavaş sis basıyor adayı bir süreliğine. Kahvelerimizi yudumlayıp kalkıyoruz. Kısa bir şehir turunun ardından gece 12’de taksi durağındayız. Taksilerle tekneye ulaşıp yatmadan önce uzunca bir muhabbeti de ihmal etmiyoruz. Yarınki rotamız Astipalia, bir sonraki Kos.


20 Eylül 2007, Perşembe

Dün gece birde yatmış olmamıza rağmen 7 gibi uyanıyorum. Esma ve diğerleri henüz uyuyor. Limanda kısa bir yürüyüş ve deniz suyu sıcaklığının kontrolünden sonra tekneye geri dönüyor ve mayomu giyip, havlumu alarak limanın hemen yakınındaki plaja gidiyorum. Dün süt liman olan deniz bu gün adam boyu dalga kaldırıyor. Biraz ürkerek de olsa şöyle bir girip çıkıyorum, durum değerlendirmesinden sonra bir kez daha giriyorum. Ayakta karşıladığım ilk dalga beni alaşağı edince ne olur ne olmaz deyip hızlı kulaçlarla kıyıya dönüp deniz sefama son veriyorum. Santorini’ye gerçekten çok bayıldım, ama bedenimi burada bırakmaya da gerek yok doğrusu. Aklım kalsın yeter.

08.15 gibi limandan çıkıyoruz, rüzgar pek yok. Motor-yelken ile seyrederek Gökova’yı bekliyoruz. Uzun bir süre peş peşe seyrediyoruz. 12.00 gibi Atilla’nın pişirdiği makarnayı yerken Astipalaia yerine doğrudan Kos’a gitmenin daha uygun olacağını düşünüyoruz. Doğru, uzun ve yorucu bir yolculuk olacak ama hiç olmazsa geceyarısı marinada tuvalet, duş ve suya kavuşmuş oluruz. Gelirken göremediğimiz Kos’u da ertesi gün gezme şansımız olur. Kos-Bodrum arası da 2 saat zaten. Gökova’yı telsizle arayıp şansımızı deniyoruz. Kısa bir teatiden sonra kabul görüyor önerimiz, çığlıklarımız telsizden diğer tekneye ulaşıyor. Ekmek, peynir var, 3 tane yumurtamız var, gerekirse makarna da var. Akşam yemeği sorunumuz olmaz. Yol uzun, yaklaşık 90 mil, gece 11-12 gibi Kos’ta oluruz.

Anafi adasını da geride bırakıp Astipalaia’ya yaklaşırken nihayet yunusları uzaktan görüyoruz. Bir süreliğine dalıp çıkıyorlar 4-5 tanesi. Peşlerinden gidiyoruz daha yakından görebilmek için. Gökova’dan telsizle uyarı geliyor: “Rotanızdan çok çıktınız, çok yükselmeniz gerekecek.” şeklinde. Onlar yelkenle geliyorlar, bizse motor-yelkenle seyrediyoruz. Yükselme gibi bir sorunumuz yok. Telsizle yunusları görmeye çalıştığımızı söylüyoruz. Ama sonradan öğreniyoruz Cumhur hoca’nın Gökova ekibini kırıp geçiren lafını: “Benim bildiğim yunuslar teknenin peşinden gider.”. İskeleye kırıp rotamıza dönüyoruz yeniden.



Resim 29. Thira ve Anafi

Astipalaia açıklarında motor-yelken Gökova’yı takip ediyoruz. Onlar sanırım sadece yelkenle seyrediyorlar. Akşama doğru güneşi denizden batırıyoruz.



Resim 30. Gökova'yı takip ediyoruz.



Resim 31. Santorini'den ayrılırken gün batımı

Bu akşam hava sakin, can yeleklerine gereksinim duymuyoruz gece seyrinde. Belma ile Esma, kalan üç yumurta, beyaz peynir ile yumurtalı ekmekler kızartıyorlar, afiyetle yiyoruz. Kos’a ulaşmamız umduğumuzdan erken oluyor. Ama, git git Kos bitmiyor bir türlü. Gece 23.30 gibi marina’da yer olmadığı haberini alıyoruz. Geri dönüp eski limana giriyoruz. Biz demir atıyoruz, kıçtan kara bağlanıyoruz. Gökova da bize aborda oluyor. 24.00’te Kos sokaklarına atıyoruz kendimizi. Önce bir bakıyoruz sokaklarda kimler var diye. Şehir merkezinde barlar sokağında gençler tıkabasa doldurmuş kafeleri, barları. Bir kaç sokağa bakıp yemek yiyecek bir yer arıyoruz kendimize. Bir dönerciyi kestiriyoruz gözümüze. Gece saat 1’de Âli bey’lerle birer döner yiyoruz, uzo ve myhtos eşliğinde. Servis yapan bir arnavut. Bıraktığımız bahşişi oldukça doyurucu buluyor ve hepimize birer kadeh uzo ikram ediyor. Tekneye dönüp yatışımız saat 02.00.


21 Eylül 2007 Cuma

Bugün keyif günümüz, saat 10.00’da kalkıyoruz. Marinada değiliz, duş şansımız yok. Teknede de su yok. 25 euro istiyorlar tekneye su vermek için, eurolarımızın bizde kalmasını tercih ediyoruz. Denize yakın bir kafede kahvaltımızı ediyoruz. Benim tercihim English breakfast, çift yumurtalı.


Resim 32. Kos'ta sabah kahvaltısı

Hareket saatimiz 14.00 olarak anons ediliyor. Adayı önce minitrenle geziyoruz.



Resim 33. Kos'ta minitren

Sonra 13.30’da buluşmak üzere ayrılıyoruz birbirimizden. Adanın sokaklarına dalıyoruz Esma ile. Her yer rengarenk, insanlar güleryüzlü, insanın içi açılıyor.


Resim 34. Kos sokakları

Büyük bir manavdan üzüm alıyor, orada yıkayarak yiyoruz sokakta. 13.30’da tekneye dönüyoruz ama çıkış işlemleri henüz bitmemiş, hareket saati 15.00. Atilla hocam ile biz acıktık, bir şeyler atıştırmaya geri gidiyoruz. Seçtiğimiz restoranda bir levha var: “Adamıza hoşgeldiniz. Ben Türkçe konuşuyorum “. Siparişlerimizi İngilizce veriyoruz. Ben döner yiyorum, bu kez tabakta, Atilla güveçte makarna tercih ediyor: Dyonisos.
Tekneye döndüğümde bu kez Esma acıkmış, onu da bir şeyler yemeye götürüyorum. Duty free hemen yan dükkan. Pasaport falan soran yok. Bir metaxa, bir Barbayanni uzo ve bir beyaz şarap almak şart oluyor.
Tekneye döndüğümüzde Cumhur hoca geliyor laptopu ile birlikte. Sertifikasyon zamanı. Yazısı güzel olan Serdar’a sertifikaları doldurmak, bana da laptopa bilgileri girmek düşüyor. Sertifikalarımızı hocanın elinden alıyoruz. Darısı intermediate kurslara inşallah.



Resim 35. Sertifika töreni

17.00’de limandan ayrılıyoruz. Önce Gökova bizden ayrılıyor, biz de demiri almaya başlıyoruz. Ama Cumhur hoca geri dönüp yanımıza geliyor yeniden. Biraz sonra bu geri dönüşün nedeni anlaşılıyor, çıpamıza bir zincir takılmış. Nasıl kurtarılır çıpa onu da görüyoruz hemen. Bizim zincirin üstünde kalan yabancı zincire bir halat bağlayıp onu sıkı sıkı tutarken bizim demiri biraz derine doğru bıraktığımızda çıpamız kurtulmuş oluyor. Sonra ver elini Bodrum.

Yol boyunca eğlence kaynağımız Deniz. Deniz, dün kendi fotoğraf makinesi ile oynarken makineyi formatladı ve tüm resimleri silindi. Konuşmalarımızda sık olarak denizden bahsettiğimiz için bir karışıklığa meydan vermemek amacıyla kendisine “Format Deniz” adını koyuyoruz. Gülerek karşılıyor takılmalarımızı.
Ertesi gün yat yarışı var Bodrum’da. Atilla hocamız, Cumhur hoca ve ekibi ile birlikte yarışta olacak. Serdar ve Suat da katılacaklar. Ancak bugün biraz kararsızlar diğer teknede yarışa katılma fikrinden. Atilla’nın bir teklifi oluyor: “Gelin bizim tekne ile yarışalım.” Esma ve bana da bu teklif tabii ki. Olur diyoruz Esma ile birlikte. Yarış ekibimiz belirlenmiş oluyor: Atilla, Suat, Serdar, Esma ve ben. Atilla dümende, Serdar ana yelkenin piri, Suat’la ben de cenova vinçlerindeyiz. Hafif bir heyecan.

19.00 gibi marina girişinde mazotumuzu tamamlayıp giriş işlemleri için gümrüğe giriyoruz. Kapatmış gidiyorlar ancak biz bu akşam Bodrum’dan ayrılıyoruz deyince işlemlerimizi tamamlıyorlar. Az daha geç kalsak yurdumuza giremeyeceğiz neredeyse.

G pantonuna götürüyorlar bizi. Tonoz alıp bağlanmakta ustalaştık artık. Tonozu koç boynuzuna erken bağlarsak tekneyi rıhtıma yanaştırmak mümkün olmuyor, öğrendik. Ben de kıç halatını koç boynuzundan geçirdikten sonra vinçlemeyi unutmuyorum artık. Deniz ve Aycan ayrılıyorlar aramızdan. Biz geride kalan dört kişi tekne temizliği ile birlikte dünden beri susuzluktan yıkayamadığımız bulaşıklara girişeceğiz. Elektrik kablosunu bağlamak üzere tekneden rıhtıma atlamaya çalışan Serdar’ın ayağı kayınca tekne ile rıhtım arasındaki suya düşüyor Serdar. Ben rıhtımdayım. Tekneye su alacağım hortumun bir kısmı suda. Serdar hortuma tutunarak sudan başını çıkarırken gözünde güneş gözlüğü:”Hani kaymaz demiştiniz..” diyor gülerek. Teknede kullandığı ayakkabıyı kastediyormuş meğer. Elini uzatıyor, 100 kiloluk Serdar’ı çekip alıyorum sudan. Nasıl alıyorum bilmiyorum. Herhalde diğer eliyle de tutunarak kendini çekti. Bu olayı kazasız belasız atlattıktan sonra Serdar’ın adını da “Man overboard Serdar” olarak değiştiriyoruz. Sonra teknenin suya susamış tanklarını suyla dolduruyoruz birer birer. Ardından Gökova II’yi bir güzel yıkıyoruz. Hızlı bir duş ve akşam yemeği için hazırız. Suat ise Marmaris yolunda, bıraktığı arabasını bu akşam geri getirmek üzere.

Yemek, Marina Clup’ta. Cumhur hoca ve misafirleri, Serdar, Nazan, Banu, Esma ve ben çok keyifli bir akşam yemeği yiyoruz. Muhteşem barbunyalar ve levrek, salata ve şarap. Canlı müzik doyumsuz bir lezzet katıyor yemeğe. İlerleyen saatlerde müzik standi yer değiştirip yandaki bahçeye kayıyor. Muhteşem vokaller. Dayanamayıp gidip bakıyorum. Bir zenci vokalist, adını bilmem, aynı Tina Turner’ın sesi. Bu gezi ancak bu kadar güzel bir konserle bitebilirdi. Muhabbetin ardından, Cumhur hoca misafirlerini yolculamak üzere kalkınca biz de Bodrum sahilinde uzun bir yürüyüşe çıkıyoruz. Yatışımız 01.40’ı buluyor. Yarın yarışımız var, dinç olmalıyız. Kalkış saat 08.00 olacak.

22 Eylül 2007 Cumartesi

Sabah sekizde ayaktayız. Bir heves, su bol, tekneyi yıkıyoruz bir güzel. Esma’nın hazırladığı kahvaltıya oturuyoruz ardından. Atilla, saat 10’da skipper’lar için toplantıya gidip geri dönüyor sonra elinde yarış rotası ile birlikte. Suat’la bakıyoruz rotaya. Kıstak adasının etrafından dönüp Bodrum’a geri gelinecek. Yarışın adı, Famous Cup 2007. Bu yıl ikincisi düzenleniyor. Yarışın 12’de başlayacağını öğreniyoruz kağıttan, 12.10 civarında da destek ekiplerinin göreve başlayacağı şeklinde algılıyoruz son satırı.


Resim 36. Yarış rotamız

Atilla offshore yarış diyor. “Ne demek?” diyoruz, “6-7 saat” diyor. Akşama kalacağız demek ki.
Atilla tekneye su alıp almadığımızı soruyor. Gururla “bütün tankları doldurduk” diyoruz. “İyi” diyor, “şimdi hepsini boşaltın”. Hafiflememiz gerekiyormuş.



Resim 37. Bodrum marina girişinde Savarona

11.30 gibi pantondan ayrılıyoruz. Yelken açıp biraz tacking – gybing çalışması yapacağız. Yarış alanına, Savarona yatının yakınlarına geldiğimizde teknenin başını rüzgara verip ana yelkeni açıyoruz. Ben sancak cenova vinçcisiyim, Suat iskele. Ana yelkenin alt yakasını bumbaya biraz daha yaklaştırmak, yelkeni germek gerekiyor. Elektrikli vinçi kullanıyoruz. Kısa bir süre sonra germe işini gören kırmızı halatımız (bir parmak kalınlığında) çat diye kopuyor. Yarışın başlamasına 15 dk var. Hemen bumbanın bizden taraftaki ucundan halatın geri kalan kısmını geçirip bir kez daha deniyoruz. Fikir Serdar’dan. Serdar acayip keyifli. Ama bu kez halatı geçirdiğimiz makara kopuyor. Yelkenin bize bakan köşesi boşta kaldı, havada uçuşuyor, kalplerimiz gibi. Ne olacak şimdi? Atilla hızla düşünüp bir çare daha buluyor. Camadan vururken kullandığını gördüğümüz yeşil halatı ana yelkenin alt ucuna bağlıyor ve yelkeni geriyor. Bekliyoruz yeniden kopacak mı diye. Kopmuyor. Diğer vince kilitleyip sağlama alıyoruz. İlk tackingde belli olur sağlam olup olmadığı diyor Atilla. Bir kaç tacking çalışmasında sorun çıkmıyor. Ama halat, kabin girişini bir hat şeklinde kapattı, altından eğilip girmek gerekiyor. Zaten içeri girmeyeceğiz diyor Atilla, sorun bitiyor. Halbuki ben makarna yaparken kullanmak üzere domates almıştım. Atilla gülüyor.

12.00 gibi telsizden komitenin geri sayımı duyuluyor : “4,3,2,1 ve korna sesi”. Biz hala kuyruğunu yakalamaya çalışan köpek gibi tekne ile habire dönüp duruyoruz Savarona yakınlarında. Cumhur hocalar çok iyi çıkış yapıyorlar, en önde uçup gidiyorlar. Biz niye buradayız? Atilla anlatıyor, onlar IRC-I’miş. Biz ise Destek kategorisindeymişiz. Altı tekne varmış bizim kategorimizde. Suat’la birbirimize bakıyoruz, “12.10 Start Destek” neymiş anlıyoruz. Biz 10 dk sonra start alacakmışız. Atilla habire sorup duruyor: “kaç dakika kaldı?” anlıyoruz ki start verildiğinde komite botuna en yakında olacak şekilde dönüp durmak lazım. 12’yi 10 geçe bizim startımız da veriliyor, en arkada start alıyoruz ne yazık ki. Olsun böyle de güzel. Bütün yarışa katılan tekneleri topluca önümüzde görebiliyoruz bu sayede. Renkli renkli fotoğraflar çekiyoruz. Pupa yelken gidiyor bütün tekneler. Biz gennaker’sız katılacağımızı beyan etmişiz. Önümüzdeki teknelerden birisi gennaker açmakla uğraşırken Karaada’ya doğru rotadan uzaklaşıyor. Biz sakiniz neler olup bittiğini geri planda kalarak değerlendiriyoruz. Atilla tek tek gösteriyor grubumuzdaki tekneleri, ama hepsi beyaz, kafa sallıyoruz. Biri 17 metre, onu zaten geçemezmişiz. Bir tekne oldukça iyi, onu da geçemezmişiz. Diğer teknelerin handikapları varmış, bunlar eksi puan olarak hanelerine yazıldığından bize avantaj olarak dönermiş. Belki üçüncü olabilirmişiz, o da iyi bir yarış çıkarırsak. Olsun yarışa katılmak bile yeterli. Şu yeşil halat kopmasın, bir de Atilla çok gerilip bize bağırmasın yeter. Konuya Atilla açıklık getiriyor peşinen. Yarış anında gergin olabileceğini söyleyip peşinen özür diliyor.

Resim 38. Tekneleri önümüzde tutup durumu değerlendiriyoruz.

Yarışın ilk ayağı monoton, pupa yelken gidiyoruz, ama herkes neredeyse aynı hızda gittiğinden sıralamada pek bir değişiklik olmuyor, daha doğrusu bizim sıralamamız oldukça stabil, sonuncuyuz. Atilla ardısıra icetea’leri tüketirken bizler de su içiyoruz bol bol. İlk kez ayıbacağı yapıyoruz. Ana yelken bir tarafta, genova diğer tarafta. Bu durumda cenovacıya iş düşüyor. Cenova pırpırlayınca halatı çekecek, rüzgarla dolduğunda ise halatı bir miktar boşlayacak. Bu durumda en çok ve tek yorulan ben oluyorum. Bir süre sonra yerimi Suat alıyor.

Yaklaşık 90 dakika sonra Kıstak adasına yaklaşıyoruz, alarm, herkes yerlerine.İskeleye 180 derecelik dönüş var. Önce bir gybing, önümüzdeki teknelerin iç kulvarından dönüşteyiz. Aradaki mesafe kısaldı. Tekneler sancağımızda kalıyor. Bir anda Atilla bağırıyor: “Tacking”. Süratle bir tacking yapıyoruz, ama Kıstak adasına dönüyor burnumuz. Atilla, kızıyor kendisine, erken tacking kararı, burnu kurtaramadık. Tekrar diğer tarafa tacking, tekneler bizden uzaklaşıyor. Ardından bir tacking daha, adadan kurtulduk.
Adadan uzaklaşırken arkamızda bir sürü tekne var. Bunlardan ikisi bizim gruptan, diğerleri bizden önce start almış gruptan. E, iyiyiz o zaman.

Önümüzde bir tekne var rakibimiz, böyle yavaş yavaş, sanki hissettirmeden yaklaşıyoruz gibi. Kıyıya doğru gidiyor. O tacking yapınca biz de yapacağız. Kıyıya iyice yaklaştığında tacking yapıyorlar, çok da başarılı olmuyor bu manevraları. Bir miktar daha yaklaşıyoruz. Atilla ince hesaplar peşinde. Bu kez sancak kontra gidiyoruz, iskelemizde kalan bir başka adaya doğru. Onları mümkün olduğunca geç tacking yaptıracağız, eğer bu arada çok yaklaşabilirsek de belki bize yol vermek zorunda kalırlar. Olmuyor, yetişemiyoruz. Önce onlar, sonra biz başarılı bir tacking yapıyoruz. Başarılı tacking ne mi? Genova tam
pırpırlandığında boşlanacak, diğer vinçteki ise hiç zaman kaybetmeden halatı deli gibi çekip bir an önce genovayı trim edecek. Aferin alıyoruz Atilla’dan. Yarış artık bizim için önümüzdeki tekneyi geçme yarışı haline geliyor. Bu kez iskele kontra gidiyoruz. Orsa açısını daralttığımızda teknenin hızı azalıyor, açtığımızda hızlanıyor ama kıyıya doğru yaklaşıp hedeften uzaklaşıyoruz. Derinlik ölçere bakıp en kıyıya kadar gidip tacking yapacağız. Yapıyoruz. Bir aferin daha. Hala önümüzdeler. Ama çok az kaldı. Onlara doğu yükseliyoruz. Biz sancak kontra, onlar bir tacking daha yapmışlar, iskele kontra üzerimize geliyorlar. Kitaplardan okuduğum kadarıyla açımız değişmiyor, çatışma tehlikesi var. “Ben, yol deyince siz de bağırın yol diye hep birlikte” diyor Atilla. Biz sancaktayız, yol hakkı bizim. Hep beraber bağırıyoruz “yoool” diye. Gerçekten yol veriyorlar, sancağa kırıp. Ben iskele kıç omuzda her zamanki yerimde oturuyorum. Beni yalayıp geçecekler. Ama bir anda dümenci sancaktaki dümene ok gibi fırlayıp iskeleye dönüveriyor ve biz önlerinden süzülerek geçerken onlar duruveriyorlar, dümencinin gözlerinde Esma’nın gördüğü korku ifadesi bizim gözlerimizden kaçarken. Atilla yorumluyor, biz öğreniyoruz: İskotayı biraz boşlasalardı, rahatça geçerlerdi arkamızdan. Ama boşlamadılar, dümen de kitlenince daha fazla sancak komutu dinlemedi tekne, çarpmamak için iskeleye dönüp ancak durdular ve çatışmayı önlediler. O tekne için yarış o an bitiyor. Daha sonra koparak arkamızdan geliyorlar.

Önümüzdeki tekneye de aynı biçimde yavaş yavaş yaklaşarak onu da geçiyoruz bir süre sonra. Önümüzde zaten geçemeyeceğimiz o tekne var sadece. Komite botu ve Savarona da ileride önümüzde zaten. Botun önünden geçerken bitiş düdüğünü duymak ve o sırada çığlıklar atmak anlatılmaz bir keyif. Birbirimizi kutluyoruz. Kaçıncı olduğumuz akşam belli olacakmış. Yelken indirip marinaya girip kıçtan kara bağlanıyoruz. Bavullar süratle indiriliyor, güzel sözlerle vedalaşılıyor, Suat ve Serdar İstanbul’a doğru yola çıkarlarken Esma ile ben de bu bir haftanın yorgunluğunu atacağımız Atami Hotel’e doğru gidecek bir taksiye biniyoruz.

Resim 39. Zafer sarhoşluğu

Resim 40. Yarış ekibimiz. Soldan sağa: Suat, Serdar, Esma, Atilla, Tayfun

Atami hotel, Cennet koyunda gerçekten dinlenmek için biçilmiş kaftan. Çocuk yok, deniz muhteşem, sezon sonu, pek kimse yok. Akşam yemeğinde şarabımızı içerken Atilla’yı arıyorum. Üçüncü olmuşuz. Önümüzdeki tekne handikap puanlarının çokluğu nedeniyle 5. olmuş. Arkamızdaki Kontiki ise birinci olmuş. Borçlandığım kupayı ödemiş oluyorum böylece Atilla’ya. En azından beşte bir’lik kısmında emeğim var.

Üç gün süren Atami Hotel keyfini de geride bırakıp önce otobüsle İzmir’e, oradan uçakla Adana’ya geliyoruz. Bir gün sonra da 3 aydır Las Vegas’ta olan oğlum Onur geliyor 14.15 uçağı ile. 4 gün daha tatilim var, oğlum dönmüş, köpeğimizi veterinerden almışız, yeniden bir aradayız. Esma da rüzgarı yüzünde hissederek yelken yapmaktan keyif aldığını söylemiş. Değmeyin keyfime. Akşam yemeğinde bir bira açıyorum, başım bulutların üzerinden inip yastığa düştüğünde rüyalarımda hep deniz. Yok, Format Deniz değil, hakiki deniz.

Sağlıcakla kalın

28 Eylül 2007


1 yorum:

  1. Merhaba Tayfun bey, bloglarınızı okudum.Harikasınız

    YanıtlaSil