Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

29 Eylül 2010 Çarşamba

BİR KEZ DAHA HİSARÖNÜ KÖRFEZİ


Haziran sonu ve temmuz başında ilk kaptanlık deneyimlerimi, yıllardır gidip geldiğim, eğitimlerimi de koylarında aldığım, bana bildik, tanıdık, beni kucaklayıp kollayacakmış gibi hissettiğim Hisarönü Körfezi'nde yaşamayı tercih etmiştim. Hemen akabinde Denizhan Korsan, telefonda "neden orası, nasıldı, nereden tekne kiraladınız?" gibi sorular sormaya başladıktan sonra "biz de eylülde Fethiye civarında bir tekne ile dolaşmak istiyoruz" deyince, hemen üzerine atlamıştım bu fırsatın. İki hafta beni kesmemişti çünkü ve deklare etmiştim herkeslere "bir fırsat çıksa da bir hafta daha gitsem, ne iyi olur" diye. "Biz de gelelim" dediğimde Denizhan'ın "ne demek, ağabey, mutlu oluruz" demesiyle tekne arayışına girmem arasında en fazla bir gün, telefon konuşması ile tekneyi kiralamam arasında ise en fazla bir hafta geçti diye hatırlıyorum.
Yüksel Yatçılık'ta bayram sonrasındaki hafta için 2-3 tekne boşta görünüyordu. 43 feetlik bir Beneteau bize kısmet oldu. Eski müşterisi olarak güzel bir indirim de alınca, 18 Eylül 2010, cumartesi günü teknede buluşmak kaldı bize de. Denizhan'lar (Akkaya) ve Mehmet'ler (Helvacıoğlu) cumartesi erken uçakla Dalaman'a gelecekler. Biz ise Adana'dan Has Turizm'in 19.00 otobüsü ile yola çıkacak ve artık kısmette ne kadar varsa o kadar bir yolculuk sonrasında aşağı yukarı onlarla aynı saatlerde Marmaris'te olacağız.
Bu kez fazlaca bir heyecan yok. Nedendir, bilemiyorum. Oysa haziran sonunu iple çekmiştim. Belki de ilk olmasının getirdiği bir heyecandı. Bu sefer öyle olmuyor. Son güne kadar da böyle bir heyecan hissetmiyorum. Endişelerim biraz daha az, korkularım neredeyse sıfırlanmış. Gelen ekip, tekne sahibi (Çanga). Ondan kaynaklanan bir güven mi bu acaba, bilemiyorum.
Mehmet ve Denizhan'larla yıllarca önce mavitura da çıkmıştık. O nedenle grup uyumu konusunda da bir endişe hissetmiyorum. Hadi bakalım hayırlısı. Yüksel Yatçılık'tan Burçin Hanım'la son görüşmelerimizi yaptığımızda mürettebat listesi için TC kimlik numaraları, doğum tarihleri lazım oluyor. Mehmet'te gelen mesajda bir misafirimiz daha olduğunu görüyoruz. Dört buçuk yaşında bir kız: Nehir. Yazışmalar tamamlanıyor. Ödemelerin son bölümü Marmaris'te elden ödenecek. Rota konusunda ekiple mutabık kalıyoruz. Denizhan mesajında "Temiz hava, Mavi yeşil deniz, berrak su, doğayla iç içe bir parkur arzu ediyoruz. İsmi önemli değil." demiş. Ben de bu sene de kendimi daha güvenli hissettiğim Hisarönü körfezini tercih ediyorum. 
Yola çıkacağımız gün yaklaşıyor. Bavula koyacağım malzeme listesi hazır. Bavullarımızı çarşamba akşamından hazırlıyoruz.Cuma akşamı 19.00 otobüsüne Onur Can bizi bırakıyor. Uzun zamandır otobüs yolculuğu da yapmamıştım. Keyifli olur inşallah. Otobüs hareket eder etmez, gözlerim kapanıyor. Uyuklaya uyuklaya gece yarısını buluyoruz. Sabaha kadar iki kez daha mola sonrasında Denizli ve Muğla otogarlarını gün ışında ziyaret ediyoruz. Sonra ver elini, o muhteşem yeşilin içindeki yollardan geçerek, Marmaris. Marmaris yolu, inşaat halinde, çift yol çalışması var. Ama trafiği engellemiyor.
11.15'te Marmaris'teyiz. Dönüş için Pamukkale'den İzmir bileti aldıktan sonra taksi ile beş dakika sonra Netsel Marina'dayız. Hasret giderildikten sonra teknemize gidiyoruz. Teknemizin adı Opal. Çok alımlı bir tekne. Baştaki kamarayı Denizhan'lara veriyoruz. Hemen yanında bir ranzada iki kişinin yatabileceği büyüklükte, bir de dolabı olan bir kamara daha var. Onu da küçük misafirimiz, Nehir alıyor. Kıçta, tuvalete kapısı olan sancak kamarayı Mehmet ile Ayşegül alırken, bize de iskele kıç kamara kalıyor. Teknede ikinci bir tuvalet var. O da Denizhan'lar ve bizim kullanımımıza tahsis ediliyor. Sıra geldi alışverişe. Alışveriş listeleri zaten elimde hazır. Ayşegül'ler de bir liste yapmış. Bendeki liste ile karşılaştırıp eksik kalemleri de listeye ekledikten sonra ver elini Migros. Marina'daki Migros'ta bazı kalemlerde eksikler olmasına karşın her seferinde arabaları yükleyip yürüyerek tekneye kadar gelmek kolayıma geliyor. Bu kez de öyle oluyor. Bazılarımız kendi listesini tamamlamak yerine diğerleri ile alışverişe takılınca, kasada su ve içki eksiğimiz olduğunu Esma fark ediyor. İçecekler listesinin tamamlanmasından sonra marketten çıkıp onları tekneye yerleştirmemiz çok uzun zamanımızı almıyor. Bu arada sipariş verdiğimiz döner dürümler de teknemize geliyor. Açlığımızı bastırıp yola çıkmaya hazır hale geliyoruz.
Önce marinadan kazasız belasız çıkılacak, sonra Marmaris körfezinde teknenin dümen, gaz kontrolüne alışılacak, yelken açılacak, sonra Kumlubük'te demir atma çalışması yapılacak ve ardından Hollandalı Ahmet'in yerine bağlanılacak. Gezgin korsanlara sormuştum, "Bow thruster" nasıl kullanılır, nelere dikkat edilmelidir?" diye. Teknenin halatları suya düşerken öğreniveriyorum hemen. 43 feetlik bir tekne ile pontondan karşı pontonda duran teknelere çok yaklaşmadan çıkmak benim için zormuş. Teknenin kıçı sancağımızda bağlı duran tekneye temas etmesin diye iskeleye biraz geç kırmayı planlıyorum. Ancak bir anda pruvamızdaki bağlı olan tekneye çok yaklaştığımı hissedip Bow Thruster'a şöyle bir dokununca teknenin burnu hop diye dönüveriyor iskele tarafına ve tehlike ortadan kalkıveriyor. Sonra 2 knot hızla teknelerin arasından süzülerek marinadan dışarı çıkıyoruz ki değmeyin keyfime.

İşte yine Marmaris körfezinin rüzgarı yüzümde, bazen ensemde, yanaklarımda, tüm yüreğimde. Ekipteki herkesin, tekneyi bir süre kullanmasını istiyorum hemen marina çıkışında. Sekiz çiziyor önce, sonra tornistanda tekneyi kullanıyoruz. Teknenin tornistanda söz dinlemesinin biraz geciktiğini fark ediyoruz. Sonra sıra yelken açmaya geliyor. Körfezde rüzgar biraz fazla gibi geliyor bana, ama rakamlar öyle demiyor: 13-15 knot: Yine de 1. camadanda açıyorum yelkenleri, Suat'ın kulakları çınlasın. Çok çabuk hızlanıveriyor tekne rüzgarı alınca. Yıldız adasına doğru yelkenle biraz yaklaştıktan sonra cenovayı kapatıp boğazdan motor-yelkenle geçmeyi tercih ediyoruz. Daha ilk günden boğazın değişken rüzgarları ile keyfimizin kaçmasını istemiyorum.
Yıldız Adası ve Marmaris geride kalıyor
Hedefimiz, Kumlubük'te Hollandalı Ahmet'in yeri. Kumlubük'te demirleme çalışmasından vazgeçtik. Yarın sabah, Kadırga Koyu'nda yaparız. Hollandalı Ahmet'in Yeri'ni arayıp, rezervasyon yaptırıyorum.  Hava kararmadan, bize denize girecek zaman kalacak bir saatte, 18 gibi iskeleye bağlanıyoruz. Bu iskeleye bu sene 3. bağlanışım. Bu kez çok rahatım.  Süratle elektrik bağlantımızı yapıp denize atlıyoruz. Akkaya ailesi ise kumsala kadar gidip denize oradan girmeyi tercih ediyor.
Ben, teknenin kıçında duş alırken hanımlar duşlara gidiyorlar iskeleden. Bu arada yandaki tekne iskeleden ayrılıyor, önündeki katamaran çatışmadan kendini zor kurtarıyor. Deneyimli (!) bir kaptan edası ile süzüyorum olayı, irdeliyorum kendimce. Katamarını da iskelenin iç tarafında bağladıklarında artık hava kararmak üzere.

İlk biralar sonrası her seferinde keyifle yemek yediğim, o bembeyaz örtüler serilmiş masalardan bize ayrılmış olanına oturuyoruz. Bu akşam burası oldukça kalabalık. İçki tercihimiz, geçen seferki gibi DLC Sultaniye, Beyaz. Diğerlerimiz ise su konulunca beyazlayan bir içkiyi tercih ediyorlar. Tabaklarımızı çok leziz balık ve etler süslerken, hava oldukça keyifli, üzerimizde ince birer kıyafet ile oturmamıza izin veriyor.
Holandalı Ahmet'in Yeri'nde masamız
Çok keyif alıyorum bu geceden. Biraz kumsaldaki yastıkların üzerine uzanıyorum. Has Turizm'in konforu, günün yorgunluğu ve etil alkolün ağırlığı ile uykuya dalmam çok sürmüyor. Beş dakika sonra ayaktayım, herkesin keyfi yerinde. Tekneye dönerken saat 24.00'e yaklaşıyor.

19 Eylül 2010, Pazar
Saat 7.00'de ayaktayım. Dün gece uyku tulumu ile dışarıda yattım. Çok özlemişim. Halbuki sadece 2 ay geçti.
"Sabah kahvaltımızı, Kadırga Koyu'nda yapalım" diyor, Esma, "geçen seferden içimde kalmıştı". Sabah 7.45'te palamarları çözüp Kadırga Koyu'na (Çaycağız koyu) dönüveriyoruz. 45 dakika sonra geçen sefer kıçtan kara bağlandığımız kıyının bu kez tam karşısına, koyun kuzey kıyısına sokulup alargada kalıyoruz. Demirimiz 9 metrede.
Kadırga Koyu
Kahvaltı süratle hazırlanıyor, sucuk ve yumurtanın muhteşem birlikteliği, görsel güzelliğini midemize indiğinde kaybediyor. Kahvaltının bitiminde bulaşıklar Akkaya çiftinden. Ardından bir kez daha deniz, sonra ver elini Serçe.
Saat 10.00'da demir alıp hareket ediyoruz. Rüzgar hiç yok. Motorla gidiyoruz. 2000 devirde 5 knot hız yapıyor Opal.  Önce Kadırga Burnu'nu, sonra Akyar Burnu'nu geride bırakıyoruz. Kumulu Burnu'nu da geçtiğimizde Serçe'ye çok az kalması, ekibin denize girme isteği, rüzgarın da olmaması ve nasılsa motorla gidiyor olmamız, Serçe'ye çok erken saatte varma olasılığımız yüzünden daha önce giremediğim Arap Adası'nı bu kez GPS yardımı ile bulup koyun ortasındaki iki adet sualtı kayalığını da gözeterek kendimize demirleyecek yer arıyoruz. Dışarıda rüzgar olmamasına karşın içeride iyi rüzgar var. Rüzgar tepelerin üstünden, tam batıdan esiyor. Bir maviturumuzda yandaki tekne kaptanının burada rüzgar sörfü yaptığını hatırlıyorum.
Demirleyeceğimiz ilk yeri beğenmiyor, sonra adanın dibine sokulmaya, rüzgarı baştan almaya karar veriyoruz. 10 metre derinliğe 30 metre zincir döşüyor, tarayıp taramadığımızı kontrol ettikten sonra motoru kapatıyoruz. Beş dakika içinde herkes suda. Suyun sıcaklığı mükemmel ama rüzgar, dışarı çıkanı üşütüyor biraz.
Öğle yemeğini müteakiben, demir almaya karar verdiğimizde hoş bir sürpriz ile karşılaşıyoruz. Guletin bir zincirini bizimkinin üzerine döşemiş. Biz çektikçe onun zinciri de su yüzeyine yaklaşıyor, bu arada koca gulet de bize. Kaptan benim ya çözmem lazım olayı. Başa gidip, havada, guletin zincirinin altında asılı kalmış demire sarkıp ayağımla basıyorum. Ama ellerimi kullanıp zinciri kurtaracak kadar eğilmem mümkün değil. Üç tane kısa halatı birbirine bağlayıp ucuna da bir izbarço atıp aşağı salıyorum. Zincirin altından sallarken kakıçla tutuveriyorlar. İzbarçoyu kendime çekip halatın geri kalanını içinden geçirip bir tür kement yaptığımda guletin zinciri artık kontrol altında. Ancak tam bu sırada bir sandal geliyor. Guletin zincirinden kurtarıveriyor bizim demiri, problemimizin bir kısmını çözüveriyor. Ancak benim büyük buluşum sayesinde halatımız adamların zincirine bağlı, zincir su üstünde, halatın ucu da bende, öyle kalıyoruz. Ya halatı bırakacağız, teknedeki toplam üç tane olan kısa halatlarımız suya gidecek, ya da keseceğiz. Sandalcıya bıçak verip halatı kesmesini söylüyorum. İki halat bende kalırken, bir halatımız ile birlikte guletin zinciri yavaşça suya gömülüyor. Ben mutluyum. Bir problemle karşılaştık ve bir şekilde çözdük. Daha uzun bir halat kullanıp iki ucunu da kontrol edebilseydim, halat da kaybetmeden bu problemi çözebilmiş olabileceğimi düşünüyorum. Demir atmak başından beri kabusumdu. Bir problemle karşılaştık nihayet. Başkası olmaz inşallah.

Arap Adası'ndan çıktıktan sonra çok az süre yelken yapabilecek rüzgar buluyoruz. Rodos'a doğru burnumuzu verdikten bir süre sonra rüzgar duruyor. Bunun üzerine Kızılada ile yarımada arasından motor yelken geçip dördü çeyrek geçe Serçe'ye varıyoruz. Yine Dur Ali bizi karşılıyor. Bizi hem tonoza, hem de kıçtan karaya bağlıyor. On dakika sonra ise denizdeyiz. Serçe'nin suyunu çok seviyorum. Ekip de bayılıyor bu doğa harikası koya.
Yine Serçe'deyiz.
Bu kez, bota binip kürek çekerek botu düz bir çizgide götürmeye çalışıyorum. İlk turumu yaparken Nehir de gelmek istiyor. Bu dünya tatlısı, buncasına uyumlu, akıllı ve bir o kadar da güzel kızımızı kırmak mümkün mü hiç? İkinci turu da beraber yapıyoruz.
Hava yavaştan kararırken Serçe'nin renkleri de değişmeye başlıyor. Caria restoran, bilinmedik balıkları ile bizi beklerken son fotoğraflarımızı da çekiyoruz.
Serçe Koyu'nda Caria  Restoran
Serçe Koyu'nda akşamüstü
Denizhan, botun sorumlusu bu akşam. Motorla bizi, iki parti halinde kıyıya götürecek. Ama motoru çalıştırmak mümkün oluyor da çalışır halde tutmak bir türlü mümkün olmuyor. Hava ventili açık, benzini açık, ama her seferinde bir süre sonra susuyor. Sonra başarıyor Denizhan çalışır halde tutmayı, hız kesmeden kıyıya kadar gitmeyi başarıyoruz. ama şanzımanı sudan çıkarma kolu ile uğraşmak için gaz kolunu bırakınca motor yeniden susuyor. Biz de, benim daha önce de yaptığım gibi sürüklenerek kayalıklara bağlı sandallardan birine tutunuyor, kıyıya oradan çıkıyoruz. Sonra Denizhan bir daha gidip ekibin geri kalanını da getiriyor. Bu kez, tekneden ayrılmadan önce "demirdeyim" ışığımızı yakmayı beceriyoruz.

Balıklara uzun uzun bakıp, Mehmet'in Deli Akya beğenisini ezip, 12 tane mercan için anlaşıp masaya oturuyoruz. Salatalar, kalamar (Nehir, sadece kalamar yiyor, balık sevmiyor) sonrasında gelen mercanların tamamını bitirmekte çok zorlanıyoruz. İçkimiz, İzmir yaş üzüm rakısı.

Kahvelerimizi de içtikten sonra önce hanımları yolluyoruz. Fener, hanımların elinde. Motor bir kerede çalışıyor. Bir miktar gittikten sonra susuyor. "Benzini açmasını söylüyorum Denizhan'a. Teşekkür ediyor, motor yeniden çalışıyor. Hanımlar tekneye ulaştıktan bir süre sonra bizler de teknedeyiz. Bu akşamın tatlısı, irmik helvası. Ayşegül, restorana gitmeden önce yapmıştı sağolsun. Alkole düşen kan şekerimiz, irmik helvası ile yükselince Serçe'nin o, doyulası akşamında gitarın tellerini titretmek farz oluyor.

İlerleyen dakikalarda ekip yavaşça kamaralarına çekilirken ben de uyku tulumumu alıp ayaklarımı uzatıyorum. Serçe'nin rüzgarının yüzümü okşaması hoşuma gidiyor. Gözlerim kapanıyor.

20 Eylül 2010, Pazartesi
Sabah yine yedide gözlerim açılıyor. Ekip hala uykuda. Biraz geriniyorum uyku tulumumun içinde. Sonra kalkıyorum. Yavaşça Serçe'nin sularına bırakıyorum kendimi. Beklediğimin aksine su, sıcacık bu defa. Hatta, temmuzdakinden de sıcak. Sonra ekip üyeleri yavaştan yavaştan dökülüyorlar. Suyun tadını çıkarıyorlar.
Serçe Koyu'nda sabah

Sabah kahvaltısında salamlı, kaşarlı omletler benden. Çelik tavada yapmak, teflondaki kadar başarılı olmasa da lezzetinde en ufak bir problem olmayan omletlerin tüketilmesi 1 dakikayı aşmıyor. Aferin alıyorum. 
Sonra bir kez daha deniz.
Bugün yol, uzun. Selimiye'ye kadar gideceğiz. 25 millik yolumuz var. Yelken yapacak rüzgar herhalde olmayacak. 5 knot ile gitsek 5 saat sonra oradayız. 
10 gibi ayrılıyoruz Serçe'den. Bizden başka kimse kalmadı koyda.
Arada bir yelken yapacak rüzgarı bulduğumuzda değerlendiriyoruz ama, genelde motor-yelken gidiyoruz. Bu, Ayşegül'ün hoşuna gidiyor.
Çatal Adalar geride
Dirsek'e kadar 18 mil yolumuz var. Orada bir şeyler yiyip denize girsek, sonrasında Selimiye'ye 9 mil kalacak. Esma, "Dirsek'e dönüşte gireceğiz, oralarda başka bir koya girip öğle yemeği yesek olmaz mı?" deyince haritayı masaya seriyoruz. Dirsek Bükü'nü geçtikten sonra, Kargı ve Topan adalarının güneyinde 2-3 tane küçük koy görüyoruz. Bunlardan biri, Girneyit koyu, hemen Dirsek Bükü'nün yanıbaşında. Bir sonrasında Atbükü, bir sonrasında ise daha büyük bir koy var, Kocabahçe. Kocabahçe'yi beğeniyor Mehmet, ama kalabalık olacağını düşünüyorum ben. Girneyit koyunu gözüme kestirdim. Sadun Boro üstad, bu koyun nihayetinin ağaçlık ve düzlük olduğunu yazıyor. Koy, sahile kadar 20 metrenin üzerinde derin su. Demirleyip plaja veya batı yakasına çıma tutulur diyor.

Atabol kayasını sancak bordamızda bırakıp Atabol burnunu döner dönmez Dirsek Bükü'nü de ardımızda bırakıyoruz. Girneyit koyuna girdiğimizde sahilde kıçtan kara bağlanmış bir gulet, koyun doğu yakasında ise alargada bir motor yat var. Rüzgar, güneyden, tepenin ardından esiyor. Sahile, 7 metreye kadar yanaşıp bir bakıyorum. Teknenin başını rüzgara verip demir atıp alargada kalmayı hedefliyorum. Sadece denize girip bir şeyler atıştırıp gideceğiz nasıl olsa. 8-9 metreye demiri bırakıyoruz, zinciri döşemek için hafiften tornistandayız. Ama kaç metre zincir attığımızı anlamamızı zorlaştırıyor 60 metrelik zincirdeki sadece üç sarı kurdele bulunması. Demir atan da kaç metre zincir bıraktığını çözemeyince, bir miktar zincir toplayalım dediğimde demiri suda yüzerken görüyoruz. O sırada motor yattaki adamcağız kol işaretleri ile teknenin kıçının atmakta olduğu tarafta kayaların olduğunu anlatmaya çalışıyor bize, oturduğu yerden. Yanına demirlememizi işaret ediyor bize. Ya da biz öyle anlıyoruz. Sadun üstadın dediği gibi koyun sahiline veya batı yakasına demirlemek yerine elalemin işaret ettiği doğu yakasına demir atıyoruz. Allahtan başımıza bir iş gelmiyor ama, biraz uğraşıyoruz. Tornistanla demirin tutup tutmadığını anlamak istediğimizde, kıçta birden derinleşiveren kayalıklara bir yaklaşıveriyoruz. Sonra biraz zincir topla, azıcık uzaklaş, yine biraz bekle, sanki yine yaklaştık, "tuttu mu acaba?", "Çok mu yaklaştık ne?" Biraz da daha zincir topla. Yine demir elimizde mi kalacak? Tarıyor mu acaba? Rüzgar da çok değil zaten. Kıçtan da bağlandık. Rüzgarı da tam iskele bordadan alıyoruz, ne güzel, demirin taramayacağı varsa da herhalde tarar bu koşullarda. Ama herhalde demirlemeyi becerdik. Hadi, girin suya. 
Girneyit Koyu

Suyun altındaki kayalıklara 3-4 metre mesafemiz pek kapanmıyor ama ben tekneden inmiyorum. Herkes suda. Sonra kızların mükemmel makarnası. Ardından kıç  halatı bırakınca tekne başını rüzgara dönüyor, bir rahatlıyor, kıyıdan da uzaklaşıyor, son bir kaç dakikamızı rahat geçiriyoruz. 

Dibi görmeden demir attık, gelecek mi acaba? Ben bu, demirin dipte takılacağı korkusundan sıyrılabilecek miyim acep? Demirin üstüne yürüyerek zinciri topladığımızda sorun yaşamıyoruz. Bu, suyu güzel, kendi güzel minicik koyu geride bırakarak Selimiye'ye doğru yollanıyoruz.
Bu kez, Bozburun yarımadası ile 5 adanın arasından geçeceğim motorla. Daha önce buraya girmemiştim korkumdan. Nasılsa motorla gidiyoruz. Haritaya da baktım, gözüm GPS'te. Önce Kargı adası, sonra Topan adası, sonra da Uzun ada yavaş yavaş iskele bordamızda kalıyor. Bu kanalda gelen ve giden teknelerin sayısı hiç de az değil. Guletler ve katamaranlar basıp gidiyorlar, benimse hızım 4 ya da 5 knot.
Adalar arkamızda
Koca ada da geride kaldıktan sonra en son ada, Kameriye adası. Kameriye adası ile yarımada arasında bir suüstü kayalığı var. Yaklaşınca o da görünüyor, açığından geçiyoruz. Ada arkamızda kaldığında oltalarda hala bir şey yok. Zaman zaman bir şey vurur gibi oluyor, topladığımızda kendi kaşık ve kurşunumuzdan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Küçük bir katamaranda yelken yapan gençler daha çok heyecanlandırıyor bizleri.

Selimiye'de bu kez Sardunya restorana bağlanacağız. Hem, Esma'nın geçen seferki isteği yerine gelmiş olacak (koyun batı yakasında demir atıp kıçtan kara bağlanmıştık), hem su alabileceğiz, bir depoyu bitirdik, hem de duş alabilecek hanımlar, beyler. 
Koya yaklaşırken Alman bandıralı bir yelkenli süratle bizi geçiyor ve tam da koyun girişindeki şamandıra ile işaretlenmiş kayaların üzerine gidiyor. Sonrasında ise şamandırayı görüp yollarını değiştiriyorlar.
Selimiye girişi
Selimiye
Koy içinde hazırlıklarımızı yapıp, Sardunya'yı telefonla arayıp iskeledeki yerimizi de ayırttıktan sonra, Sardunya'ya yaklaşırken, iskelede son kalan yere de bizi biraz evvel geçmiş olan Alman Bandıralı bir yelkenli teknenin girdiğini görüp sap gibi kalıyoruz. Kafamdaki plan tutmadığı için biraz geriliyorum. Cengiz Esgi korsanı arayıp Çetin Kent korsanın telefonunu alıyorum. Girit pansiyonun önünde sanki boş yer var gibi. Çetin Korsan'ı arayıp kendimi tanıtıyorum. Bir önceki gelişimde kendisini bulup, tanışmayı çok istemiş, kitabı için de kutlamıştım. Telefon konuşmasının geri kalanını başındaki gibi başarılı bir şekilde yürütmem mümkün olmuyor: "Çetin bey, biz burada kaldık". Adamcağız, sabırlı Allah'tan: "Nerede kaldınız?". Doğru ya, biz neredeyiz, ne istiyoruz adamcağızdan. Gevşe bir, güzel kelimelerle güzel cümleler kur, derdini anlat değil, mi? Sakinleşiyorum, derdimi anlatıyorum. Girit'in önünde yer olmadığını, ama hemen yanındaki Begonvil'e bağlanabileceğimizi söylüyor, sağolsun, tanıdıkmış orası da. Kendisi de yoldaymış, az birazdan buralarda olurmuş.
Bir tur atıp Begonvil'e yanaştığımızda hemen tonoz gösteriyorlar. Kolayca bağlanıveriyoruz. Bu kez, iskeleye yanaşmalarım beni germiyor artık. Yanımızda centr cockpit bir tekne. Sancak bordamız ise boş. Hemen uzunca bir pasarella veriyorlar bize. Bunca uzun yoldan sonra birer birayı hakettik. Bazılarımız buz gibi biraları, buz gibi bardaklarda yudumlarken Begonvil'in masalarında, bazılarımız keşfe çıkıyor.
Selimiye-Begonvil Restoran


Aaa, yanımızdaki tekne, "Yol". Geçen sefer muhtarlık iskelesinde idi, şimdi burada, hemen yanına bağlanmışız. Çok saygı duyuyorum bu tekneye ve Kirişçioğlu çiftine. Garsonlara soruyorum, bu teknenin sahibi Levent Bey burada mı diye. Hayır, sadece bir taksi şöförü var, arkada diye cevap veriyor birisi. Vaz geçiyorum ikinci bir defa sormaktan. Sonra şef garson geliyor, Levent Bey'in buralarda olduğunu söylüyor. Bu kez ellerini sıkmalıyım. Az sonra tekneye bir kız çocuğu ile bir genç hanım çıkıyorlar. Hemen bizim tekneye uçup sesleniyorum: "Ayça Hanım?". Gülerek cevap veriyor. Kendimi tanıtıyorum, hemen hatırlıyor, bir kaç satırımı kitabının ikinci baskısına koyma nezaketi göstermiş, beni onurlandırmıştı. Uzatıp elini sıkıyorum, yanındaki Derin'e de hayran hayran bakarak. Çok tatlı bir kız çocuğu Derin. Kıyafetini gösteriyor bana hemen. Sonra Levent Bey kafasını uzatıyor bir hatch'ten. Onunla da tanışıyoruz. Bu akşam benden mutlusu yok. Her iki teknenin fotoğrafını çekiyorum yan yana.
Teknenin arkasındaki usturmaçanın teknenin ismini kapatmasına gıcık oluyorum ama, halatını biraz salıp usturmaçayı görevini yerine getirecek kadar aşağı indirmeyi akıl edemeyen kendime gıcık olmak ise aklıma bile gelmiyor.
Önce biraz deniz, sonra Selimiye'nin keşfine geliyor sıra.
Selimiye'de gün batımı
Önce Girit pansiyona uğrayıp Çetin Kent'in elini sıkıp teşekkür ediyoruz. Sonra müsaade isteyip yürüyüşe devam ediyoruz.

O kadar güzel renkler var ki bu saatlerde Selimiye'de, bakmaya da fotoğraf çekmeye de doyamıyor insan.

Muhtarlık iskelesine kadar yürüyor, bir sürü çok keyifli restoran keşfediyoruz. Bazıları denizin üstüne bir iskele, onun da üstüne masalar atmışlar. "Bir dahaki sefere, Muhtarlık iskelesine bağlansak" diyor Esma. Nasıl bağlanılır ki buraya? Kime telefon edilir, koltuk halatlarını kim alır? Öğrenmem lazım.
Dönüşte hava kararıyor yavaştan. Artık yemek zamanı. Aynı yoldan yürüyerek geri dönüyoruz. 3 tane büyücek levrek beğeniyoruz. Yarım yarım herkese yetecek. Nehir'e ise yine kalamar. Kalamarlar biraz acı bu akşam nedense. Hollandalı Ahmet'in Yeri'ndeki kalamarların yanına bile yaklaşamıyor. Ama balıklar çok lezzetli. 
Begonvil'de akşam yemeği
Yan masamızda Levent ve Ayça Kirişçioğlu. Gecenin ilerleyen saatlerinde ekibin yarısı tuş olurken direnen diğer yarısına ise bu kez salonda, düşük volümlü bir kaç parça takdim ediyorum gitarla. Çok geçe kalmadan biz de kamaralarımıza çekiliyoruz. Bu gece ben de kamaradayım.

21 Eylül 2010, Salı
Bu sabah, biraz alışveriş edilecek. Yumurta, acısız sucuk (ilk günkü sucuklar bizim bile ağzımızı yakmış, Nehircik yiyememişti), biraz domates ve bolca su lazım. 

Mehmet'le alışverişi halledip tekneye dönüyoruz. 

Biraz daha su alın diyorlar. Denizhan ile Mehmet onu da hallediyor. Keyifli bir kahvaltı, sonrasında deniz. Bulaşıklar için yaptığımız cambazlıkların haddi hesabı yok. Mutfaktaki lavabonun suyu denize gittiğinden giderini kapattık, içi su doldu, kullanmıyoruz. Bir kap içinde yıkanan bulaşığın durulaması tuvaletteki lavaboda yapılıyor. Son su da tuvalete dökülünce hasarsız bir şekilde bulaşık bitmiş oluyor.

Sonra bir kez daha deniz ve çöz halatları.

Selimiye'yi bu sene son kez ardımızda bırakarak Bencik'e çeviriyoruz teknemizin burnunu.
Bu Selimiye bana farklı bir huzur veriyor. Bir tatlı huzur mu almaya geliyorum nedir, Selimiye'ye?
Yine rüzgar yok, ya da Bencik'e kadar açmaya değecek kadar rüzgar yok.
Tavşan Adası'nı pruvama aldığımda oralardaki kayalığı GPS'te görüyorum, ancak denizde şamandırasını bir türlü göremiyorum. Ekibe, şamandırayı ilk görene öpücük vereceğimi beyan ettiğimde, oralarda kayalık olmadığını, GPS'te gördüğümün Dişlice adası olduğunu iddia ediyor bazıları. İçimden, bana duydukları güvenin düzeyine şükredip, dışımdan ise sadece susuyorum. Zormuş bu kaptanlık. 
Dişlice Adası - Bencik girişi

Bir süre sonra tahminimden daha da batıda, Dişlice Adası'nın da batısında görülüyor şamandıra. Bu kez onlar susuyor. Dişlice adasının iskele bordamızda bırakarak yavaşça Bencik koyuna girerken geçen sefer bağlandığımız yerden bir katamaran çıkıyor. Oraya yönelirken, daha önceki gelişimizde üzerine çıkmaktan son anda kurtulduğumuz sığlık ise aklımda. 





Katamaranın çıktığı yer sadece bize kalmış, bomboş. Önce bir keşif, sonra tornistan geri çıkış sonra, sonra 10 metreye demir bırakıp kıçtan kara kıyıya yaklaşma. Bu kez hazırlıklarımız tamam, bu küçük koyu da iyi biliyorum artık. Demirde problem yok, Recep kaptan da sandalı ile geldi zaten. 30 metre zincir bırakarak karaya yaklaşırken koltuk halatımızı Recep Kaptan'a veriyoruz. Problemsiz bir bağlanma oluyor. Teknenin burnu sağa sola oynayınca bow thruster ile düzeltiveriyorum. Ne büyük kolaylıkmış bu Bow Thruster.
Sonra, alışveriş krizimize sıra geliyor. Gömlekler, şortlar, bileklikler, bolca peştemal. Recep kaptanı mutlu ediyoruz. Dirsek'teki Ali Kaptan'a selam yolluyor bizimle, bir kavunu Mehmet'in ısrarları ile bize hediye edip giderken.
Arılar hemen ziyarete başlıyor. Tavada kahve yakıyoruz. Biraz fayda ediyor. Denize girdiğimizde yeniden ziyaret ediyorlar bizi. Sonra yine kahve. Gidiyorlar.
Bencik
Küçücük bu koy, sanki bize tahsis edilmiş. Deniz masmavi, etraf yemyeşil, yarına kadar burada mı kalsak ne? "Yok" diyor Ayşegül, "burada arılar var, ben sevmedim burayı". Yavaştan yavaştan koltuk kıç halatını çözüyoruz, demiri topluyor ve bu güzel, Bencik koyunu şöyle bir tavaf edip ardımızda bırakıyoruz. Rota, Dirsek Bükü.
Bencik'ten çıkış
Beş adanın batısından geçecek şekilde çiziyoruz rotamızı bu kez. Uzaklarda Datça, Aktur sitesini görüyoruz. Rüzgar yine yok, motor yelken gidiyoruz. Dirsek, 6-7 mil kadar uzakta zaten. Bir buçuk saat kadar sonra oradayız. İskeleye bağlanmak istemiyoruz bu akşam. Kendimize uygun bir yer bulup demir atacağız, koltuk halatlarımızı da kayalara bağladık mı değmeyin keyfimize.
Önce Koca Ada, sonra Uzun ada süratle arkamızda kalıyor. Topan Adası ve hemen sonra Kargı Adası'nı da geçince Dirsek Bükü'nün girişi karşımızda. Koya girip demirlenecek yer beğenmeye çalışıyoruz. Ana yelkeni indiriyoruz, usturmaçalar yerlerine, uzun koltuk halatımız hazır. Koyun güney ucundan, tepeden rüzgar esiyor herdaim bu koyda. Gece de daha sertleşebiliyor. O nedenle geçen sefer iskele bordadan almıştım rüzgarı gece boyunca. Koyun müdavimi Ali Kaptan da bir dahaki sefere koyun taa içine kadar girip kuytuya bağlanmamı önermişti. Orasını gözüm kesmiyor yine. Aynı, geçen sefer bağlandığım yere yanaşıyorum usulca. Hiç rüzgar yok şimdilik ama teknelerden biri burnunu hafiften rüzgarın geleceği yöne vererek demirlemiş. Onun sancak bordasındaki bir başka yelkenli ise doğrudan kıçtan kara bağlanmış oraya. İkisinin arasına girip, ama burnumu yine de bir miktar rüzgarın eseceği tepeye doğru dönüp 10 metreye demir atıyorum. Bu kez bıraktığımız zincirin miktarını kesin bilmemiz gerekiyor. 40 metre zincir döşüyoruz. Ama kıçımız, sancak bordamızdaki "Family Secret" isimli beyaz yelkenlinin pruvasına çok yaklaşıyor. Koltuk halatı bağlama çalışmamız sırasında hem bow thruster, hem tekneyi biraz ileri alarak ya da zinciri bir miktar toplayarak ondan uzaklaşıyorum. Tekneyi bağladık ama içim rahat değil. Sancağımızdaki tekneye, üstelik rüzgaraltında olacak o tekne gece boyunca, çok yakın düştük.  Önce rüzgaraltında kalacak şekilde sancak kıç omuzluktan bağladığımız koltuk halatını, rüzgarüstüne geçiriyorum. Bu durumda kıçımız, yandaki tekneye birazcık daha yanaşıyor. Ama bu süreç, çok sakin geçiyor. Yandaki kaptan bile oturduğu yerden sadece göz ucu ile bakıp selam gönderiyor. Sonra koltuk halatımızı, bağlı bulunduğu kayadan alıp daha da rüzgarüstündeki bir kayaya bağlamayı öneriyorum. Sağ olsun Denizhan bu operasyonu süratle gerçekleştiriyor. Hem tornistanla, hem de kol gücü ile koltuk halatımızı gerdiğimizde teknemiz, rüzgaraltımızdaki tekneden oldukça uzaklaşıyor. Demirimiz de iyi tuttu. Bir ara demir toplayıp, rüzgarüstündeki tekneye daha çok yanaşarak bir kez daha atayım diye düşünmüştüm ama bu son manevra ile teknenin pozisyonunda mutlu oluyorum. ama Denizhan rahat edemiyor nedense. "Ağabey" diyor, "bir koltuk halatı ile daha bağlanalım, ikisini de çapraz atalım, gece rahat uyuyalım" diyor. Rüzgarın iskele bordamızdan eseceğini, bu nedenle rüzgarüstündeki koltuk halatımızın yeterli olduğunu söylememe rağmen, 4.5 yaşındaki Nehir için kaygı duyuyor olabileceğini düşünüp teklifini kabul ediyorum. İlk kez, çapraz koltuk halatları ile teknemizi bağlıyoruz.
Dirsek Bükü
Ben her zamanki gibi, bir süre daha bekliyorum, gezgin korsanların önerilerine uyarak. Tekneden, demirimizden emin olduktan sonra denizdeki arkadaşlara katılıyorum, ama önce Denizhan'ın tekneye çıkmasını beklemeyi ihmal etmeden.
Dirsek Bükü
Gözlük takıp demirimizi görmeye gidiyorum. Ama sadece hafif bir eğimle döşenmiş zincirimizi görmeyi başarıyorum. Demiri görmem mümkün olmuyor. Sonra Mehmet ve Ayşegül ile birlikte uzun bir parkuru yüzüp, çok hoş kırmızı bir yelkenli tekneye kadar gidip geliyoruz. Bu yüzüş bana fazla geliyor. Döndüğümde kollarım kalkmıyor. Teknede, kırmızı şarabımızı açıp Dirsek Bükü'nün beni büyüleyen renklerini seyre dalıyoruz. 
Dirsek Bükü
Akşam yemekte makarna olacak. Hazırlık başlıyor yavaştan. Öğrenmek için mutfağa sokulduğumda "sen, bizim işimize karışıyorsun" diye beni kovalıyor kızlar. Yoğun bir çalışmanın sonunda domates soslu, üzerine kaşar rendeli (isteyenlere) çok keyifli ve başarılı bir makarna geliyor sofraya. Şarap ve bira ile yemeğimizi yiyoruz. Gitar olmazsa olmaz. Ardından çok geçe kalmadan gözlerimiz kapanıyor. Ben, bir kez daha havuzlukta, uyku tulumumun içindeyim.


22 Eylül 2010, Çarşamba
Yine çok güzel bir güne uyandık. Güneş kendini yavaşça gösterirken tepelerin ardından ben denizdeyim. Ekibin geri kalanı sonradan tadıyor bu güzelliği. Kahvaltımız hazırlanırken yanımıza çok alımlı bir tekne yanaşıyor. Vapur gibi adeta. Keşfini tamamladıktan sonra çift motoru ile olduğu yerde dönüp önce demirini atıyor, sonra sakince kıyıya yanaşıp kıçtan kara bağlanıyor. 


 Dün gece boyunca yine çok esti. Biz de rüzgarı iskele bordamızdan aldık. ama bu kez demirden yana endişem yoktu. Ancak koltuk halatlarımızın biri, hiç yük altında olmadığı için suda yüzdü durdu. Denizhan, "ağabey, sen haklıymışsın, ikinci bir koltuk halatına gerek yokmuş" derken bu güzel suyun davetine icabet etmek üzereyim.
Rüzgarın gece uçurduğu, Esma'nın yelken eldivenlerinden biri acaba kıyıya kadar gitmiş midir diye düşünürken teknenin hemen altında suda görüyorum eldiveni. Tam emin değilim ama sanki bizim eldiven. Gülsev dalmayı deniyor ama paletsiz mümkün değil. Derinlikten emin değiller. Navigasyonu açıyorum, 6.7 metreyi gösteriyor. Paletle dalınabilir. Denizhan hazırlıklarını yapıyor. Gözlük, palet ayakkabıları ve paletler hazır. Kısa bir nefes alma talimi sonunda hop dalıp bir dakikada elinde eldivenle çıkıveriyor suyun üzerine.
Ancak kısa bir an sonra nefes almakta zorluk çekmeye başlıyor. Ben elimdekileri bırakıp suya girmeye hazırlanırken, ameliyat masalarından duymaya alışkın olduğum o ses, larinks spazmı (soluk borusu girişindeki kas kasılması) sesi giderek artıyor. Denizhan'da panik yok, merdivene tutunmuş, gözlüğünü çıkarmış ama etrafındakilerin paniğini de kontrol etmek gerekirken Denizhan düzeliyor.
Arada bir olurmuş meğerse. Burnundan kaçan su, doğrudan soluk borusunun girişine temas edince olmuş bu sorun. "Reflün var mı, mide asidi ağzına gelir mi?" diye soruyorum. "Evet" diyor. O zaman, mide asidinin o bölgeyi tahriş etmesi nedeniyle bu tip kısmi spazm olasılığını yüksek olduğunu söylüyorum. Ben de yaşıyorum çünkü aynı problemi. Mide asidini azaltıcı bir ilaç kullanıldığında reflü ve bu tip ikincil sorunların olasılığı azalıyor. "Sigara ile de ilişkisi var" diyor Denizhan: "Sigarayı bıraktığım süreçte hiç böyle bir problemim olmadı. Ne zaman sigaraya başladım bu problem o zaman yeniden ortaya çıktı".
Sorun yok, geçti, rahatlıyoruz.
Bugün Ege'de fırtınamsı rüzgar var. Koydan çıkana adar bulaşıklar yıkanıyor, koydan çıkınca lavaboları açıyoruz. Hisarönü körfezindeki rüzgarı değerlendirmek istiyoruz. 


Atabol kayalığını geçer geçmez burnumuzu Datça'ya doğru verip yelkenin keyfini sürüyoruz. Bir ara rüzgarı sancaktan alırken ful arma, apazda 8.5 knot hız yaptığımızı görüyorum. Rüzgar ise 20 knot bile değil. Bu hız beni geriyor ama camadan vurmayı düşündürecek kadar değil. Birazdan hızımız makul bir düzeye düşüveriyor zaten. 6.5-7 knot hızla bir süre yelken yapmanın keyfini yaşıyoruz. Kızıl Burun'a yaklaştığımızda rüzgar azalıyor, Karaburun'a kadar geniş apazda, sonra pupadan gelen rüzgarla keyifli bir yelken seyri yapıyoruz. Miller süratle arkamızda kaldığından Bozukkale'nin girişine geliveriyoruz. Rüzgarı bulmuşken biraz daha yelken yapalım diyenlerin isteği, "hayır, Bozukkale'ye girip sonra da denize girelim" diyenlere üstün geldiğinden Rodos'a doğru dönüp biraz apaz seyri yapıyor, sonra yelkenleri indirerek Bozukkale'ye yöneliyoruz. 
Barbaros Hayrettin Paşa'nın iskelesine yanaşacağız yine. Tutucu muyum ne? Koltuk halatlarımız hazı, usturmaçalar yerine, kakıç tamam, önce bir yanaşıp merhaba dedikten sonra geri geri çıkıp kıçımızı iskeleye verip tornistanla yanaşıyoruz. Yine sorun olmadan bağlanıveriyoruz çok şükür. 


Pasarellayı iskeleye verip bacaklarımızı dinlendiriyoruz iskelede. Emektar Tom, hemen ziyaretimize geliyor kuyruğunu sallayarak.


Sonra, Bozukkale'nin buz gibi sularına atlamak için önümüzde engel kalmıyor. Ama su soğuk değil. Geçen seferkinden de sıcak. Uzun uzun yüzüyoruz ekipçe. Bozukkale tırmanışını akşamüstüne erteliyoruz, güneş birazcık çekilsin. Biranın tadına bakıyoruz. Balığımızı ayırttırıyoruz, 4 kiloluk bir lagos. Yer miyiz? Yeriz. Nehir sadece kalamar yiyor ama olsun.
Tekneler yavaş yavaş koya girerken iskelemiz de kalabalıklaşmaya başlıyor.
Sırada kaleye tırmanış var. Gözlük ve şapkalar tamam. Sandalet giyenlere rahat edemeyeceklerini söylüyoruz. Spor ayakkabı giymeyenler bir süre sonra rahatsız oluyorlar. 


Bu kaleden Bozukkale Koyu'nun ve arkada Ege'nin manzaralarının tadına doyum olmuyor. Fotoğraf makinem yanımda değil, video kameramdan yararlanıyorum ama bu, muhteşem renklerin çıkıp çıkmayacağından emin değilim.
Karelerce fotoğraf çekiyorum, buraya geldiğim her seferinde yaptığım gibi. Ancak, keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı diye de üzülmeden edemiyorum. Bu görsel şölene doyamadan havanın kararmaya başlaması üzerine inişe geçiyoruz. Kalenin yüzlerce yıllık taşlarının üzerinden seke seke geriye geliyoruz.
Akşam yemeği, saat 8'de. Bugün restoran kalabalık. Yine tuzağa düşüp kalamar ızgara ve Barbaros'un tavsiyesi üzerine ahtapot bacağı siparişi veriyoruz. Ahtapot bacağı muhteşem ama kalamara ızgara sert. Midemizi aslında 4 kilo balık için boş bırakmalıydık. Önce ilk yarısı geliyor lagosun.


Biz doymaya başlamışken geri kalan yarısı da geliyor masaya. Mehmet ve ben son lokmalarımızı sayarak yemememize rağmen çok zorlanıyoruz balığı bitirmekte. Tatlı niyetine teknede Nehir'in Danettesi var, ama haş'a bize vermiyorlar. Onlar çocuğun diyorlar. Geçen günden kalma irmik helvası ile köreltiyoruz nefsimizi.
Dolunaya yakın bir ay var bu gece. Bir de yakınlarında bir yerlerde parlak bir yıldız. Onlara bakılıyor bir süre. Sonra, geceyarısına kadar gitar ve keyifli melodiler ve 24.00'te sus ve tuş. İlerleyen dakikalarda bir yanımızdaki Almanların havuzluk sohbetleri ile uyumak bana haram. Masalarında viski, yüksek volümlü sohbetlerine bir saat kadar dayandıktan sonra benim de gözlerim kapanıyor bir ara. Ama saat 01.30 gibi (tahminen) bir Alman marşına bağıra çağıra başlamaları ile birlikte benim "hiişşştttttt" diye gürleyerek uyanmam bir oluyor. Onların da uykuya çekilmeleri 5 dakikayı geçmiyor. Ben, Mehmet kardeşime güvenmiştim sesimi yükselttiğimde problem çıkacak olursa. Ama sadece ben yeterli oluyorum.


23 Eylül 2010, Perşembe
Gözlerim yine saat yedide açılıyor. Biraz daha oyalanıyorum uyku tulumunun içinde ama sekize doğru ayaktayım. Ekip daha uyuyor. Denizin bir tadına bakıyorum. Sonra millet yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. 

Bu sabah, Nehir'in showtime'ı var. Kolluksuz yüzecek kıyıda. Babası kendine bir can yeleği taktıktan sonra ailecek kıyıya yüzüyorlar. Sonra Nehir'in kollukları çıkarılıyor. Babasının ufak yardımları ile kolluksuz yüzmeye çalışıyor Nehir ve bize verdiği sözü yerine getirerek, olgun, esprili, akıllı, uyumlu sıfatlarının yanına bir de sözünü tutan ve gözüpek sıfatlarını hak ediyor.


Kahvaltımız  mükellef. Hava durumunu öğrenmek için internete girdiğimde dün akşamki yıldızın Jüpiter olduğunu öğreniyorum. Bu gece, aya en yakın konumuna gelecekmiş.
Kahvaltı sonrası bir kez daha deniz. Sonrasında 11'e doğru çıkıyoruz Bozukkale'den. Rotamız önce Arap Adası (14 mil), sonra Çiftlik (7 mil).


Yine rüzgar yok. Poseidon'da kuzey Ege koyu sarı, güneyi ise mavi. Bize düşen rüzgar yok. Yanımızdaki tekne balon açıyor. Nasıl açıldığını ilk kez seyrediyorum uzaktan. Santorini'ye kadar gittiğimiz ilk yelken eğitimimizde hocamız Atilla Gökova açmayı denemiş, ama yelken tamircilerine küfrederek kapatmıştı sonrasında. Onlardan esinlenerek bizler de ful arma pupadan aldığımız rüzgarla ne kadar hız yapabileceğimize bakıyoruz ama hiç bir şey yok. Sonra motora kuvvet, önce Kızılada'yı sonra da girmekten vazgeçtiğimiz Arap Adası'nı iskele bordamızda bırakarak Çiftlik'e yaklaşıyoruz. 

Çiftlik
Yine Rafet Baba'nın iskelesine yanaşacağım. Hazırlıklarımız tamam. İskelelerde bayrak sallayan sallayana. Bordalamamızı istiyorlar. Yavaşça yaklaşırken, Rafet Baba'nın iskelesine değil bir yanındakine yanaşmakta olduğumu anlıyor, geri dönüyorum. Pruva koçboynuzuna bağlanmış koltuk halatımızı söküp kıçtaki yerine takıyor ve doğru iskeleye kıçtan kara bağlanıyoruz. İskelede bizi bağlayan gencin adını hatırlamam memnun ediyor genci. "Merhaba, Kadir". Bu bağlanmada da bow thruster ile oynuyorum. Çok hoşuma gitti bu pervane.
Bol bol denize girecek vaktimiz var. Saat üç.

Akşam yemeği için yer ayırtıyoruz. Ben denize atlıyorum iskeleden, yüksekten çivileme, denize atlama korkumu yenerek. Sonra çıkıp bir daha atlıyorum. Mehmet çıkıyor sonra iskeleye. Nasıl suya gireceğini düşünerek. Ona göstermek için bir kez daha atlıyorum. Yaşasın, korkumu yendim. 
 

Akşam hava kararmaya başladığında, karşıdaki tepenin ardından dolunay kendini göstermeye başlıyor. Güzelliğini bizim makinelerle yakalamak mümkün değil.

Ay, o kadar hızla yükseliyor ki tepenin ardından, kendini bekleyen Jüpiter'e koşarcasına. 
Artık akşam yemeği saatimiz geldi. Ekip, "biz artık balık yemeyiz" diye baş kaldırıyor. Halbuki ilk akşamki sloganımız şuydu ve spontan gelişmişti: "7 gece boyunca balık". Dirsek Bükü'ndeki makarnalı akşamımızı saymazsak sloganın gereğini de yerine getirmiştik. Bu akşam, en azından ben yine balık yiyecektim.
Rafet Baba'nın restoranında, yol kenarında, dolunay ve deniz manzaralı masamız hazır. Oturmadan önce yiyecek seçmek üzere mutfağa bir gidiyoruz. Kalamar bacağına rağbet yok, ekip pek sevmemiş anlaşılan Bozukkale'dekini. Ben kendime bir tane sipariş veriyorum. Nehir'e yine kalamar. Ekip, balık konusunda gerçekten isteksiz. Dülger balığı gösteriyor bize şefimiz. Bir buçuk kilo kadar, tavsiye ediyor. Daha önce hiç yemedim, ama denemek istiyorum. Üç kişi balık yemeye karar veriyor, diğerleri ise et siparişi veriyor. Ekip, alkol konusunda da isteksiz bu akşam. Ben, ikinci bira ile balığımı bitiriyorum. Balık, tahmin ettiğim gibi, lezzeti pek hatırda kalıcı olmayan, beyaz et şeklinde. Ama yine de çok şükür.
Tatlı olarak, teknede Nehir'in Danettesi var, ama biliyorum ki bana yine vermeyecekler. Dondurma alıyoruz bakkaldan kendime, Nehir'e ve "ben, dondurma değil, kızı istiyorum" diye Nehir'ciğimizin peşine takılmış bulunan 4 yaşındaki delikanlıya. Sonra kısa bir yürüyüş, ufak alışverişler ve ver elini teknemiz. 


Bu gece, bu sezon, son gecemiz olacak teknede. Tabii ki yarın da teknede olacağız ama, Marmaris'teki gecemizi tatilden sayamayacağım. O nedenle biraz gitar, biraz hüzün, aa bir de Tarsus'tan getirdiğimiz cevizli sucukları bulmaz mıyız, sakladığımız dolapta. Daha ne olsun?


Gözlerimiz yavaşça kapanırken uyku tulumunun içinde, vadiden gelen rüzgarın saçlarımı okşamasından ne kadar hoşlandığımız düşünürken uykuya dalıyorum.


24 Eylül 2010, Cuma
Bugün, son günümüz. Yine güzel bir güne uyanıyoruz. Benim gözlerim yine saat yedide açılıyor.


Deniz beni çağırıyor. Mayo zaten üzerimde. Cuppp, sudayım.
Tekneye çıkmadan iskeledeki hortumla duş alırken ekip yavaş yavaş kalkmaya başlamış. Havuzluğu yıkadıktan sonra ekibin denize girme faslı başlıyor. Ben de mecburen eşlik ediyorum onlara. Bir kez daha denizdeyim. Uzun uzun yüzüyoruz.
Kahvaltı yine hanımlardan. Ayşegül'ün sütlü, yumurtalı bir bulamaça bulayıp, üzerine son kalan sucukları doğrayıp fırına verdiği sona kalmış bayatımsı ekmekler, ağzımızda muhteşem bir tad bırakarak midemize iniveriyor.
Bulaşık sonrasında yine uzun uzun deniz molası. Etrafımızdaki tekneler yavaş yavaş koydan ayrılırken, katamarandaki genç hanımlara kayan gözlerimizin rotasını düzeltiveriyor bizim hanımlar.
12'e doğru koltuk halatlarımızı çözüp, tonozu da bırakıp Çiftlik koyuna veda ediyoruz.
Çiftlik geride kalıyor
Kadırga Burnu'nu dönene kadar rüzgar yok. Motorla gidiyoruz. Burnu dönünce sanki rüzgar olacakmış gibi.
Kumlubük'te alargada kalıp bir süre denize girecek vaktimiz olacak. Geçen sefer, pervaneye botun halatını doladığım yere gidiyorum yine. İki tane yolcu taşıyan günübirlik tekne var orada. Birisi biz yaklaşırken hareket ediyor. Diğerinin hemen arkasına demiri bırakıyoruz 10 metreye. Rüzgar sahilden esiyor. Burnumuz sahilde. Arkamızdaki kayalıklara çok yaklaşmadan 30 metre zinciri döşedik. Tornistan verdik. Demir tutmuş. Bir daha tornistan. Kerteriz değişmiyor. Motoru kapatıp merdiveni indirip suya atlıyoruz. Ben teknedeyim. Denizhan sudan çıkınca ben de atlıyorum suya. Artık pek tadı yok suyun. Birazdan Marmaris'e Netsel Marina'ya girip tekneyi teslim edeceğiz. Tatilimiz bitecek. Bu seneki tekne maceralarımız sonlanacak. Bir daha ne zaman yelken yaparız, buralara ne zaman geliriz, ya da gelebilir miyiz, Allah bilir.


Rüzgar biraz fazla, sudakiler tekneden uzaklaştıklarını düşünüp tekneye doğru yüzüyorlar. Sudan çıkanlar ise üşüyorlar. Demiri toplayıp deniz faslını bitiriyoruz. Rüzgara dönüp yelkenleri de açıyoruz. Son bir yelken yapalım. Pupa yelken Yıldız Adası'na doğru gitmeye çalışıyoruz. Sonra bir kavança, ana yelkeni sancağa alıyoruz. Turunç'a doğru dönüyoruz. Sonra rüzgarın da pek keyfi kalmıyor. Cenovayı toplayıp motor yelken boğaza giriyoruz. Mazot alınacak. Tam 5'te Yüksel Yatçılık'ın pontonuna bağlanmış oluruz herhalde.

Marinaya yaklaştığımızda ana yelkeni de topluyoruz. Marina girişinde bir iki teknelik bir kuyruk var. Önümüzdeki tekne de yanaşınca, bizi de bir öndeki koca motoryatın arkasındaki bir teknelik boş yere çağırıyorlar. Daha önce öğrenmiş olduğum gibi, 45 derecelik bir açı ile pontona yaklaşıyorum. Baştaki koltuk halatını atıyor Mehmet, sonra tekne kendi kavsi ile pontona yanaşıyor. Sancak bordamızdan iskeleye bağlanıyoruz. Hanımları ve Nehir'i tekneden indiriyorum. Denizhan, mazotun yanıcı ve patlayıcı olmadığını söylüyor. Ama ben böylesinin daha güvenli olduğunu düşünüyorum.

100 lt'e yakın mazot harcamış olduğumuzu hesap etmişken toplam 31 litrede benzin otomatiği atıyor. Bir kez daha deniyoruz. Yine atıyor. Bu kadar harcamışız demek ki.
Herkes teknede, bir Ayşegül yok. Yine alışverişte herhalde. Teknenin kıçını ittirip açıyorlar bizi iskeleden. Tornistanla bağlandığımız yerden çıkarken Ayşegül'ü orada bırakıyoruz. Yürüyerek gelmesini söylüyoruz.

Son bölüm ise bizi pek zorlamıyor. Azıcık Denizhan zorlanıyor, defalarca marinaya kendi teknesi sokmuş bir kaptan olarak, ben dümendeyken. Ama ben gayet sakinim. Bu iskeleye ilkinde bordalamış, ikincisinde kıçtan kara yanaşabilmiş, üçüncüsünde ise bir arkadaki pontona girip daracık bir yere Larimar'ı kıçtan kara sokup bağlamıştım.

Dümene dokunan yabancı bir elin parmaklarını nazikçe çözüp, bow thruster nimetinden de yararlanarak, benim için büyücek olan teknemizi hiç problemsiz yanşaması gereken yere yanaştırıyorum. ""Kimin öğrencisi?" diye bağırıyor teknisyen Murat pontonda. Geçen sefer yanaşmayı beceremeyip bordaladığımda pontondan atlayıp bizi önce mazot almaya geri götürmüş, sonra da benim inadım yüzünden yine aynı yere benim bağlanmama yardım etmişti Murat.

Koltuk halatları da geri alınıp sıkıca volta edildikten sonra motoru kapatıp pasarellayı indiriyoruz. Kutlamalar, geçmiş olsunlar, biraz hüzün, birden çöken yorgunluk ve bitti işte.
Şimdi bir Türk kahvesi zamanı. Ekip Yüksel Yatçılık'a giderlerken ben bavulumu toplamaya kamaraya iniyorum. Yarın sabah 9.00'da yolcuyuz çünkü. İşim bitince Netsel Marina'nın duşlarındayım. Kıyafetler hazır.

Sonrasında ekibin diğer üyeleri de bavullarını toplamanın mantıklı olacağına karar verip kamaralara iniyorlar.

Akşam sekiz gibi yemek yiyecek yer aramak üzere rıhtıma yollanıyoruz. Rıhtımı boydan boya bir yürüdükten sonra Dede Restoran'da karar kılıp Nehir'e makarna, bana barbun, diğerlerine et söyleyip son akşam yemeğimizin tadını çıkarıyoruz. Kimsenin içecek hali kalmamış. Ben sadece bir bira ile ritüeli tamamlıyorum.
Marmaris'te son gece
Maraş dondurması ile de geceyi tamamlayıp Opal'in kocaman kamaralarında son gecemizi geçirmek üzere birbirimize "iyi geceler" deyip yatmaya çekiliyoruz.

2 yorum:

  1. tayfun hocam yine harika anlatımla,,bende senle beraber yasamış oldum,,çok tşkler artık senle bir yolculuk farz oldu,,,
    selçuk

    YanıtlaSil
  2. Abi nihayet sayfayı açıp, yazıyı okuyup, resimleri görebildim. Muhteşem görünüyor herşey..Daha önce birlikte gittiğimiz mavi turları hatırladım. Hadi tekneyi al da ziyarete gelelim.. İnsan istemelimi bu tip bir eylemi diye düşünüyor cidden:)

    ALİ..

    YanıtlaSil