Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

17 Ağustos 2010 Salı

YİNE MACAHEL

7-15 Ağustos 2010



"Eyyoooo :)))) nasılsınız bakalım bugüüün ???  muhteşem bir hafta dilerim...sevgimle" diyor Taciser mesajında. Sağolsun. Günlerden pazartesi. Haftanın başı. Dün akşam saat 01.00'de ancak yatılabilmiş. Trabzon - Ankara uçağında gözlerin hafiften kapanması, ardından Ankara havaalanında Süreyya'nın yolculanması, hafif içecekler (detoks) ve 22.45 Adana uçağına biniş. Gerisini pek hatırlamayış. Geceyarısını tam 5 dakika geçe, tam da kaptan pilotun bir saat önce beyan ettiği gibi tekerleklerin piste konuşu ile bir sıçrayış ve "hoş bulduk Adana". 


Bavullar bu kez hemen geliyor. Vedalaşıyoruz bir haftamızı Macahel vadisi'nde beraber geçirdiğimiz o, muhteşem ekiple. Onur Can ve Cem Meriç, kapıda bekliyorlar bizi, almaya gelmişler sağolsunlar. Cem Meriç, yeğen, Esma'nın kız kardeşinin oğlu. Jeoloji mühendisliğini kazandı bu sene. Heyecanlı, gururlu. 
Yarım saat sonra evdeyiz. Arabayı ben kullanıyorum, özlemişim. Dokuz gündür araba kullanmamıştım. Evde Tülin ile kısa bir muhabbet, sonrasında kliması açılmış yatak odasında yatağın çarşafı üzerine kıvrılış. Saat 01.00. Uykuya dalış ise kaç, bilmem mümkün değil.


Haftanın başına uyanış pek de zor olmuyor. Gerçi, Çılgın'ın üzerime çıkışı, tırnakları ile bulduğu her yere sürterek çıkardığı seslerle beni uyandırmaya çalışması da bunda etkili ama, 7.30'da evden çıkmayı başarıyorum. Yine, gölün arkasındaki yolu kullanarak bir yanda gölü, diğer yanda dağları, tepeleri ve yeşilliği seyrederek gidiyorum hastaneye. Ne var acaba bugün ameliyat edilecek? Her pazartesi, genellikle ufacık bir çocuk ile başlarız haftaya. Ya kalbi deliktir, ya göğüs boşluğundaki büyük damarlarında doğumsal bir problemi vardır. Uyutması bir problem, atardamarının bulunması bir problem, kalbe giden büyük toplardamarlarına bir kateter konulması bir problem, ameliyatı ayrı bir problem. Ne hafta sonunun dinginliği kalır adamda, ne de, mesela bu kez olduğu gibi, 8 günlük bir tatilin keyfi.


Ufak özlemler kalmıştır hatırda. Küçük fotoğraf kareleri, belki kısa videolar, anektodlar, içilen bir kaç yudum şarabın lezzeti, keyifli sohbetler ve yeni dostlukların tadı, özlemi. 7-15 Ağustos 2010 tarihleri arasında yine, yeniden Macahel'deydik. Ama bu kez damağımda daha çok tad bırakan Macahel'in kendisinden çok beraber yürüdüğümüz ekip oldu. Yeni dostlarım oldu. Hem çok keyifli bir hafta geçirmemi sağladılar, hem de ileride keyifli birlikteliklerin habercisi oldular.


Oysa ne kadar suratsız ve isteksizdim yine Macahel için. Geçtiğimiz yıl, Adana Acıbadem'de bir yıl süre ile öğleden sonraları çalışmış olmanın beni boğan kıskacından kurtulduktan ve yine tam gün üniversiteye döndükten sonra tatil programlarının hepsine "tamam, koşa koşa gelirim" dediğim günlerde, "Bu yıl da Macahel'e gidiliyor, biz de gidelim mi?" diyen eşime, büyük bir keyifle "tamam" demiştim. Neresi olursa "tamam" diyebilirdim zaten o günlerde. Oysa, 2006'da Macahel'i ikinci ziyaretimizden sonra "artık yeter, Macahel'i iki kez gördük, bundan sonra başka yerleri görelim, ben bir daha Macahel'e gelmem" demiştim. Geldik. İyi ki de geldik. Bu kez Macahel beni hiç hırpalamadı, hep sıcaklığı, yeşili, rüzgarı, görsel güzellikleri ile kucakladı, içimi açtı. Yeni dostluklar, bolca kahkaha ve keyif verdi. Ama bu güzellikler içinde ben yine de kaşınmaya devam ettim, Şırata Gölü'ne çıkarken Esma bir kaşıyıverdi. Ama, acımadı ki.


7 Ağustos 2010, Cumartesi


Taksi ile gidiyoruz havaalanına. Oğlan, Kıbrıs'ta idi. Dün akşam geldi ama biz kendisini göremedik. Sabaha kadar arkadaşları ile olduğundan biz giderken o yeni gelmişti, uyandırmaya kıyamadık. THY kontuarında sıramızı beklerken ekibin yeni elemanları ile tanışmaya başladık: Bülent ağabey, eşi Zeynep, Taciser, Remziye. Aaa, Alber de var. Nasıl yürüyecek ki bu adam. En son Çavdar Düzü çıkışımızda çok hırpalanmıştı. Süreyya Bodrum'dan katılacak. Ve, olmazsa olmaz, çete başı, Erk de geliyor. Polis kontrolünden geçip bekleme salonunda koltuklara oturuyoruz. Uçağın kalkmasına 30 dakika var, Nazan ortalarda yok. Arıyoruz, yoldaymış, yeni geliyor. Gözünü sevdiğim Adana'sı. 5 dakika sonra o da geldiğinde ekip tamam. İstanbul'dan katılacak olanlar hariç. Çağrı ve Işıl ile, Banu'nun bir arkadaşı İstanbul'dan uçup Trabzon'da bizi bekliyor olacaklar


İlk uçuşumuz Ankara'ya. Bir saat sonra Ankara'nın yenilenmiş, sonra da ödül kazanmış havaalanındayız. Süreyya ile buluşuyoruz, kafelerden birinde bir şeyler içerken.  THY, bizi bir saatte Trabzon'a bırakıveriyor. Havaalanında bizi Ersin karşılıyor. Minibüste ise iki eski dost, Çağrı ve Işıl. Öpüşüp hasret gideriyoruz. Minibüsün içinde kahkahalar, yüksek volümlü konuşmalar, hasret giderişler, bir enerjidir ki sormayın gitsin. Trabzon'da yeni açılmış bir alışveriş merkezine uğruyoruz, Işıl'ın telefonuna "acil durum şarj cihazı" almak için. Sonra yeniden minibüsteyiz. Bu kez, İstanbul'dan gelen üçüncü misafirle göz göze geliyoruz. E, bu bizim Ümit ağabey. Banu'nun arkadaşı denilen kişi, bizim yelkenden ağabeyimiz. Üstelik bir ay önce Marmaris'te teknede iken kendisine Macahel hakkında bilgi vermiş, neler getirmesi gerektiğine ilişkin uzun uzun konuşmuştuk. Öpüşüyoruz hasretle, bunaklığıma üzülürken bir yandan.
Ver bakalım elini, Karadeniz sahil yolu. 
İlk hedefimiz, Çayeli'nde Lale Lokantası. 


Kuru fasulye ve ardından sütlaç yenecek. Minibüsle önüne park edip üçüncü kata çıkıyoruz. O ana kadar yediğimiz en lezzetli kurufasulye, bir önceki Macahel gezimizde yine burada yediğimizdi. Turşu ve bulgur pilavı ile birlikte fasulyeyi bitirdikten sonra üzerine bolca fındık rendesi konulmuş sütlacın da bitirilmesi çok uzun sürmüyor. Sonra çay, ardından ver elini bizi Çat vadisine götürecek olan sahil yolu.


Hava açık, sıcak ve nemli. Bir teklif geliyor rehberimizden "Rafting yapmak isteyenler el kaldırsın". Fırtına deresinde rafting yapılırmış. Yıllarca gözlüklü olduğumdan çekindiğim rafingin tadına bakmak, gözlüğü attıktan sonra bir türlü nasip olmamıştı. "Tamam" diyoruz hepimiz.  Hemşin'de kısa bir alışveriş molası, sonra Fırtına deresine paralel bir yolculuk ve Dağraft Rafting tesislerine varış. Önce herkes dereye bir atlıyor suyun tadını bakmak üzere. 


Akıntıya karşı yüzerek kayalara tutunuyoruz. Sonra Erk'in suya düşen  gözlüğünü arıyoruz. Bülent ağabey buluyor. Gezinin ilk kahramanı. Sonra kısa bir eğitim. Kasklar kafamızda, can yelekleri sırtımızda, birer kürek ellerimizde. Yüreğimizde hafiften bir pırpır. "Hey, hop"larla bırakıyoruz kendimizi Fırtına deresinin dakikada 30 metre küp akan sularına. Ayaklarımız botun tabanındaki bantların altında. Bizi tutan tek tutamaklar, onlar. İki elimiz kürekte. Kaptanımız "hey" dedikçe biz de "hop" deyip küreği suya vuruyoruz. İlk düşüşümüz, hiç de beklediğim gibi korkutucu olmuyor. Hatta keyif bile alıyorum. Zaten yandaki tekneden küreklerle ıslatmışlardı bizi, ıslanma sorunumuz tamamen sonlanıyor. Zaman zaman bot, kendi gidiyor, zaman zaman da biz küreklere asılıyoruz. Bazen bir kayanın üzerinde buluyoruz kendimizi. Yusuf Reis inip kurtarıyor botu, sonra da akıntı ile sürüklenen bota atlayıp bağırıyor bize "Hey". Biz çoktan hazırız, "hop". Öndeki botu yakalamamız ise mümkün olmuyor. Dereye serinlemeye girmiş olanlar bağırıyor kenardan "Hey". Cevap veriyoruz "hop". Çocuklardan bir soruyor kıyıdan "Ula, İnciluz musunuz?". 


Yarım saat süren keyifli bir parkur sonrasında sona yaklaşmadan evvel kısa bir yüzme molası ve parkur sonunda botların kıyıya çekilmesi. Önce kızlar gidiyor kamyonetle geriye. Sonra da biz. 


Çat Vadisi'nde bir pansiyonda kalacağız bu akşam. Yarım saat sonra Zilkale'deyiz. Kısa bir mola. Fotoğraflar.
Zil Kale - Fırtına Vadisi
Hoplaya zıplaya gittiğimiz yolda arkamızda iki tane minibüs beliriyor. Camili'den gelen, bu hafta boyunca bizi taşıyacak olan Ford marka minibüsler bunlar. Macahel'de başka marka minibüslerin dolaşabilmesi mümkün değil. Duruyor, minibüslerimize geçiyoruz eşyalarımızı aktardıktan sonra. Bir saat kadar sonra Cancık Pansiyondayız.
Cancık Pansiyon - Çamlıhemşin
Hava kararırken yavaştan, Ersin bizi nasıl yerleştireceğine pansiyon sahibi ile karar veriyor. Evlilere ikişer yataklı odalar, bekar gelenlere ise iki tane koğuş. Erkekler bir odaya, kızlar diğerine.


Akşam yemeğimiz keyifli, sıcacık bir çorba, salata, alabalık ve malum likitlerden oluşuyor. Giderek artan bir kahkaha tufanı ile geçiyor ilk gecemiz. Sıcacık birer bardak çay sonrası, bazılarımız dere kenarına iniyor geceye devam etmek üzere. Sabahın köründe uyanmış olan bazılarımız ise odalarına çekiliyor.


8 Ağustos 2010, Pazar
Güzel bir güne uyanıyoruz bugün. Saat 07.00. 
Kulaklarımız derenin sesine doyarken bir yandan, gözlerimiz de yeşile doyuyor.
Fırtına Deresi
Dokuzda yola çıkılacak. Bazılarımız yolun yukarısındaki köprüye kadar gidip geldiler bile. Ben üşeniyorum. Esma ise üşenmiyor. Erk ile Bülent ağabey ise erkenden yürüyüp gelmişler bile.


Muhteşem bir kahvaltı sonrası sırt çantalarımız minibüslere yükleniyor. Hedef, Çat Vadisi'nde Verçenik yaylası ve bir buzul gölü. Ekip hazırlıklarını tamamlayıp yavaştan dökülüyor pansiyonun önündeki alana.


İki minibüse doluşup yükseliyoruz yavaş yavaş Verçenik'e doğru. Yol bir süre sonra tek arabanın geçebileceği kadar daralıyor ve öyle devam ediyor. Zaman zaman karşıdan gelen bir araç olduğunda biri geri gidip uygun bir yer bularak yol vermek zorunda kalıyor diğerine. Sollamak ise başka bir dert. Uzun bir süre toz yuttuktan sonra sollayacak bir yer bulmak mümkün oluyor.
Yayla evlerini bir bir geride bırakarak yükseliyoruz.
Arada su molası.


10.30 gibi Verçenik yaylasındayız. 


Yayladaki çocuklarla sohbet ediyoruz biraz diğer minibüsü beklerken. Sonunda onlar da geliyorlar. Biz koştururken onlar eğlenmişler. Suya girmeler, molalar. 


Sonunda sırt çantalarımızı sırtıma alıyor ve yürüyüşe başlıyoruz. 
Yayladan da iki küçük çocuk katılıyor ekibimize. Öndekilerin düşürdüklerini toplaya toplaya gidiyoruz. Bugünkü ganimet bir güneş gözlüğü.


Grubun bir kısmı geride kalıyor.
Bir kısmını yakalamak ise mümkün bile değil.
Sık molalar ile yükselmeye devam ediyoruz. 
Antremanların yararını görüyorum bu kez. Daha kolay tırmanıyorum kayalardan.
Kar görüyoruz bir ara. Üzerine çıkıp kar topu oynuyoruz.
Ve sonunda buzul göllerine ulaşıyoruz.  


Buz gibi suya bir girip boyumuzun ölçüsünü aldıktan sonra öğle yemeğine yumuluyoruz. 
Sonra yavaştan yavaştan üşümeye başlıyor suya girenler. Önce polarlar, sonra montlar ile ısınmak mümkün oluyor. 

Daha bir kayalarla dolu olan inişi seçiyorum bu kez. Kayalardan gitmek daha çok hoşuma gidiyor benim. Bu kez çokça kolonyalı mendil var yanımda. Ekip arkada kaldığında dağların sessizliğini dinleme fırsatım oluyor bolca.
Hem buzul gölleri, hem de küçük bir kaç gölü geride bırakarak grubun önünde minibüslere doğru iniyorum.
Uzun bir süre yalnız yürüdükten sonra sakinleşiyorum.
Kendi fotoğrafımı çekecek bir kaya ve manzara bulduktan bir süre sonra ekiple buluşuyoruz yeniden.
İnişimiz hızlı oluyor. Sohbetlerimiz de öyle
Sulardan ve çamurlardan geçtikten sonra minibüslerimize ulaştığımızda saat dörde yaklaşıyor. Sonra ver elini Cancık Pansiyon yolu.


Yolda kızlar durduruyor minibüsleri. Böğürtlen varmış. Böğürtlen tarlasına giriyoruz.
Adamlar kendi tarlalarında çalışırken, bizler de ellerimizi çalıştırıyoruz daha çok böğürtlen toplamak için.
Köyün kızları yürüyerek dönerken evlerine..
Biz minibüsü tercih ediyoruz yayla evlerini geride bırakarak yola koyulduğumuzda.
Bu kez önümüzde bir kamyon var bize toz yutturan.
Bir yandan yeşilliğe, çiçeklere bakarken gözlerimiz, diğer yandan dağlardan incecik gelip Karadeniz'e doğru giderek büyüyen, coşan Fırtına deresine kayıyor sık sık.
Yeşilin ve akan suyun dozu giderek artarken..
Cancık Pansiyon'a mesafemiz de giderek azalıyor.
Pansiyona 9 km kadar kala, ekibin ayakları yeniden kaşınmaya başlıyor. "Biz, inip yürüyeceğiz" diyor bazıları. Biz ise arabada kalmayı tercih ediyoruz.
Duş, ardından temiz kıyafetler, buz gibi bir bira hayali biraz beklemek zorunda kalıyor. Çağrı, "Köprünün oraya, çimmeye gidiyoruz, gelir misin?" diyor. Tabii ki gelirim. Hemen gidip mayomu giyip peştemali de elime alıp yürümeye başlıyorum yukarı, köprüye doğru. On dakika sonra Bülent ağabey, Çağrı ile birlikte köprü altında dereye gireceğimiz yerdeyiz. Azgınca akan suyun bize izin verdiği bir köşesinde yıkanıyoruz süratle. Köprü ve arkasındaki manzara fotoğraf çekmek için muhteşem kareler veriyor ama yanımda makine yok. Yürüyerek pansiyona geri dönüyoruz.


Sonra gelsin buz gibi bir bira, isteyene viski de var Bülent ağabey'den. 
Akşam yemeği bu kez dere kenarındaki çardakta, açık havada. Yine çorba ile başlayan keyifli bir yemek, su koyunca beyazlayan likit eşliğinde bol sohbet, bol kahkaha ve keyifli bir akşam.


9 Ağustos 2010, Pazartesi
Sabah, mis gibi bir havaya uyanıyoruz.


Bugün, kahvaltı sonrasında Borçka'ya gidilecek, Karagöl'e. 2005'teki ilk Macahel maceramızın başladığı yere. Sabah kahvaltı sonrasında yağan yağmur nedeniyle başımızı konaklama tesisinden dışarı çıkarmak için iki saat beklediğimiz yere. Sandalı su seviyesindeki kütüğün üzerine oturtmayı başardığım gölün olduğu yere. 


Kahvaltımız çardakta.
Kahvaltı öncesi Esma ile bir kez daha ve son defa köprüye gidip geliyoruz.
Köprü yine çok güzel, ama çekebilseydim eğer, dün akşamki kareler daha güzel olacaktı muhtemelen.
Köprünün üzerinden aşağı doğru bakınca, "bizim Toroslar da yemyeşil" iddiamdan vaz geçmem çok zor olmuyor. Burası yemyeşil.


Kahvaltıyı neşe içinde bitirdikten sonra eşyalarımızı toplayıp Cancık pansiyondan ayrılıyoruz saat 9.30'da.
Ekip yine yürümeyi tercih ediyor. Bir saat kadar yürüdükten sonra minibüsler gelip bizi alacak.
Minibüslerle buluştuktan sonra yol üzerinde bir köye uğranılacağını öğreniyoruz: Ortan Köyü.
Köye gelene dek, trafik levhalarının altına espirili levhalar koyulduğunu görüyoruz. Mesela, "Ortan Köyü" yazmış Karayolları, "Sen de git" diye bir levha koymuş Ortan köylüleri.
Evlerin bazıları iyi korunmuş, ya da tadilat görmüş.
Yaşlı bir nine, önündeki otları temizliyor bir yemek yapmak için.
Sonra tekrar minibüslere.


Yolumuz uzun. Saat 14.00 gibi Borçka'da Maviay Alabalık Tesisleri'nde olacağız.
Daha erken varıyoruz, Maviay'a.
Önce mısır ekmeği, sonra mıhlama, ardından bira eşliğinde alabalık.
Sonra ver elini bizi Karagöl'e götürecek olan yol. Kenarından bir süre gittikten sonra geride bırakıyoruz Çoruh nehrini.
Karagöl'e bir saat kadar kala, rehberimiz bizi indiriyor. Yürünecekmiş.
İşte bu yolda yürünür. Etraf yemyeşil, hafiften bir sis inmek üzere, hava sıcaklığı makul. Yürüyoruz.
Yeşil bu demek ki. Her taraf yemyeşil derken bu kastedilmeliymiş demek ki.
Beş buçuk gibi, Karagöl'e ulaşıyoruz. Hafiften sis basmış, gölün ihtişamını görmek mümkün değil, ama o ihtişamı duyabilmek, hissedebilmek mümkün. 
Hemen odalar paylaşılıyor. Evlilere yine tek oda var. Bekar gelenler koğuşlarda yatacaklar.
Biz, Bülent ağabeyle suya girmeye gidiyoruz nehrin ağzına. Suya girmek yasak Karagöl'de. Dibi batak çünkü. Ama nehrin göle döküldüğü yerde daracık bir alanda kumsal var ve birden derinleşiyor. Oradan atıyoruz kendimizi suya. 
Geri döndüğümüzde çerezler ve içkiler masada.

2005'te suyun altındaki kütüğün üzerine çıkardığım sandalın üzerinde bu kez Erk var. Tezarühat altında ve aynı kütüğü yine bulabileceğime ilişkin motivasyon seslerini geride bırakarak sandala ben de biniyorum. Amatör Denizcilik Belgem var ama Allah'tan küreklerde Erk var. Kıyın kıyın emniyetli bir şekilde sisin içinde kısa bir tur atıp geri dönüyoruz, kıyıdakileri hayal kırıklığı içinde bırakarak. "E, hani bulamadın" diyorlar, "kütüğü?". Yarın sabaha inşallah.


Akşam yemeğinin ardından çok geçe kalmadan odalarımıza çekiliyoruz. Alkol ve oksijen bolluğunun bizi tuş etmesi çok da uzun zaman almıyor.


10 Ağustos 2010, Salı
Çok güzel bir güne uyanıyoruz 07.00 gibi. Kızların bazıları iskelede, güneşi selamlıyor.
Bülent ağabey, bu sabah da giriyor suya. Ben de kendisine oraya kadar eşlik ediyorum. Ama hava biraz soğuk, benim suya giresim yok. Ben, Bülent ağabeyin fotoğrafını çekiyorum, o da benimkini.


Karagöl, tüm güzelliğini bugüne saklamış.
Karagöl - Borçka
Karagöl - Borçka
Karagöl - Borçka
Döndüğümüzde güzel bir kahvaltı öncesinde Erk, suda, kayığın üzerinde.
Bu kayığı ben de kullanacağım ve o kütüğü bulacağım bu sabah. Ama, yok, ben daha önce kütüğe oturttuğum ahşap kayığı kullanayım. Kütükle tanışıyorlar nasıl olsa.
Küreklere önce Esma geçiyor. Kıyı kıyı dolaşıyoruz. Esma, kütüğün yerini bildiğini söylüyor. Bense, kaptanım ya, kıyıya çok yaklaştığında talimat veriyorum dönsün, kıyıdan uzaklaşsın diye. 
Benim kaptanlığımı pek beğenmeyince, kürekleri elime veriyor. Bir süre aradıktan sonra, üzerine kayığı oturtacağım kütükleri bulamadan kayığı iskeleye pek bir güzel yanaştırıp bağlıyorum. Kıyıdakilerden yine sitem "Ee, yine bulamadın kütüğü".
Ama kıyıdakilerden biri, öbürlerinden farklı. Yunus gelmiş, dün gece. Rehberimiz. Nihat Gökyiğit Beyefendi'yi Trabzon'a bırakmış, sonra geri dönüp gece iki gibi Karagöl'e ulaşmış. Öpüşüp hasret gideriyoruz. Yeni evlenmişti, kutluyoruz kendisini. 
Muhteşem bir kahvaltı masası bizi bekliyor.
Kahvaltı sonrası son pozlar alınıyor. Biz, yelkenci dört kişi bir karede olmak için ısrar ediyoruz.
Yelkenciler: Ben, Esma, Nazan ve Ümit ağabey
Son bir poz da yerel rehberimiz Ersin ile.

Geçen sefer, Karagöl'de sırt çantamı hazırlayışımı hatırlıyorum da. Dışarıda deli gibi bir yağmur. Getirdiğimiz yağmurluğun düşen yağmur damlalarını benden uzak tutması mümkün değil. Çantaya ne koyacağımı bilmiyorum. Daha önce hiç yürümemişim. Tişörtler giriyor çantaya sonra çıkıyor. Polar, yedek çorap, fener, kumanya derken çanta ağırlaşıyor. Bir şeyleri sokup başka şeyleri çıkartıyorum çantadan sürekli olarak. Halimi gören Esma, bana acımıştı. Ben de acımıştım kendime. Ama şimdi öyle mi ya, artık çok rahatım (!).
Çantama iki yedek tişört, bir uzun kollu gömlek, bir polar, bir yağmurluk ve kumanyamı koyuyorum. Alın fenerim de çantada. Çakı cebimde. Telefon belki çeker diye öbür cebimde. Hazırım.
Ama en çok, Erk hazır. 
Sonra hepimiz hazır hale geliyoruz.
Büyük yürüyüşümüzün başlamasına az kaldı. Minibüsler bizi Atanoğlu yaylasına çıkarıp orada bırakacaklar. Atanoğlu yaylasına ulaştığımızda saat, 10.00. Bugünkü yürüyüşümüz uzun sürecek. Hedef Beyazsu yaylasında Nezaket teyzenin evi.
Atanoğlu yaylası - Borçka
20 dakika içinde herkesin hazırlanması bitiyor, yola koyuluyoruz.
Sağ tarafımızda Otingo vadisi.
Otingo Vadisi - Borçka
Buralarda bir otlayan hayvanlar var, bir de biz.


Saat 11 gibi, Otingo vadisini geride bırakıp, Türkiye'nin el değmemiş ormanlarından biri olan Edrene ormanlarını yukarıdan görebildiğimiz bir tepeye geliyoruz.




Bu arada bulutlar bir alçalıyor, bir yükseliyor. Macahel'in klasik bir özelliği bu. Bir anda bulutların içinde kalabilirsiniz bu yükseklikte. Ya da karşınızdaki bir vadide, bulutlar doluşuverir bir anda. Sonrasında ise yavaşça yükselerek başka bir vadiye göç ederler, gözün görebildiği bir hızda.


Edrene ormanları
Yukarıdaki resimde, sağda yer alan bitki, Macahel'in klasik bitki örtüsü olan orman gülleri görünüyor. Eğer, kazara düşersek bu orman güllerine tutunulacak. Sağlamlar.
Yine, sıkça gördüğümüz bitkilerden biri de, tıpta, patoloji preparatlarının boyanmasında kullanılan bir bitki: Gentian violet.
Gentian violet
Molalarımıza bazen her biri, diğerinden daha çok özenerek süslenmiş inekler de katılıyor.


Sadece ağaçlar değil yeşil olan, Atanoğlu yaylasından Beyazsu Yaylası'na doğru inerken her yer yeşil.
12'ye yirmi kala, artık Edrene ormanlarını daha iyi görüyoruz.
Edrene Ormanları
İleride uzanan ikinci sırttan sonrası Gürcistan.
Bugünkü yürüyüşümüz biraz uzun olacaktı. Oluyor. Hava da anormal sıcak. Bu yükseklikte bile 36 dereceyi gördük bir ara.

Aradaki mesafeler bazen çok açılıyor, grup üyelerinin temposundaki farklılıklara bağlı olarak.
Ama herkes çok keyifli. Şehrin gürültüsünden buncasına uzak, bu kadar sessiz bir yerde böylesine muhteşem bir görsel şölen, yolun uzunluğunun getirdiği yorgunluğu unutturuyor. Kimse şikayetçi değil.
Yolda, daha öncekilerde de olduğu gibi sürekli atıştırıyoruz. Ya bir kayısı-ceviz dolaşıyor elden ele, ya çikolata veya badem.
2005 yılında beni oldukça yıpratan ve ıslatan bu rota, bugün oldukça keyifli, sıcak ve rahat.
 
Saat üçü biraz geçtiğinde artık Beyazsu yaylasına yakın yaylalardaki evleri görür hale geliyoruz.

Bir ara, Edrene ormanları üzerinden gelen bulutların, Otingo vadisinden gelen bulutlarla birleşip yayla evlerinin üzerini kapattığına şahit oluyoruz.
Edrene ormanlarının yer aldığı vadiyi ise artık görmek mümkün değil. Bir bulut denizinin altında kaldılar.
Artık, yeniden yürüme vakti geldi. Bu kadar istirahat yeter. Beyazsu'da kalacağımız yayla evinde manzara yok. O nedenle, bu muhteşem manzaradan olabildiğince faydalanmak üzere burada uzun uzun oturduk, hatta uyuduk.
İlk evlere yaklaşrken öndeki grup, arkada kalanlar hala biraz kararsız. Yürümeli mi, yoksa bu muhteşem görüntülere bir süre daha mı hayran hayran bakmalı?
İlk evlerin arasından geçmeye başladığımızda 2005 yürüyüşümüz aklıma geliyor. Yağmurla başlamıştı. Uzun bir aradan sonra tam evlere yaklaştık derken tam bu noktada yağmur yeniden bütün şiddeti ile üzerimize çökmüştü. Bu kez hava açık ve sıcak. Bulutlar üzerimizde, sağımızda, solumuzda geziniyor ama renkleri beyaz.
Önümüzdeki yayla evleri içinde de değil, kalacağımız ev. Daha yürümemiz gerekiyor.
Sonra yavaş yavaş bir sisin içinde kalıyoruz. Esma, bugün için kısa süreli bir yağmur dilemişti ama olmadı. Benim ise çok sevdiğim bir doğa olayı sis. Benim dileğim gerçekleşiyor.
Yolumuz artık çok kısaldı. Saat de beşe yaklaşıyor. Çok keyifli bir rota oldu. 
On dakika kadar sonra Nezaket teyzenin evindeyiz nihayet. Öpüşüp hasret giderdikten sonra, kamyonetle gelmiş olan eşyalarımıza kavuşmuş olmanın sevincini yaşıyoruz. Geçen sefer, biz onca yolu yürüyüp geldikten ve son 1 kilometrede iç çamaşırlarımıza kadar ıslanmışken, eşyalarımız hala gelememiş ve Nezaket teyzenin verdiği kıyafetleri giymiştik, kendi kıyafetlerimizi kuzine başında kurutmaya çalışırken.
Tam da bu anda, bardaktan boşanırcasına bir yağmur indiriyor. Nihayet. Esma'nın dileği de gerçkelşti işte. "Bereket getirdin, Yunus" diyor Nezaket teyze, rehberimize.
 Süratle çantalar korumaya alınıyor. Geçen sefer geldiğimizde aşırı yağmur nedeniyle İsrailliler, pansiyonun alt katını boşaltamamış, biz de oraya girememiştik. Kocaman bir salon varmış alt katta. Uzun, rahat sedirler üzerine yayılıyoruz, mis gibi kokan çaydanlıkları kuzinenin üzerine koyarken Nezaket teyze.
Salonun penceresi, Edrene ormanlarına bakıyor.
Yağmur başladığı gibi hızla kesildikten sonra temiz hava almak için açtığımız pencerelerden bulutların içeri girdiğine şahit oluyoruz.
Ayaklarımızın altı acıyor biraz.

Midelerimiz de öyle.
Midelerimizin acıması, Nezaket teyzenin turşu, taze fasulye, fırında makarna ve silöru masaya koymasıyle diniveriyor.
Silor
Tokluğun mutluluğu yüzlerimize yansımışken bu pozu ölümsüzleştirmemek olmaz.

Yemek, baklava ile bitiyor.
Bugün, Bülent ağabey ile Zeynep'in 23. evlilik yıldönümleri. Şampanyalar Borçka'da marketten alınmıştı, biliyorum. Ama bir de muhteşem bir pasta geliyor masaya.
Bizim 25. yıldönümümüz ise 2 gün sonra. Biz de davet ediliyoruz kutlananlar arasına.
Birer küçük dilim pasta yemeyi başarabilenler de, başaramayanlar da bir süre sonra gözlerinin kapanmasına mani olamıyorlar. Saat daha dokuz. Odalar paylaşılıyor. Biz, evliler yine şanslıyız, bize müstakil odalar veriliyor. Kızlar ve erkekler ise koğuşlarına çekiliyorlar. Bizim odamızda Nezaket teyzenin kileri de var.


Gecenin bu kadar erken bitmemesi lazım. Aşağı salon bir süre daha hoş sohbetlere evsahipliği yapıyor. Ama saat 10'dan sonrasını görebilen olmuyor.


11 Ağustos 2010, Çarşamba
Yine çok güzel bir güne uyanıyoruz. saat 06.30. 
Havada, sabahın ilk soğuğu asılı.
Saat sekize doğru, Nezaket teyzenin kahvaltısı hazırlanmış bile. Yumurtalar, yerel peynirler, tereyağ, bal, zeytin, domates ve mis gibi çay.
Bugün yol uzun. Önce Yıldız Gölü'nü arkasında saklayan dağa tırmanılacak. Bu dağ, Karçallar'ın Üç Kardeşler'i. Sonra, kısa bir iniş ile göle kavuşulacak. Göle girilecek. Yemek yenilecek. Sonra aynı dağa tekrar çıkılıp Gorgit yaylasına inen yola bağlanılacak. Gorgit yaylasına da 2-3 saatlik bir iniş var. Herhalde bir 8-9 saatlik yolumuz var.
Dünkü yorgunluktan sonra buncasına uzun bir rotaya başından sonuna kadar katılmayı istemiyor Zeynep. "Ben, evde kalırım. Nezaket hanıma yarenlik ederim" diyor. Bu demektir ki, Yıldız Gölü ziyaretinden sonra tekrar geri gelinecek, Zeynep alınacak ve yola buradan devam edilecek.
Ekibin yola çıkması saat dokuz buçuğu buluyor.
Biz yükselmeye yeni başlamışken, eşyalarımız, çöp poşetlerine konulmuş,  Gorgit yaylasına götürülmek üzere katırları bekliyor. 
Bundan sonra üç gün süreyle araba yolu olmayacak. 
Daha önce de bir kez çıkmış olduğumuz Yıldız Gölü'nün yolu, ileridekilerden hangisi, bilemiyoruz. Yunus, gösteriyor. En dik, Üç Kardeşlerin iki tepesi arasından aşağıya inen yarığı. "İşte, orası" diyor, sakince, çok kolaymış gibi sanki çıkılması.
Bazılarımız, bir zamanlar Nazan'ın olduğu kadar ürkek daracık patikalardan, aşağı uzanıveren dik uçurumlara bakmamaya çalışarak geçerken.
Yine de dünküne nazaran önemli gelişme kaydetmiş durumdalar. Ama, öndeki ekip hızla arayı açarken biz, ardçılar nispeten yavaş kalıyoruz. Artık iyice yükselmiş olmamıza rağmen, sanki o tepeye ulaşamayacakmışız gibi hissediyoruz. Bugün biraz yorgun muyuz, ne?
Tırmanacağımız o oluk, hala çok uzaklarda imiş gibi gözüküyor gözümüze. Daha o tepeye çıkılacak, sonra göle inilecek, sonra tekrar geri gelinecek, Nezaket teyzenin evinden Zeynep alınacak, sonra üç saat daha yürüyerek Gorgit'e inilecek. Hadi bakalım, nasıl olacaksa.
Yavaş yavaş Beyazsu yaylası uzaklarda kalıyor, ama Üçkardeşlerin tepesi de hala çok uzak.
11.30 gibi ekibin bir kısmı, geçide varıyor. Oradan gölü görüyor olmaları lazım. Bizse tepedekileri bile zor görecek kadar uzağız geçide. 
Ama, geriye dönüp her baktığımızda, sağımızda, solumuzda yine muhteşem manzaralar.
Ve, nihayet saat 12.00 gibi geçide biz de ulaşıyoruz.
Göl, aşağıda gözüküyor.
Ekibin geri kalanı da geldikten ve biraz dinlendikten sonra, göle inişe geçiyoruz. Çok uzun sürmüyor. Önce küçük Yıldız Gölü'nü görüyoruz.
Sonra da, yamaçlarında hala kar olan dağların hemen eteğindeki Yıldız Gölü tüm ihtişamı ve tanıdıklığı ile kendini gösteriyor. 


Bu kez çantam sırtımda. O zamandan beri çantamı hiç sırtımdan çıkarmadım. Ne zaman mı? 2005'te, bu göle doğru inerken, nasılsa aynı yoldan geri döneceğiz, ağırlık yapmasın diye çantamı buralarda bir yerde bırakmıştım. Hastaydım zaten. Göle girmem de mümkün değildi. Ekipten bazıları buz gibi göle girmiş, çıktıklarında önce yoğun bir sisin içinde kalmış, yemeği takiben de bir miktar ıslanıp üşümüştü. Ben ve bir kaç arkadaşım, bıraktığımız çantaları sis yüzünden uzunca bir süre bulamamıştık. O gün kendime bir ders çıkarmıştım: "dağcı çantasını hiç bırakmamalı".
Bu kez, suya ilk girenlerden biri de benim. Uygun bir yer bulup balıklama atlıyorum suya. Aslında bir miktar alıştıktan sonra buz gibi suya girmek daha sağlıklı ama, böylesi de daha acısız. Çok fazla kulaç atamadan sudan çıkmayı gerektirecek kadar soğuk su. 
Sonra bir cesaret, bir kez daha bu berrak suyun tadına bakıp üstümü değiştiriyor ve üşüme katsayım arttıkça, giyinme katsayımı da arttırarak üşümemeyi başarıyorum. Bir önceki seferde Esma, bu aşamada, tir tir titriyordu. Bu kez o kadar üşüyen yok.
Rehberimiz Yunus'un sırt çantasında taşıdığı kumanyamızda neler yok ki? Domates, salatalık, beyaz peynir, kaşar peynir zaten klasik. Zeytinyağlı barbunya, ton balığı, tahin helvası, zeytin, şokella ve meyve suyu ile süratle doyuyoruz. Bir miktar dinlenip yine yola koyuluyoruz. Hem inişimiz daha zor olacak, hem de daha Gorgit'e gidilecek.
Öndekiler geçide ulaştığında geride kalanlar daha gölü yeni terkediyorlar. Saat 14.30.
Sis yine bize oyun oynuyor. Bir anda göllerin üzerini kapatıyor, sonra bir anda kayboluyor.
İneceğimiz tarafta da sis var. Bu, bazılarımızın işine geliyor. Uçurumları görmeden inebilmek anlamına geliyor çünkü.
Ama rehberimizin ve hızlı inenlerin işine gelmiyor. Yunus, sis nedeniyle birbirimize yakın yürümemizi isterken, hızlı yürüyenler yavaşlamaktan hiç hoşlanmıyorlar. Ama mecburen kısa aralıklı molalar ile bizi bekliyorlar. Onlar fazla dinleniyor, biz onlara kavuşunca hemen kalktıklarından biz az dinleniyoruz.
Zaman zaman sisin kalkması ve irtifanın azalması ile birlikte hem sıcak, hem de rutubet bizi bunaltıyor.
Sis tamamen kaybolmuyor ve muhteşem manzaraların bir parçası olmaya devam ediyor.
Aslında hangisi sis, hangisi bulut, ayırt etmek o kadar da kolay değil.
Nihayet, ben de öndeki ekibe girmeyi başardıktan bir süre sonra, köyden beri yanımızda olan çocuğun peşine takılıp görmediğimiz evlere doğru gidiyoruz.
Nezaket teyzenin evinde bir mola verirse bu grup, bir daha kalkması mümkün olmaz gibi geliyor bana. Yorulduk çünkü.
16.00 gibi Beyazsu yaylasında Nezaket teyzenin evine ulaştığımızda hoş bir sürpriz bekliyor beni. Zeynep sütlaç yapmış. Hemi de keçi sütünden. 
Öyküsü var tabii bu sütlacın. Çayelinde Lale Restoran'da yediğimiz muhteşem sütlaç sonra dilimize dolandı. Espri olsun diye Cancık pansiyonda Asuman hanıma "tatlı var mı?" diye sorduğumuzda, "sütlaç ve şekerpare vardı ama bitti" yanıtını almış ve yıkılmıştık. Biraz sonra bir kez daha "sütlaç var mı?" diye sorduğumuzda "Yok, deduk da" cevabını alınca, eczaneye girip "havuç var mı?" diye günlerce soran ve eczacının sabrı artık taştığında dişlerini eline alıp ertesi gün, bu kez "havuç suyu var mı?" diye soran tavşan aklımıza gelmiş ve "keçi sütü var mı?" esprisini dilimize dolayarak buraya kadar gelmiştik. İşte, şimdi keçi sütünden sütlaç elimde. Sağolasın Zeynep. Zeynep'in bu ikramı, aynı zamanda yarınki 25. yıldönümü hediyemiz.
Birer bardak çayımız da hazır. Dediğim gibi oluyor. Ekip kalkmayı bir türlü beceremiyor. ama mecbur, kalkılacak.
Tuvalete gidenler, çaylarını bitirenler hazır olduğunda, Yıldız Gölü'nde biz göle girerken bizi seyredip yemek vakti geldiğinde gölden ayrılan ve buraya geldiğimizde dün akşamki odalarımıza yerleşmiş olan bir başka ekibin üyelerini ve Nezaket teyzeyi geride bırakarak köy içinde Gorgit'e doğru yola çıkıyoruz. Saat, 16.30.
Beyazsu'ya veda
Gorgit'e iniş, beni Macahel'de en çok etkileyen manzaraların olduğu rotadır. Bu kez sisin içinde başlıyoruz inişe.
Çok kısa bir süre yağmur yağıyor. Yağmurluklar, pançolar çıkıyor. Bu sene ilk defa tozluklarım da var, deniyorum. 10 dakika sonra yağmur duruyor.
Macahel'e ilk kez gelenlere, "ha gayret" diyoruz, "burası parkurdaki en güzel yer". Sisin içinde nasıl göreceklerinden kuşkulular bu güzellikleri ama yürümeye devam ediyoruz.
Zaman zaman güneş çıkıyor ve güzelliklerin bir kısmını görmemize izin veriyor.
Sonra, yavaş yavaş orman sınırına yaklaşıyoruz. Artık etraf yemyeşil olacak. Rengarenk çiçeklerin, insan boyu eğrelti otlarının içinden yürüyeceğiz ve bir anda Gorgit yaylası görüş alanımıza giriverecek.
Sona doğru yaklaşıkça bir yandan beğeni nidaları yükselmeye başlıyor. Ama diğer yandan Alber'in ağrıları artıyor. Bir kaç kere burktu ayağını Alber. Yıldız Gölü'nden inerken de düşmüştü. Yolun bu kısmı artık ona ızdırap olmaya başlıyor.
Sis bir ara kalkıyor ve Gorgit yaylasını görmemize izin veriyor.
Burası gerçekten muhteşem. Birisi de acıyıp benim fotoğrafımı çekiyor.
Gorgit Yaylası'nın uzaktan görünüşü
Artık ekip ikiye ayrılmış durumda. Hızlı inebilenler ve geride kalanlar. 
İçinde yürüdüğümüz eğreltiler, çiçekler, ağaçlar büyüleyici.
Sis yine bastırıyor. Bir yandan sis, bir yandan Alber'in artık hızlı yürüyememesi nedeniyle yavaşlamamız karanlığa kalma riskini beraberinde getiriyor. Ama bu, artık beni ürkütmüyor. Yayla orada. Yol tek. Alın fenerim de çantamda. Tek başıma bile yürürüm gerekirse. Ama, insan eli değmemiş Edrene ormanlarının yanıbaşında yürüyoruz. Macahel'in meşhur ayıları da orada.
Sonra sis yine kalkıyor. Rehberimiz Yunus, Alber'in yanında. Alber'in çantasını da Yunus almış durumda. Alber, zaman zaman söylenerek, zaman zaman acı çektiğini belli ederek, çift batonla iniyor aşağıya. Onlar en gerideler. Alın fenerimi verme teklifimi kabul etmiyor Yunus, "gerek yok".
Öndeki grup neredeyse vardı. Ben sondan üçüncüyüm. Yunus ile Alber'i bırakıp gidemiyorum. Beni görebilecekleri bir mesafedeyim. Belki yardıma ihtiyaçları olabilir.
Hava giderek kararıyor. Uzaktan pansiyonun ışıkları, biraz daha yaklaşınca da bizimkilerin alın fenerleri görünüyor.
Alber'le Yunus düze indiklerinde hızlanınca ben de hızlanıyorum.
İlk geldiğimizde, burada ilk çadırımızı kurmuştuk. Benim çok heyecanlı olduğum bir geceydi. Çadırda panik atak yaşayacak mıydım, ayı gelecek miydi, gece tuvaletim gelince ne yapacaktım? Bu kez, köylüler ortaklaşa bir pansiyon yapmışlar ağaçtan. 4-5 oda, geniş bir salon, mutfak, geniş bir veranda ve muhteşem bir manzara (yarın görmek kısmet olacak).
Katırlar eşyalarımızı getirmişler. İki tane banyo var. Soğuk suyla duş alıp temiz kıyafetler giydiğimde ben mutlusu yok. Birer de kırmızı şarap açılıyor. Verandadan karanlığa bakıyoruz ama kimbilir yarın ne kadar güzel bir manzara göreceğiz ümidi ile yavaş yavaş şarabı yudumladığımızda keyfimiz yerine geliyor. Çok yürüdük bugün ama Alber bile mutlu.
Yemekte çorba, kuru fasulye-pilav ve tatlı silor var. Şarabımız da var. Çok keyifli bir sohbet sonrası kimsenin ateş yakacak hali ok. Erk'in bile. Ama birileri yakmış ateşi. Başına gidiyoruz. Ama en fazla yarım saat sonra herkes koğuşlarına çekilirken ertesi gün, 25. yıl dönümlerini kutlayacak olan bize iki yatak olan müstakil odayı veriyorlar. 
Yatıp uyuyoruz.


12 Ağustos 2010, Perşembe
Yine çok güzel bir güne uyanıyoruz. Dün akşam karanlıkta göremediğimiz dağlara ve manzaraya bakıyoruz.


Kahvaltının hazırlanmasını beklerken ekibin keyfine değmeyin gitsin.
Kahvaltıda, bugünkü Şırata Gölü yürüyüşüne katılmayacaklar yavaş yavaş belli oluyor. Dünkü yürüyüş herkesi çok yordu. Bülent ağabey, eşi Zeynep, Çağrı ve Işıl, Remziye gelmeyeceklerini beyan ediyorlar. Kahvaltı sonrasında kan şekerleri yükseldikten sonra da beyanlarında ısrarlı olduklarından benim kararımı sorguluyorum kendimce ama eş durumuna binaen yürüyüşe katılmam gerekiyor. Geride kalanların teklifleri de hiç cazip değil hani. Kısa çevre yürüyüşleri, nehirlerde suya girmeler, sucuk mangal yapmalar filan. Halbuki biz, dağ taş, dere tepe yürümelere geldik. Ne o öyle keyif yapmalar, hiç olur mu?
Saat 8.30'da yaylaya indiğimiz doğu cephesinden değil, bu kez kuzey cephedeki bir tepeye doğru tırmanarak yürüyüşümüze başlıyoruz.
Bu taraftaki manzara da muhteşem. Doğrudan yeşilin içine giriyoruz. ama bu rotanın başı, 1 haftalık parkurumuzdaki en dik çıkışı içeriyor. Yunus ve Erk önde, Esma'yı tut tutabilirsen, Ümit ağabey arkalarında, yine öne eğilmiş hızla yürüyor, hızına yetişmek mümkün değil, sonra Taciser Hanım, Nazan, Süreyya ve en arkada ben. Biz, arkada kalanların moralini bozmamak üzere bilinçli olarak sıralama arada bir değişse de, normal hali böyle.
Bakmayın aşağıdaki resimde önlerde olduğuma. Kaldığımız pansiyon, resmin en sağında, azıcık gözüken. Karede yalnız kalmasın, yürüyenlerle kare dolsun diye canımı dişime takıp biraz öne geçmişim. Hem sonra, pansiyondan bizi gözetliyor da olabilirler. En arkada görünmem hoş olmayabilir.
Tırmanışımız giderek ve süratle dikleşiyor. 
 Yunus, "şurayı çıktık mı, tamam" diyor ama, sonra da ekliyor "rehberin az'ı ve düz'ü bitmezmiş".
Mutad olduğu üzere ekibin üyeleri yavaş yavaş beni geride bırakıp arayı açmaya başlıyorlar.
Edrene ormanlarını ve yayla evlerini yavaş yavaş geride bırakırken doğa, tüm güzelliğini bize sergiliyor.
Molalarımız, bu kez sık aralıklarla olmak durumunda kalıyor.
Yavaş yavaş yükselirken tepelerin ardından Karadeniz ha göründü, ha görünecek.
Molalar, nefes almamızı sağlıyor. Yüzümüz gülüyor, en azından benimki, bugün için son defa.
Birazdan dik tırmanışın sonunu geçip daha tatlı bir eğimle tırmanışa devam edeceğimiz yanında sürekli su akan parkura ulaşıyoruz.
Buradan hem manzara o kadar güzel, hem de suyun albenisi o kadar fazla ki. 
Suya girmek üzere kızlar mayo giyecekleri bir yer bulmak üzere daha da yukarı çıkarlarken biz gruptan ayrılan Ümit ağabey, Erk ve Esma'yı bekliyoruz. Aşağıdan bir yerlerden sesler geliyor. Herhalde yanlış yola sapıp onlar da suyun cazibesine kapılıp suya girdiler bir yerlerde. Suya ayağımı sokuyorum ama içine giremeyecek kadar soğuk geliyor bana. 
Bekliyoruz.
Gruptan ayrılanlar geliyorlar nihayet. Grubun böyle bölünmesi, en öndekilerin ardına bakmadan arayı açıp kaybolmasından hoşlanmıyorum. Aslında bu belki de benim sorunum. Sana ne? Herkes mutlu. Ben kendimi mutsuz ederken, Ümit ağabey'le bu çekincemi paylaştıktan sonra Esma'nın gazabının üzerime çökmesi gecikmiyor. 
Grup önde, arayı açarak uzaklaşırken biz Esma ile Macahel'i ve bizi tartışıyoruz. Macahel konusundaki giderek azalan isteksizliğimin Esma tarfından giderek arttığı şeklinde algılandığını ve bunun Esma'yı mutsuz ettiğini bir kez daha ve net ifadelerle öğrenince bir daha Macahel'e gelmeyeceğimi beyan ediyor, grubun keyfini kaçırmamak için bayağı uzaklara gitmiş olan gruba yetişmek için çabasıyla, ama pek bir keyifsiz olarak yürüyüşe devam ediyoruz.
Aşağı da baksanız, yukarı da baksanız Macahel farklı ve her biri diğerinden muhteşem görüntüler sunuyor bizlere. Keyifsizken bile Macahel çok keyifli.
2006'da "Macahel'e bir daha gelmeyelim artık, yeter" dediğimde ertesi sene Küre dağlarına gitmiş, ama MAcahel'e bir kez daha gidilebileceğini düşündüğümden bu sene "tamam, ben de geliyorum" demiştim. Ama bu kez artık son. Veda ederek bakıyorum artık Macahel'in her bir karesine. "Hoşçakal, Macahel".
Bu çıkışı hatırladım. Daha önce de hayal meyal hatırlıyordum ama adrenalin seviyemiz yükselince daha net hatırladım. Bu vadiden çıkılıp sola dönüldüğünde Şırata gölü, orada. Sola çıkıldığında ise Kırk Virajlar var. Hani, o, Esma'nın midesine kramplar girdiğinden 20. virajda kaldığımız, aşağıdan gelen yaşlı amcanın bizi geçip, tepeye çıkıp sonra öndeki grubu da geride bırakıp süratle uzaklaştığı, bize, "az fasulye yemişsiniz" dediği virajlar.
Artık başbaşa yürüyoruz Esma ile. Öndeki grup bizden çok uzakta. Telefonlarımızın şarjı bittiğinden pansiyonda bıraktık. Yayla evleri çok arkamızda kaldı.


Önümüzde de uzun bir yol var ama, herhalde 1 saatte ekibe ulaşırız. Biz bu kadar uzun süre  konuştuk mu yahu?
Yarıma doğru, gölü arkasında saklayan tepeye yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Yunus oralarda bir yerde bizi bekliyor, uzaktan görüyoruz.
Nehrin bir o tarafına, bir bu tarafına geçerek gruba yaklaşıyoruz.
Omuzlarımız düşük. Ama işte yaklaştık. 
Hemen şu küçük göletin arkasındaki yükseltinin gerisinde ekip ve göl.
Ee, hani, göle giren yok.
Şırata Gölü
Gerçi bu gölü o zaman da sevmemiştim. Sabunlu su gibi bir rengi var suyunun. Zaten bir tek Esma girebilmişti geçen sefer. O da ayağı kaymamış olsa belki girmemiş de olacaktı.
Şırata Gölü
Ama bu kez gireceğim. En azından "oraya kadar çıktınız, suya girmeden mi geldiniz. Biz burada nehirde ne güzel çimdik (!) " diyecek aşağıdakiler için girmeliyim. 
Tam girmeye karar verirken bulutlar ve sis güneşi kapatıyor.
Ama güneşin bir ara kendini göstermesi ve Nazan'ın suya atlaması üzerine bize de başka çare kalmıyor. Girmesek olmaz. Erkeklik var serde. Mayom da pansiyonda kalmış ama olsun, suya girilecek.
30 saniye süren göle girişten sonra sıkıca giyinip, orman güllerinden oluşturulmuş mangal ateşinin üzerine bırakılmış sucukların sıcaklığına teslim oluyoruz, en azından bazılarımız.
Bazılarımız ise et yemiyor.
Sulh, kısmen de olsa tesis edildikten sonra sıra geliyor inişe.
Saat ikiye yaklaşıyor.
Hava biraz serin ve ıslak. Önümüzde sis. Sisle birlikte yağmur olmazmış Yunus'un dediğine göre. O nedenle sis kalkmasın diye dua ediyoruz. Gerçi yağmurda ıslansak da fark etmez. Gideceğimiz yerde bizi kuru giysiler ve sıcak dostlar bekliyor.
Arkamıza dönüp, Karçal'ların son uzantılarına son bir kez daha bakıyoruz.
Ekip bu kez birlikte iniyor. Hem sis nedeniyle, hem de benim huysuzluğum nedeniyle.
Molalar daha seyrek inişte.
Önce yağmur bir yokluyor yavaştan. Pançolar veya yağmurluklar giyiliyor.
Sonra dolu bir indiriyor ki Allah Allah. Önce elimi açıp içine düşen dolu tanelerini yeme çabalarım elimin çok acıması ile sonlanıyor. Sonra da başımıza düşen dolu tanelerinin canımızı acıtmasıyla doluya teslimiyetimiz son noktayı buluyor. İç çamaşırlarına kadar ıslanıyor çoğumuz. Benimki çantamda Allah'tan.
Yarım saat kadar dolunun bizi dövmesinden sonra yaylayı uzaktan görür hale gelebiliyoruz.
Önümüzde Macahel vadisi. Sisin altında bile ne kadar muhteşem.
Artık yaklaştık, yolumuz pek fazla değil. Eğim de şu an müsait, keyifle yürüyoruz yeşilliklerin arasında.
Gorgit yaylası tüm güzelliği ile kendisini gösteriveriyor. Saat üç buçuk.
Gorgit Yaylası
Sulhun temelleri sağlam olunca tesisi de çok güç olmuyor.
Çok yaklaştık artık. 
İnişimiz neredeyse 1 saat 15 dakika sürdü. Çok hızlı.
Son molamız, yarım saat kadar sürüyor. 
Tüm giysilerimiz neredeyse tamamen kurudu. Ayaklarım bir ara ayakkabının içinde su içinde, pantolon sırılsıklam idi. Ama hiç şikayet etmedim. Kimseye, kendime bile. Ne kadar gelişme göstermişim. Şimdi hepsi kurudu.
Bu kez önlerdeyim. Sanırım inişlerde biraz daha başarılıyım.
Verandadan sesleniyor Çağrı "gel bakalım, hiç bir şey olmamış gibi sağa sola bakma". Yahu ne kadar çabuk haber uçtu. Hangi haber uçtu acaba? "Gel bakalım" diyor, "senin içinde çamaşır yok". "He" diyorum, "yok".
Dün indiğimiz dağın tepesi bulutlanmış.
Hemen yanıbaşındaki Edrene ormanları da öyle.
Ekibin geri kalanı ne kadar keyifli saatler geçirdiklerini anlatırken biz de bizimkileri paylaşıyoruz. Dereye girmişler, güzel mangal yapmışlar, çok eğlenmişler. Biz de öyle (!).
Pansiyondaki küçük oğlana, Kadir'e "fotoğraf çekmeyi öğrenmek ister misin?" diye sorduğumda heyecanla kafasını öne doğru sallıyor. Tarif ediyorum. Çektiği fotoğraf aşağıda.
Sulh artık tamamen tesis edilmiş durumda. Bu akşam 25. yıldönümümüz. Gün dağların arkasına gizlerken yavaş yavaş kendini, bize sadece deklanşöre basmak kalıyor.
25. yıl dönümü akşamımızda yemekte yine çorba, kuru fasule, pilav, salata ve kırmızı şarap var.
Ateşimiz bu akşam daha da büyük. Bu kez biz yakıyoruz. Pansiyondan biraz aşağı iniyoruz. Göktaşı yağmurunu görmeye dün akşam mecalimiz yetmedi. Bu akşam niyetliyiz.
İlerleyen dakikalarda, Bülent ağabey'in Borçka'dan aldığı, bu akşam da taa aşağılardaki dereye koyup soğuttuğu şampanyayı açması ile keyfimiz daha da artıyor. Bizi kutluyorlar, biz de birbirimizi kutluyoruz. Ben bir tane bile göktaşı görmeyi başaramıyorum. Yatışımız 24.00.


13 Ağustos 2010, Cuma
Yediye çeyrek kala, erkenden uyandığımı ve kalktığımı düşündüğümde, millet çoktan kalkmış, ateş yakmış, başında oturuyor.
Dün akşam, üzerimde bir şeyler gezinip durdu. Şimdi de ellerim, ayaklarım ısırıklarla dolu, kaşınıp duruyor.
Torat, dün pansiyonun kapısından içeri girmeye çabalarken ev sahibemiz tarafından kovalanmıştı. Bugünse karnını doyuracak yem, Erk'in ellerinde.
Kadir'in bu sabah çektiği fotoğraf, aşağıda.
Saat yedi buçuğu biraz geçmiş. 1700 metre kadar yüksekteyiz. Kahvaltı doyurucu. Eşyalar yine katırlara yüklenecek. Bavullar ve çantalar kokmasın diye yine battal boy çöp poşetlerine sarılıyor.
Minibüslerle buluşacağımız Kayalar köyüne kadar yürünecek.
Macahel vadisinin yeşilliğinin içine dalıveriyoruz.
Yeşilin çağıl çağıl akan suyla buluşmasına şahit olarak iniyoruz.
Bu yoldaki böğürtlen tarlaları (!) meşhurmuş. Tadına bakılıyor.
Zaman zaman tek başına doğanın verdiği nimetlere hayranlıkla bakarak,..
Zaman zaman "yahu, bu adam habere fotoğraf çekiyor, dur bi de biz çekelim" demeyi akıl etmiş birinin objektifine bakarak..
Ama çoklukla birlikte olmanın keyfini yaşayarak iniyoruz aşağı doğru.
Herkes pek bir keyifli. Alber de iyileşmiş.
Kışın yağan karın, genç ağaçların gövdelerini nasıl kavislendirdiğine şahit olarak yürüyoruz.
Etrafımızda bol kayın, ladin, göknar var. Geçen seferki opis isimli zararlı ile yapılan mücadele yavaş yavaş sonuç vermeye başlamış. zarar gören ağaçların sayısı azalmış. "Ya da, salgın pik yaptı, sonra gerilemeye başladı" diyor Yunus.
İnişte mola verme aralarımız uzuyor, süreleri ise azalıyor.
Ormanın içinde yürüyoruz. Bu kez şikayet eden yok.
Yolumuz az kaldı. Minibüslere yaklaştık.
Nihayet minibüslere bineceğimiz yeri görüyoruz.
En arkada Esma ve ben.
Ve, işte minibüsler. Yürüyüşün sonu. Yükseklik, 1195 metre. Saat, 12.48.
Tam o sırada, katırlarımız da geliyor. Eşyalarımıza bir kez daha kavuşuyoruz.
Bazılarımız evleri ziyaret etmiş geri geliyorken
Bazılarımız da durum değerlendirmesi yapıyor.
Kaptanlarımız Ayhan ve Mikhail ile bir fotoğraf çektirdikten sonra minibüslere doluşuyoruz.
Bir tek Ford minibüsler çıkabiliyor bu yollara.
Köye doğru yola çıkıyoruz.
Yerel rehberimiz Ersin'in evinin ve bahçesinin önünden geçiyoruz fındıklara ve mısırlara yutkunarak bakarken.
Dereye gidiyoruz. Hem çimeceğiz, hem sucuk yiyeceğiz. Saat ikiye doğru minibüslerden iniyoruz. 5 dakikalık bir yürüyüşle su kenarına geliyoruz.
Küçük bir kumsal bile var burada.
Dün kenarından yürüdüğümüz çay, buralarda artık Efeler Çayı'na dönüşmüş durumunda. İleride Camili'de, Maral ve diğer yerlerden gelenlerle birleşip Camili çayına dönüşecek ve Karadeniz'e akmaya devam edecek.
Sucukların tüketilmesinden sonra dönüş vakti geliyor. Ersin, beraberinde ıslak baklava ile gelmiş sağolsun. Biraz da nehrin suyundan karıştırmayı ihmal etmemiş ama olsun. Bahçesine davet ediyor bizi, fındık yemeye.


Haber yolluyor yukarıdan "onlar babamınkiler, benimkilerden yeyin".


Efeler çayının karşı yakasındaki kulübeye bakıp "acaba burada yaşasak mı ki?" deyip yeniden minibüslere biniyoruz.
Ersin bir torbaya eliyle topladığı fındıkları bize zorla vererek şimdilik olmak üzere yolcu ediyor bizleri.
Çay içesimiz geliyor, Mikhail bize çay buluyor.
Çaylardan sonra yürüyüşe devam.
Yine böğürtlenlere kayıyor gözlerimiz. Artık ben de görebiliyorum çalıların arkasına saklanmış böğürtlenleri.
Bu yolun sonunda Camili köyündeki Tema Vakfı'nın dinlenme tesisi var. Bir haftanın sonunda beş yıldızlı bir otel gibi geliyor insana. Bu sene Vakıf, tesisin işletmesini Nuri Bey ve eşine devretmiş.
Bazılarımız bir süre daha yürümeye karar verirken biz minibüslere biniyoruz. Hoş, hızımız yürüyenlerinkinden pek de fazla olmuyor ya.
Bir süre sonra Camili gözüküyor aşağılarda.
Camili köyü - Borçka
Arkamızda kalanları toplayarak gelen ikinci minibüsü beklerken bir yerlerde, Nazan ve Zeynep'i yakalamak mümkün olmuyor. Onlarla Camili'de buluşmayı ümit ediyoruz. İnşallah ayı yemez onları. 
Ayaklarımızı uzatıp 15-20 dakika dinlenirken gözlerimizin önündeki manzara mthiş. Düzenli köyü var karşıda, Mikhail'in köyü. Mikhail, Halk Bankası'ndan aldığı kredi ile 80 yataklı bir tesis yapacakmış. Başarılar diliyorum kendisine tüm kalbimle.

Düzenli Köyü - Borçka
Son gelenler de yürüyüşlerini bitirip aramıza katıldıktan sonra minibüslere doluşup Camili'ye hareket ediyoruz.
Zeynep karşılıyor bizi. Çok şükür ayı yememiş onları.
Bize 10 numaralı oda verilmiş. 25'i beklerdim halbuki. En üst kata çıkıp süratle duş alıyor ve soğuk bir bira içmek üzere aşağı iniyorum. Kimse yok. Fotoğraf çekiyorum ben de.
Akşam yemeği saat sekizde. Tek bir masa ayrılmış bize. Her zamanki masamız bu. Bu kez üçüncüsü.
Yeşil Efe'den kalanlar, bahçede tüketilmeye devam ediliyor. Yetmeyene de kırmızı şarap Yunus'tan.
Göktaşı yağmurunu bu kez görmek üzere matlara yatıveren bazılarımız, çığlıklarla "işte yine kaydı" diye kayan bir yıldız görmüş olmanın keyfini ekiple paylaşırken pek çoğumuz Alber'in laptopundaki fotoğrafları görme olasılığı ise daha yüksek olduğundan Alber'in başındalar. Ben,  bu gece bir tane kayan yıldız görebiliyorum gözümün ucu ile. Bazıları ise hiç bir şey göremiyor. 
Bu gece Nazan'ın son gecesi. Yarın sabah erkenden ayrılacak Camili'den ve bizden. Kocası ile geçirmeyi tercih etti cumartesi ve pazarı.
Vedalaşıp yatıyoruz.


14 Ağustos 2010, Cumartesi
Bugüne bir kişi eksik uyandık. Nazan, sabah beşte yola çıktı bile. Dün akşam üstü çiseleyen yağmur nedeniyle güzel fotoğraf vermeyen Camili, bu kez tüm güzelliğini sermiş önümüze.
Erk, her zamanki gibi olağan ziyaretlerine başlamış bile.
Konukevinin arkasındaki bu dağın ortasından akan oluğun sağ tarafı Gürcistan.
Arılarla birlikte aynı balı yiyerek yaptığımız keyifli kahvaltıdan sonra minibüslere biniyoruz. Dün akşam iki seçenek sunuldu bize. Biri Maral şelalesi, diğeri Zamalev şelalesi. Birine gitmesi çok kolay. İniş dimdik bir merdivenden. Diğerine ise gitmesi çok zor, belki yolu kapalı bile olabilir, ama doğa muhteşem. Erk ve benim oyum Zamalev'den yana olunca Yunus oylamayı daha uzatmadan Zamalev'e karar vermişti. Gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz. 
10.30 gibi minibüslerden inip son hazırlıklarımız ve soğuk suların tamamlanmasından sonra yola koyuluyoruz.
Hava sıcak ve rutubetli. 770 metredeyiz.
Hemen dar bir patikadan ormanın içine giriveriyoruz.
"Gülümse" dediler fotoğraf çektirirken, gülümsüyorum.
Tek gülümseyen ben değilim. Bülent ağabey de çok mutlu, Pek bir sevdi burayı.
Önde Yunus ve köyden bize katılan bir genç çocuk. Önümüze çıkan otları keserek yolumuzu açıyorlar.
İlk suyun kenarına indiğimizde ihtiyacı olanlar sularını tamamlıyorlar. Burası güzelmiş, burada mı kalsak ne?
Suyun başında kısa bir moladan sonra bizi zorluyacak olan çıkışa doğru yöneliyoruz.
Önde gidenler yeşilin içinde kayboluveriyorlar.
Kimi trafiğin tıkanması nedeniyle duruyor, poz veriyor...
Kimi böğürtlenler için durmuş pozlandığının farkına varmıyor.
Işıl ile Esma, Macahel vadisinde ne kadar böğürtlen varsa hepsini yediler.
Çıkışı zor da olsa herkes tamamladıktan sonra daracık bir patikada, yanımızda nehre kadar akıveren bir uçurum, önde oldukça yavaş ilerleyen yol açma çalışmaları ekibin bir kısmının hevesini kırıyor.
 Yunus; Erk ve Bülent ağabeyin yanına genç rehberimizi verip yollamış onları. Yol aça aça gidebildikleri kadar gidecekler. Ama 12.15'te geri dönmeye başlayacaklar. Esma, Işıl, Taciser Hanım, Çağrı ve ben ikinci grup olarak 12.15'e kadar yürümeye karar veriyoruz. Işıl'ın niyeti belli: böğürtlen yemek.
Zemin kaygan, patika çok dar, uçurum çok yüksek, korksam mı korkmasam mı bilemiyorum.
Zaten çok kısa bir süre sonra öndekilere yetişiyoruz. Çok yavaş ilerleyebiliyorlar. 


 Sonra Yunus gelip bizi alıyor ve geri dönüşe başlıyoruz. Suyun başında piknik yapıalcak. 
İnişimiz daha da zor oluyor, en azından bazılarımız için.
Bense trafik açık olduğu müddetçe keçi gibi inebiliyorum.
Ve nihayet suyun başına indiğimizde Yunus günün sürprizini açıklıyor. Günlerdir et yiyemediğimiz için "ah, bir et olsa da yesek" diyen Bülent ağabey için 2.5 kilo et getirmiş. Mangalda yapacak.
Yunus mangalla uğraşırken suya girmek için bol bol vaktimiz oluyor. İki şişe de şarap getirmiş Yunus. Güzel bir yemek ve şarap sonrası bazılarımız gözlerinin kapanmasına engel olamıyor.
Bazıları ise hala böğürtlen peşinde.
Dönüş yolu pek uzun değil. Dörde çeyrek kala yürüyüşe başlıyoruz.


Etraf yine bakılası güzel, yeşil, sessiz.
Dördü çeyrek geçe minibüslere kavuşuyoruz.
Son yürüyüşümüzdü bu. Ya da ben öyle sanmışım. Ekip çantalarını minibüslere atıp yürümeye devam ediyor. Ben ise sırt çantamı bırakmam. Sırtlayıp yürüyenlere katılıyorum.
Bülent ve Çağrı, akan su gördüler.
Biz ise gözlerimiz gizlenmiş böğürtlenlerde, etrafa baka baka yürüyoruz.
Ardından minibüsler bizi topluyor ve Camili'ye bırakıyor son defa. Daha önce görmeyenler köyün camisini görmeye ve bakkalı ziyarete giderlerken ben konuk evindeyim. Elimde biram.
Hava karardıktan sonra ekibin geri kalanı ile balkonda buluşup diğer alkol tiplerinin de tadına baktıktan sonra yemeğe, restorana iniyoruz.
Bu gece bitmeden horon tepilecek.
Bu kez, 2005'tekinin aksine, kimse zeminin kayganlığına yenik düşmüyor. Çok keyifli horonlardan sonra keyifle odalara çekiliyor herkes.


15 Ağustos 2010, Pazar
Bugün yedi buçukta kahvaltı, sekiz buçukta hareket talimatı var. Yedide kalkmasını becermemize karşın bavullarımızın son hazırlıklarını tamamlamamız sekizi buluyor. Yine muhteşem bir Macahel kahvaltısından sonra sekiz buçukta bavul ve çantalar minibüslere yükleniyor.
Dokuza doğru tekerlekler dönüyor ve konukevini işleten Nuri Bey ve eşini geride bırakarak  yola koyuluyoruz. 
Camili'nin son pozlarından sonra genişletme çalışmalarının sürdüğü Camili yolunu hoplaya zıplaya aşıp MAcahel geçidine geliyoruz. Kısa bir fotoğraf molası.
Macahel vadisi
Tam bu noktaa, sola bakarsak Macahel vadisi tüm güzelliği ile gözlerimizin önüne seriliyor. Biraz yürüyüp sağa baktığımızda ise Borçka'dan bu yana yükseliveren ve hemen koynunda Karagöl'ü saklayan dağlar.
Sonra, ver elini Borçka. Benzin istasyonunda bizi Trabzon'a götürecek olan Volkswagen minibüse geçiyoruz. Yeni kaptanımız Trabzonlu, Ayhan. Dışarıda hava çok sıcak ve rutubetli. Önde Bülent ağabey ve Yunus, arkadaki koltuklarda Esma ve ben. Gözlerimizi dinlendirmeye çalışarak geçiyoruz kasaba ve ilçeleri birer birer.
İlk durak, Rize'deki Botanik Bahçesi. Yemyeşil, püfür püfür bir bahçe burası, manzarası da muhteşem.


Bizim için çay demliyorlar. İçebilenler birer bardak demli Rize çayının tadına bakarken bizim aklımız midemizde.
Sahile inen yolda şile bezi satan bir mağaza ziyaret ediliyor. Arkasından laz böreği aradığımız pastaneler ya kapalı, ya da ramazan nedeniyle talep olmadığından laz böreği yapmamışlar.
Trabzon'a yakın bir mesafede yemek yenilecek bir yer bulacağına söz veriyor Yunus.
"Serender" isimli, yolun hemen kenarında, deniz manzaralı bir restorana giriyoruz. Ortaya karışık pideler, yumak, Akçaabat köfteleri geliyor. Nihayet doyuyoruz. Sonra yeniden yollardayız.


Ümit ağabey'in uçağı 18.30'da. Önce onu bırakıyoruz havalanına. Tören kıtası oluşturup kendisi ile vedalaşıp yolculadıktan sonra Sümela manastırı ziyareti için Maçka yollarına atıyoruz kendimizi. 
Beşi biraz geçe Sümela manastırının ilk fotoğrafları çekiliyor bile. 
Sümela Manastırı



Bugün özel bir gün. Seksen sekiz yıl sonra ilk kez Sümela manastırında ibadete izin verildi. ama, ibadet ve ziyaret çoktan bitmiş. Etraf sakin. Kısa bir tırmanışla manastıra çıkıp süratle tavaf ediyoruz.
Sümela Manastırı
Önemli bir bölümü tadilatta ve kapalı olduğu için kısa bir sürede manastır ziyareti bitiyor.
Sümela Manastırı - İç avlusu
Sümela Manastırı
Duvarlardaki fresklerin, yurdumun her tarafındaki örneklerde olduğu gibi, ya gözleri oyularak, ya kısmen kazınarak ya da tamamen harap edildiğini içimiz burkularak bir kez daha gözlemliyoruz.
Sümela Manastırı'nda bir fresk
Sonra yeşillikleri bir kez daha içimize çekerek, sömürerek, koklayarak geride bırakıp minibüsümüzle Trabzon havaalanına doğru yola çıkıyoruz.
Maçka - Trabzon
Trabzon ekmeği arama çalışmalarımız, Ramazan nedeniyle hüsranla sonuçlanıyor. Yediyi biraz geçe Yunus ile vedalaşıp havaalanına giriyoruz. Uçağımızda gecikme anonsu yok. Hafif bir şeyler içerek uçak saatini bekliyoruz.
Trabzon Havaalanı
Önce Ankara'ya, yarım saat kadar bekledikten sonra da Adana'ya uçarken ikinci uçuşu hatırlamak pek mümkün olmuyor.
Adana'ya indiğimizde bavullar çıkar çıkmaz vedalaşıp bu muhteşem ekipten ayrılıyoruz.
Kapıdan çıkışta uzun zamandır taksi ile eve dönmeye alışmışlığımız, Onur Can ve Cem Meriç'in bizi almaları ile son buluyor.
Uzun zamandır bunca çok gülmemiş, bunca eğlenmemiştim. İyi ki vardınız Ümit ve Bülent ağabeyler, Zeynep, Erk, Çağrı, Işıl, Remziye, Taciser, Süreyya, Alber ve Nazan.
Adana havaalanı
Hoşçakal Macahel. Bunca güzelliğini bizimle paylaştığın için teşekkür ediyorum.

3 yorum:

  1. Sevgili Tayfun hocam sizlerle harika bir gezi yaptım, iyi ki gelmişim bu kadar keyif alacağımı hayal bile etmemiştim. ayrıca bu blok benim yaraısı kapalı beynimde tutamıyacağım kadar güzel hatıralarıda kayıt altına almış.
    Ellerinize sağlık
    sevgiler
    bülent

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Tayfun,
    Şahane fotoğraflarından anlıyorum ki: Muhteşem bir gezi yapmışsın. Paylaştığın ve imrendirdiğin için teşekkürler.

    Babür

    YanıtlaSil
  3. Tayfun hocam eline, yüreğine sağlık...
    Dönüp dönüp okuyorum yazdıklarını, yaşadığımız o güzel haftanın keyfini bir kez daha çıkarmak için.
    Sevgiler.

    Remziye

    YanıtlaSil