Ben kimim?

Fotoğrafım
1961, Eskişehir Sivrihisar doğumluyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okudum. Anesteziyoloji ve Reanimasyon eğitimimi GATA'da tamamladım. 1993 Eylül'ünden 2011 Şubatına dek Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji Anabilim Dalı'nda çalıştım. 15 Şubat 2011 tarihi itibariyle emekli olup İstanbul'a yerleştim.

27 Nisan 2010 Salı

SİZİ ALDATTIK, Hacıkırı-Belemedik yürüyüş ekibine itiraflar





23 Nisan 2010 Çocuk Bayramı, 3 günlük bir tatil oluşturuverince, Adana’dan kaçmak için bir fırsat oluşturuvermemiz de şart oldu. Aslında kurcalayan ben değilim, Esma. İnternetten girip çıkmadığı sayfa kalmamış, Folklorik Turizm diye bir firma bulmuş, Ağva-Kerpe-Kefken turunu da beğenmiş. Akşam beraber baktık, 23 Nisan’daki tur, özel, 3 günlük. Abant, Gölcük, Kartepe, Sapanca gölü ve Maşukiye de var. Kartepe hariç, diğerlerini gördük, ama Ağva’yı, Kerpe ve Kefken’i görmedik. Kerpe ile Kefken’in isimlerini bile karıştırıyorum. Kerpen, Kefke oluyor bazen. Neyse görünce düzelir belki.
“Kesin hareket” ibaresini de görünce mesajlaşıp teyit edip, uçak biletlerini de alıyoruz. Bunu da sizlerden saklıyoruz. Ama ne yapalım, Nazan her gittiği yeri bize haber veriyor mu? Yoo, vermiyor. Hatta bazen yurda döndüğünü, Adana il hudutları içinde olduğunu bile haber vermiyor. Onun için biz de vermedik size haber. Sonra gizli gizli Hacıkırı-Belemedik yürüyüşüne, sanki yakın zamanda hiç yürümeyecekmiş gibi, çaktırmadan, büyük bir heyecanla katıldık. Çok da keyif aldık. Aldık da, o keyfin, sizden gizli yaptığımız yürüyüşlerden alacağımız keyfi böylesine azaltacağını da bilemedik. Zaten yürüdük mü yürümedik mi anlamadık bile. Valla billa anlamadık. Hatta o kadar ki, son akşam İstanbul’a döndüğümüzde saat 18.30 gibiydi. Esma’ya “kalk kız, bir de Bağdat caddesini tavaf edelim” dedim. 
Hiç olmazsa anlatayım da vicdan azabından kurtulayım. 22 Nisan Çarşamba akşamı 21.25 Pegasus uçağı ile, sadece 45 dakikalık bile gecikme ile İstanbul’a uçtuk. Taksi ile annemin evine ulaştığımızda saat 00.30 idi. Annemi öpüp, yatakları yaptığımızda ise 00.45. Ertesi gün 07.30’da Kadıköy evlendirme dairesinin önünden otobüs hareket edecek, Uyuyup dinlenmemiz lazım. Yürüyeceğiz, enerji depolamalıyız.
Perşembe
Sabah, 15 dakikada Selamiçeşme’deyiz. Sekize çeyrek kalaya kadar çeşit çeşit otobüsler geliyor, henüz bizimki yok. Ama ben rahatım, en kötü ihtimalle gelmez, biz de 3 gün İstanbul’u gezeriz. Esma “telefonunu cebinden çıkar, sen duymazsın” diyor, “Ben sağır mıyım?” deyip sabahın köründe aramızı bozmayı başardıktan sonra telefonumu sık sık kontrol etmeye başlıyorum. Telefon cebimden bir çıkıyor, bir geri giriyor. Hanım sözü dinlemem (en azından bazen), o nedenle telefonu elime almıyorum. Sonra cebimden telefonu çıkardığım bir keresinde bakıyorum ki rehber aramış, saniyeler işlemeye başlamış, nasıl açılmış bu telefon anlamadım ama, duymamışım. Neyse konuşmayı başarıp, midibüsümüzü buluyor, bavulları bagaja atıp, Fatih isimli rehberimizin elini sıkıp arabaya atlıyoruz. Öndeki 3 ve 4 no.lu koltukları ayırmışlar bize, sağ olsunlar. Midibüs hareket ederken Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin önünde hala onlarca kişi var bavulları ile bekleyen. Çeşitli firmalarla değişik yerlere gitmek üzere bekleşiyorlar. Sanırsınız ki Harem otogar. Biz de Esma ile bu evlendirme dairesinde evlenmiştik. Ama şu anki yerinde değildi o zaman. Tam Kadıköy’de Sirkeci Vapur iskelesinin yakınında deniz kenarındaydı. Hani, tam imzadan hemen önce denizden esen hafif bir meltem ile çiftlerin kararlarını bir kez daha sorgulamasını sağlamak üzere serebral soğuma sağlamak üzere tasarlanmıştı orası. Sonra nedense bayağı içerilere almışlar. Daha büyük, park sorunu olmayan yeni bir yapılanma olmuş burası. Kardeşimi de tam burada evlendirmiştik. Kaç sene oldu, hatırlamıyorum. Ama bizimkini çok net hatırlıyorum. Yirmi beş yıl oluyor bu ağustosun 12’sinde.
Hedefimiz, Ağva. Yol üzerinde Şile’ye gelmeden az önce bir köy kahvaltısı yapılacak. Evin Ana’nın yerinde yiyoruz gari.

Henüz grupla kaynaşmadık, o nedenle fotoğraf çektireceğimiz kimsemiz yok. Kendimiz çekiyoruz kendimizi. Yalnız kahvaltılıklar çok leziz. Bir siyah zeytin, bir peynir, ekmekler, bal bu kadar mı lezzetli olur. Hani nerdeyse, Nazan’ın hazırladığı kumanyaların tadını unutturacak bize. Yok, daha neler, hiç olur mu öyle şey. Açlıktan olsa gerek, doyunca bu his geçiyor.

Kahvaltı sonrası ver elini Ağva yolu. Bir saat kadar sonra Ağva’dayız. Hemen bizi teknelere götürüyorlar.

Tekneler, bir nehir boyunca içeri giriyor, sonra geri dönüp denize kadar gidiyor, denize çıkmadan tekrar geri dönüp iskelede geri bırakıyor bizi. Üzerinde seyrettiğimiz nehir, Göksu. Ağva ise Göksu ile Yeşilçay arasında sıkışıvermiş, küçücük bir yerleşim alanı. Nehir keyifli, iki kıyısında çok sayıda kafeler, restoranlar, butik oteller. İstanbul’dan günübirlik kaçıp kafa dinlemek için ideal.


Tekne gezisinin bitiminde bir kahve içmek için zaman kalıyor bize. Tüm şirinliğimle yanımdan mis gibi kokan iki kahve fincanını yan masaya götüren cafe sahibi hanıma “ellerinizle mi yaptınız ?” diye sırnaşıyorum. Aldığım cevabın “Herhalde ellerimle yaptım, ayaklarımla mı yapacaktım?” şeklinde olması üzerine iltifatımsı şirinliklerimden vazgeçip doğrudan orta şekerli iki tane kahve istiyorum.


Sırada Ağva fenerlerine kısa bir bakış var. 

Bir tanesinin dibine kadar gidip poz verirken Yeşilçay’ın öbür tarafında kalanını uzaktan fotoğraflıyoruz.


Fenerleri ve kumsalı geride bırakıp midibüsümüze binmeden önce şile bezi ürünler satan bir mağazayı ziyaret, sonra ver elini Kerpe. Öğrendim artık, Carpe Diem’den aklımda tutuyorum: “Anı yaşa”.
Rehberimiz Fatih, Kerpe ile bilgiler verirken, öğle yemeği için önerdiği Kerpe Diem’den ezberledim artık. Adam, Carpe Diem yerine Kerpe Diem diye telafuz ediyor ama olsun, hiç olmazsa ezberlemeyi başardım.
Kerpe, Kefken ilçesinin yazlıklarının bulunduğu sonradan oluşturulmuş bir bölge. Kefken’e 10 km kala ana yoldan ayrılıp sahile ulaştığınızda karşınıza çıkıyor. Sahil yolu var bir tane, kafeler, restoranlar, incik boncukçularla dolu. Deniz kokusu bir kez daha burnumuzu dolduruyor. Çok keyifli ufacık bir koy. Karadeniz bugün sanki Akdeniz. Suda en ufak bir kıpırtı yok. Denize giren, jet ski yapan, jet skinin arkasında su kayağı yapanlar bile var.
Önce kayalara kadar gidilecek, sonra isteyen istediği yerde ama, rehberimizin tavsiyesine göre Carpe Diem’de bir şeyler yenilecek. Midibüsün hareket saati, 16.00.


Benim aklım, yiyeceğimiz balıklarda ve birada.
Rehberin yemek için sadece bir saat serbest zaman vermesi üzerine hızlı adımlarla Carpe Diem’e giriyoruz. Girişte tabelya bakınca görüyorum; Carpe Diem dediğim meğerse gerçekten Kerpe Diem değil miymiş? E, neredeyiz? Kerpe’de. Öz Kerpe seyahat gibi, Carpe Diem yerine lokantanın adının Kerpe Diem olması normal değil mi? Normal. Rehberin günahını almışım.

Hamsi ve tekir söylüyoruz. Deniz kenarında, bira eşliğinde keyfini çıkarıyoruz.

Bu arada körfezden ekmeğini çıkarmaya çalışan aileleri ya da güneşlenen karabatak kuşlarını fotoğraflamayı ihmal etmeyerek.



Kefken’de görmemiz gereken ise pembe kayalar var.


Osmanlı imparatorluğu döneminde hisarların yapımında kullanılan koca koca taşlar, Kefken’den, buradan kesilip götürülmüş.

İleride Kefken adası gözüküyor ufukta. Kefken adası dünyada kabul edilmiş 156. ada imiş. Sahil güvenlik, gelip geçen gemilere yıllarca telsiz ile anons yapmış, burası bir adadır diye. Son olarak uzaktan Kefken adasını fotoğraflayıp midibüse geri dönüyoruz. Bazen, sadece fotoğraflamak için mi buralardayız diye sormuyor değilim kendime. Hani anı yaşamak. Yok, bazen Allah var, anı yakalamak mümkün oluyor. Hamsi ile tekiri bira eşliğinde götürürken mesela, anı yakalamayı, yaşamayı başarmıştım.
Sonra, İzmit üzerinden Düzce. Ver elini otelimiz: Hızel Otel. Akşam yemeği saat sekizde, ama acıkmadık. Yine de yiyoruz bir şeyler, güzel bir müzik eşliğinde. Sonra otelin önünden akıveren Asar nehri kenarında biraz yürüyüş ve yorgunluğa yenik düşerek yataklarda sızış.

Cuma
Sabah 8.30’da hareket edeceğiz. Dinlenmiş olarak kalktığımız için keyifli bir kahvaltının ardından saatinden önce araca binmeye hazırız. Bugün Abant ve Gölcük ziyaret edilecek. Önce Güzelyaka’daki Güzeldere şelalesine gidilecek. Yol üzerindeki Efteni gölünde bir mola veriyoruz. Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin şarkısını tahminen burada yazdığını düşünüyorum İlhan İrem’in.

Efteni Gölü’nün rakımı 100 metre. Düzce ile Gölyaka'nın sınırları içinde kalmakta. İnternetten Düzce'nin 14 km. güney batısında, Elmacık Dağı silsilesinin eteğinde Asar, Uğur, Küçük Melen sularının ve yan derelerin oluşturmuş olduğu tatlı su gölü olduğunu öğreniyorum. Ana çıkış noktası, Büyük Melen nehrini oluşturuyor.

Artık grupla kaynaşmaya başladık. Fotoğrafımızı çekmeleri için rica edebiliyoruz.

Sonra gözetleme kulesine çıkıyorum, oradan göl daha güzel görülüyor.

Yeniden araçtayız. Güzeldere şelalesini görmek üzere dağa tırmanmaya başlıyoruz.
Yukarıdan göl, daha da güzel görünüyor gözümüze.

Etraf yemyeşil, aynı Macahel gibi. Selam veren bir amcaya yine şirinlik yaparak “Amcacığım, burası Karadeniz gibi, yemyeşil” diyorum. Cevap veriyor “E, burası Batı Karadeniz zaten.” Susuyorum.
Sonra, Güzeldere Milli Park alanına geliyoruz. Etraf yemyeşil, top olsa çift kale maç yapılacak kadar geniş bir alana yayılıyoruz önce. Yol kenarında birkaç tane bungalov var.

Rehberimiz, inişin dik olduğunu, gözü kesmeyenin denememesini söylemesini biz üzerimize alınmıyoruz bile.
Yola koyuluyoruz. Etraf gerçekten yemyeşil. Burası gerçekten Karadeniz. Yaşlı amca haklı, ne kızıyorum ki?
Uzaktan uzaktan şelalenin sesi geliyor. Az sonra, kendisi de görüyor ağaçların arkasından.
Az daha gayret edince bütün ihtişamı ile karşımızda şelale. Mutlaka gidin görün. Bir de Macahel’de vardı bunca yüksekten dökülen keyifli bir şelale. Ben hastaydım o gün, giremedim. Ama Serdar ile Çağrı girmişlerdi şelalenin altına.

Artık gruba bayağı ısındık, fotoğrafımızı çekmeyi kendileri teklif ediyorlar artık.
Sonra geri dönüş. Gerçekten çok dikmiş bu merdivenler. Yolda bir ağaç kovuğuna sakladığım suyumu bulup birkaç yudum aldıktan sonra yayla kızı Esma’ya yetişmek için tabana kuvvet.

Esma, düzlüğe ilk çıkanlardan ve çok mutlu.

Yerinde duramıyor. Bakmayın aşağıdaki fotoğrafa, aslında havada da duramıyor.

Allahtan kocası var da sakinleştiriyor onu.

Biraz çay, biraz kahve, dinlendikten sonra midibüse binip aynı yolu geri dönüyoruz.


Bir saati geçmeden Abant’tayız yıllar sonra yeniden. Değişen bir şey yok. Yine kalabalık, ama bu kez nedense ortam biraz daha medeni.

Önce üşüyoruz. Sonra erkek olduğum aklıma geliyor, filmlerden görmüştüm, üzerimdeki gömleği Esma’ya veriyorum. Şimdi sadece ben üşüyorum. Esma sorduğunda da “yo, ben gayet iyiyim” diyor, gölgelerden kaçıp güneşe sığınarak, biraz da tempoyu arttırarak ısınıyorum.

Bir yürüyüş yolu yapmışlar, arabaların geçtiği ve sizi toz toprak içinde bıraktığı yoldan, en azından bir süreliğine uzaklaştırıyor sizi bu ahşap yol.
Bugün çok acıktık. Abant Milli Park’ına girmeden 10 dakika kadar önce rehberimiz, yemek yiyeceğimiz yeri göstermişti: Kapalıçarşı. Köftesi ve yoğurdu meşhurmuş. Köftenin kokusu şimdiden burnumda tütüyor.
Midibüsümüze ulaştığımızda bu yürüyüş bizi kesmiyor. “Biz yürüyoruz, ileriden bizi alırsınız” diyoruz şoföre. Soğuktan olsa gerek tuvalet ihtiyacımız had boyutta. Piknik alanında bir yer buluyor Esma çiçek toplamak için. Yok, bu gerçekten paralı bir ihtiyaçhane. Bütün Bolu halkı burada zira. Nazan gibi bir çözüm yaratmaya imkan yok.
Araç bizi yoldan alıp Köy pazarına götürüyor. En son buradan aldığımız fasulyeleri düdüklüde bile pişirmek mümkün olmamıştı. Arkadaşlara hatırlatıyoruz. Açlığımızı bastırmak için yaban mersini ve biraz badem aldıktan sonra tekrar midibüsteyiz. Rehberimizin göl kenarında yarım saat çay ve kahve molası teklifini duyduğumda bayılmadan önce ağzımdan çıkan son sözlerimin “hayır, mola vermeyelim, doğrudan yemeğe gidelim” olduğunu zar zor hatırlıyorum. Kendime geldiğimde (!) Kapalıçarşı isimli, o köftesi meşhur yerdeyiz. Yalnız kötü haber: müessese içkisiz. Tabela asmış adamlar “Lütfen ısrar etmeyiniz.” E, pekiyi ısrar etmeyiz biz de.
Su kenarında bir masa bulup yerleşiyoruz oraya.

Köfteler gerçekten muhteşem. Yoğurt de hayatımda yediğim en güzel yoğurt. Yok bu iltifatlar açlıktan değil bu kez, gerçekten hakiki iltifatlar. Kalabalıktan ötürü kola ve ayranlarımız gelemediği için suyla yemeğimizi bitirip çaylarımızı da içtikten sonra yola koyuluyoruz yeniden. İstikamet, Gölcük.
Adana istikametinde Bolu’yu biraz geçtikten sonra Gölcük’e yıllar sonra yeniden vasıl olduğumuzda gözlerimize inanamıyoruz. Bir kalabalık, bir kalabalık. Birkaç tesis yapılmış. Bu tesisler için her sene ihaleye çıkıldığını, ihaleyi kazananın tesisi yerel esnafa ihale edip parasını alıp gittiğini, esnafın ise yüksek fiyatlarla hizmet vermek zorunda kaldığından yeterli sayıda müşteri bulamayıp battığını öğreniyoruz rehberden. Bu nedenle binlerce kişinin gölün etrafında çimenlere yayıldığı bu güneşli günde tesislerin kapalı olduğunu görüp üzülüyoruz.

Gölün etrafını 45 dakikada dolaşırsınız diyor rehber, “17.30’da arabada olalım”. Bizim turumuz nedense 15 dakika sürüyor. Saat 5’e 10 var. Bir tur daha atmaya karar veriyoruz Esma ile. O da bitince saat 17.10. Hacıkırı’dan çıktığımız tepeye kıyasla bu parkurlar bize vız gelir. Üçüncü turu Esma engelliyor. Grubun geri kalanı da gelince saatinden önce Gölcük’ten ayrılıyoruz.


Bir benzin istasyonunda çay ve ihtiyaç molası verdikten sonra yeniden İstanbul istikametine dönüp 19.00 gibi otelimize giriyoruz.
Bu akşam cumartesi akşamı, biraz içki eşliğinde keyiflenelim diyorum Esma’ya. Akşam yemeğinde gayet saf bir şekilde şarap ya da rakı ne var diye sorduğumda “otelimiz içkisizdir” yanıtını alınca sağlıklı bir akşam yemeği yeyip bu kez Düzce’yi dolaşmadan doğrudan yatağa gidiyor ve birkaç sayfa okuyabildikten sonra uykuya yenik düşüyoruz.

Pazar
Bu sabah hareket saati biraz daha geç: 09.00. Azıcık daha fazla uyuyup biraz daha geniş zaman ayırıyoruz kahvaltıya.
Bu kez ilk göreceğimiz yer Kartepe. Arabamızla Kartepe Milli Parkı’na girip yola koyulmamız arasında pek zaman geçmiyor. Yayla kızı Esma yine kopup gidiyor, yetişebilirsen yetiş.

Bugün hava yağmurlu olacak, Adana’dayken internetten aldığımız 3 gün önceki bilgilere göre. Belemedik’teki gibi ıslanmak istemediğimizden sırt çantalarımızda yağmurluk, pançolar hazır. Ama şansımıza hava günlük güneşlik. Tepedir, dağdır, soğuk olabilir diyerek çantaları midibüste bırakıyor, yağmurluklarımızı belimize sarıp düşüyoruz yollara. Tepeye vardığımızda bizi bir sürpriz bekliyor: Teleferik. Üstelik çalışan teleferik. İlki tabii ki cehaletten kaynaklanan bir şaşkınlık. Burada bir dağ oteli var. Önce turizm bakanlığının temelini attığı, sonra Orman Bakanı Pepe’nin birilerine ihale ettiği, alan kişinin de yüksek fiyatlarla hizmet sunduğu yörenin tek kayak yapılan pistlerinin merkezine konulmuş bir otel: The Gren Park
Teleferiğe atlıyoruz tabii ki. Aşağıda inip para vereceğiz, oradan yeniden binip geri geleceğiz. İyi ki soğuğa dirençli yağmurluklarımızı almışız. Lorut’ta ve Hasan Dağı zirvesinde ne kadar üşümüş olduğumu hatırlıyorum bir an. Ama şimdi, değmeyin keyfimize.

Ama yine yalnızız işte, resmimizi kendimiz çekiyoruz.

Teleferiğin bulunduğu alanın adı Geyikalan.

Yine şımarıklığım üzerimde, Aşağıda yürüyüş yapan bir çifte sataşıyorum: “Çekeyim mi?” Gülerek “olur” diyorlar.

Adımı ve Üniversitenin adını bağırıyorum. Google’dan girip baksınlar, ben üzerime düşeni yaptım.
Tur arkadaşlarımızla birazcık daha yakınız artık. Fotoğrafımızı çekiyorlar.

Masalarına kabul ediyorlar. İkisi de İÜ. Alman Dili ve Edebiyatı mezunu. Biri ihracat uzmanı, diğeri ise medikalci, kendi firması var.

Kahveyi hak ettik.  Onlar içiyor, ama ben bakıyorum. Aç karnına kaldırmaz benim midem kahveyi, çayı.
Sırada Maşukiye var. Biranın kokusu şimdiden burnumda. Kahveyi ondan sonra içerim artık.
Otobandan ayrıldıktan sonra girdiğimiz Maşukiye yolunu hatırlıyorum. Yıllar önce bir kez gitmiştik. Rehberin önerdiği restoran da içkisiz olunca gruptan ayrılıyoruz. Yeni arkadaşlarımız Arzu ve Gökçe de bize takılıyorlar. Kesin içeceğiz bu kez kaçış yok.

Koru Şarap evini gözümüze kestiriyoruz.
Masamıza İncirlik’teki bir hastanede çalışan KBB uzmanı ile radyoloji uzmanı olan eşini de davet ettiğimizde tereddütlü yaklaştıklarını görüp kendilerine yol veriyoruz. Kız, ihtisasını yeni bitirmiş, mecburi hizmet bekliyor. Aile dağılacak. Son günlerinde baş başa kalsınlar. Anlayışla karşılıyoruz.
Bir kadeh şarap verirler mi Esma’ya? “Sizin canınız sağolsun” diyor şef garson Fikret. Bizler bira içerken Esma’ya bir kadeh kırmızı şarap geliyor. Alabalık, bildiğimiz alabalık işte. Ne kadar süslersen süsle, neyde pişirirsen pişir alabalık sonuçta. Yine de güveçte mantar ve güveçte peynirle birlikte afiyetle silip süpürüyoruz masayı.

Burasının ne kadar keyifli bir yer olduğunu düşünüp etrafı kolaçan ederken yan masada huzur içinde etrafı seyreden yaşlı çifte takılıyor gözlerim bir an. O anı yakalamayı başaramıyorum belki ama bu çift, kesinlikle fotoğraflanmayı hak ediyor.

Ben de huzurluyum şu an. Şükrediyorum.
Son durak, Sapanca gölü. Orada yürümek ve çay içmek için serbest zamanımız olacak.

Otobandan giderken Sapanca gölünün kenarında çok geçtim. Ama hiç kenarına gelmemiştim. Ne güzelmiş. Su sesi, her yerde güzel.


Kısa bir yürüyüş sonrasında oturmayı tercih ediyoruz. Masamız da kaptan köşkü gibi. Suyun hemen dibinde. Suların çırpıntıları bazen ayağımızın altındaki ahşap zemini sallıyor. Bazen de sular doğrudan bize ulaşmayı tercih ediyor. Çekirdek yemememiz konusunda uyarı aldıktan sonra kahvelerimizi yudumlayıp İstanbul’a geri dönmek üzere yola çıkacak olan midibüsümüze doluşuyoruz.


Akşam 18.30 gibi Yeni Sahra’da midibüsten ve tur arkadaşlarımızdan ayrılıp bir taksiye atlıyor ve annemin evine, Bostancı’ya gidiyoruz. Eve girer girmez, Bağdat caddesinde dolaşma fikrini gerçekleştirecek gücümüzün kalmadığını fark edip tercihimizi duş alma yönünde kullanıyoruz.
Mehmet’i (Helvacıoğlu) arıyorum hemen. Gelsin, yemeğe ya da çay içmeye, yeni aldıkları yelkenli tekneyi, Çanga’yı nasıl İstanbul’a getirdiklerini anlatsın. Çanga, 31 feetlik bir Karya. Bembeyaz bir gelin gibi. Kendime tekne bakarken internetten, en beğendiğim teknelerden biri olmuştu. Hem güzelliği ile hem de ismi ile aklımda kaldığından Mehmet telefonda aldıkları tekneyi anlatırken, “Çanga’yı mı aldınız yoksa?” demiştim hatta. O da çok şaşırmıştı.

Pazar günü Marmara’da fırtına uyarısı olduğundan hiç durmadan 50 saatte, Alaçtı’dan Pendik Marina’ya gelmişler. Keyifle dinledim yaşadıklarını. Darısı başımıza diyerek yolculadığımızda Mehmet ile Ayşegül’ü saat 24.00 olmuştu. Sabah uçağımız 06.10. Kalkış saatimiz 04.15. Hadi bakalım hayırlısı.
4 saatlik uyku sonrasında alarm ile uyanıp kalkmamız, hazırlanıp taksi çağırmamız 20 dakikayı bulmuyor. Bavulları kapıya çıkaramadan taksi geliyor. Yarım saat sonra havaalanında, saat 08.00’de evde, dokuza doğru da işteyiz.
Yolda gelen telefonlar, gerçek hayata dönmemizi, uyum sağlamamızı kolaylaştırıyor. Yeni bir haftaya, nispeten dingin, biraz enerjik, biraz yorgun, paylaşacak yeni birkaç şeye sahip olmanın keyfiyle bodoslama dalıyoruz. Bir yandan açık kalpler, bir yandan ileri yaşam desteği kursuna gelen öğrenciler, anlatılacak dersler, bir doktor arkadaşa yapılacak sinir bloğu, hangi birine yetişilecekler, stres, gerginlikler ve işte hayat.

Sizden gizli, habersiz yürüdük. Ama her yaptığımız bu rapordadır işte.
Arz ederim.
Tayfun Güler, 27 Nisan 2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

HACIKIRI - BELEMEDİK (17 Nisan 2010)


HACIKIRI – BELEMEDİK

Bugün, 21 Nisan 2010, Çarşamba. Hava kapalı, sabahtan beri yağmur yağıyor. Dün akşam, boyun fıtığı olan tenisçi bir arkadaşımızın da bizimle beraber olduğu bir yemekteydik. Açık havada oturup keyifli bir sohbet eşliğinde cumartesi günü yapmış olduğumuz yürüyüşten bahsederken yağmur çiselemeye başladı. Oturduğumuz masanın üzerini açılıp kapanabilir bir tente ile örttüler, yağmurdan korunduk. Ama benim keyfim, ertesi akşam oynayacağımız tenis maçının yağmur nedeniyle iptal olabileceği kuşkusu nedeniyle biraz kaçtı. Paylaştım bunu ekiple. Boyun fıtığı olan arkadaşımız, bir süredir her gün oynadığı tenise yaklaşmak şöyle dursun, iki haftalık yatak istirahatini yeni sonlandırmış, ağrısız geçen her günü için şükrediyor ve diyor ki: “Artık havanın nasıl olduğu umurumda değil”. Yağmurlu olmuş, ya da olmamış, onun için önemli değil artık. Öncelikleri arasında yer alan tenis, hayatından bir süreliğine de olsa çıkmış, Sağlıklı olmak, ya da olamamak her şeyin önünde geçmiş. “Hava kötü olur da tenis oynamamam” seçeneği onun için stres konusu olmaktan çıkmış.
Sağlığımızı kaybettiğimiz zaman anlıyoruz değerini. Geçen sene tenis oynarken, sağ bacağımda oldukça büyük bir lif kopardığımda, bir ay evden çıkamamış, ikinci ayın sonunda ancak iyileşmiş, 6 ay boyunca da tenis kortlarına uzaktan bakmıştım. Sıkı antremanlarla kasları güçlendirmeden, vücudu fit hale getirmeden, tenis gibi ağır bir spora soyunan bizler yaşındaki pek çok veteran tenisçi, önünde sonunda bir gün mutlaka bir şekilde sakatlanmaktan kaçamıyor. O zaman düşünecek çok vaktim oldu. Evde zaman geçirebilmek için gemi maketçiliğine soyundum, bir sürü maket yaptım, evin çeşitli köşelerine bıraktım. Şimdi bir daha yap deseler, yapmam belki de. Ya da ileride yeniden olabilir, bilmiyorum. Ama o süreçte çok sık düşündüğümü hatırladığım bir başka konu da, özellikle üst bacak kaslarımı güçlendirmeden korta çıkmayacağıma ve her korta çıktığımda da mutlaka uzun uzun ısınarak kaslarımı hazırlayacağıma söz vermiş olduğumdu. Altıncı ayın sonunda ilk kez korta çıktığımda, her an yeniden sakatlanacakmışım gibi bir korku ile topla buluştuğumdan bir süre gerçekten uzun uzun ısınmadan başlamadım maçlara. Sonra bu obsesyonum geçti, artık şöyle bir iki tur atıp hafif gerdirdikten sonra kaslarımı, topa vurmaya başlar hale geldim.
Bu kadar travmatik deneyimlerden bir diğeri de geçen sene, Belemedik’ten Hacıkırı’ya yaptığımız yürüyüştür. Çok uzun sürmüştü, sonlarına doğru Serdar ile ben, “artık bir minibüs çağırsak da bizi Kuşçular köyü’nde alsa” dediğimiz bir noktaya gelecek kadar yorulmuş, pes etmiştik. Sonrasında tam iki gün, hastanede merdivenleri çıkmak ve inmek benim için ızdırap haline gelmişti. Ha, ben bunu hatırlıyor muyum? Hayır. Süreyya hatırlattı da aklıma geldi. Bende gelen birkaç anı, o güzelim tünel, muhteşem doğa görüntüleri, hırsla akan Çakıt nehri, bol oksijen ve bol yeşil. Bir daha bu parkuru yürümem deyip demediğimi bile hatırlamıyorum. Belki de demedim, bilmiyorum. Bu söz ağzımdan bir kere de Macahel için çıkmıştı. İkinci yürüyüşümüzden sonra Macahel’in nasıl bir yer olduğu biraz biraz kafamda şekillenmeye başlamış, “tamam artık, ben bir daha burada yürümem” demiştim. Ama bu sene ağustosta yeniden bir Macahel yürüyüşü olasılığı yüksek.
Hafıza’ı beşer, nisyan ile malüldür derler. Yani insanoğlu unutur. Unutmak işine gelir bazen de. Unutmayı başaramasak hayat belki de ne kadar çekilmez olurdu. Düşünsenize, kayıplarımızın anıları sürekli, aynı tazelikte bizimle olsa…
Bu sene, geçtiğimiz cumartesi, aynı parkuru yeniden yürüdük. Bu kez tam tersinden; Hacıkırı’dan Belemedik’e. Tam 8 saat sürdü. 18-22 kilometrelik bir parkur. Net mesafeyi bilmiyorum. Kimi 18 km dedi, kimi 22 km. Bildiğim ise şu: Cumayı cumartesiye bağlayan gece 04.00’te kalkılacak, Nazan gelip bizi alacak, 04.20’de teker döner. Pozantı tren istasyonuna gidilecek. Ankara’dan gelen trene 06.00’da binilecek. Hacıkırı’ya geri dönülecek. Sonra da Belemedik’e yürünecek. Oradan da bizi bir minibüs alarak Pozantı’ya geri getirecek.
Benim bildiğim, o tren saat 06.00’da orada olmaz. Aynı trenle Ankara’ya bir sınava gittiğimde bir saat rötar yapmıştı. Ama Yunus ağabeyin talimatı böyle. Trenin zamanında geleceği tutar, bütün yürüyüşü kaçırdığına mı yanarsın, Yunus ağabeyden yiyeceğin fırçalara mı, yoksa bir daha bu gruba giremeyeceğine mi? J
Sağ olsun, Nazan gelip alıyor bizi. Dün gece aramıştı bizi Nazan, Yunus ağabey’den son bir haber gelmiş, tren biraz gecikebilirmiş. O nedenle Nazan bizi almaya 04.40’da geliyor. 5-10 dakika daha fazla uyuyabiliyoruz. Gerçi, böyle erken kalkacağım günlerin gecesinde defalarca uyanmaktan doğru dürüst uyumayı becerdiğim hiç olmamıştır ama, olsun. Arabada uyurum.
Yolda iken Yunus ağabey’den bir telefon daha geliyor. Trenin iki saat rötarı var, onlara, yayla evlerine gelmemizi söylüyor. Hızımızı düşürüyoruz, gevşiyoruz. Ellerimizde kahveler, çaylar, Nazan’ın getirdiği kurabiye ve poğaçaları atıştırarak günün yavaş yavaş doğuşuna tanıklık ediyoruz. Keyifli bir sohbet sırasında uyumak aklımıza bile gelmiyor.
Altı gibi Yunus ağabeylerin yayla evindeyiz. Hava çok güzel. Hafiften üşütüyor, ama daha günün erken saatleri. Gökyüzünde bulut yok. Eve çıktığımızda mis gibi yeni demlenmiş bir çay kokusu, Evde yapılmış kekler. Aydan ile Yetkin oradalar. Kısa bir süre sonra Süreyya ve Figen’ler de geliyor. Onlarla ilk kez birlikte yürüyeceğiz.

Keyifli bir kahvaltı sonrasında çantaların kontrolü, çileklerin yıkanması, dağıtılması, arabalara dönüş, kumanyaların paylaştırılması, çantaların son hazırlıkları. Sonra ver elini yeniden Pozantı.


On beş dakika kadar sonra Pozantı tren istasyonunun önüne araçları park ettiğimizde saat, henüz 7.15. Trenin gelmesine daha çok var. Nazan gazete almaya gidiyor, bizler de istasyona giriyoruz. Bazılarımızın çantaları sırtlarında, bizimkiler ise henüz arabada. Oysa daha önce Macahel’de bir vesile ile öğrenmiştim “Dağcı, çantasını bırakmaz”. Bir kere daha öğreniyorum. Kısa bir süre sonra bir yük treni geliyor. Bizi almaz mı acaba? İstasyon amiri “Hayır” diyor. Biraz sonra heyecanlı sesler yükseliyor, “hadi binin gidiyoruz”. Hemen arabaya koşarsın, çantayı alırsın, hava soğuk, ama yine de üzerindeki yeleği bırakırsın. Swet üzerimde dursun mu? dursun. Sonra sırtımda taşıyacağım saatlerce. Olsun, taşı. Batonları unutma sakın, gazeteleri bagaja fırlat. Koş trene, Yunus ağabey nerede? En son ben biniyorum yük vagonuna. Yavaştan hareketlenmiş olan trenin lokomotifi arkasındaki ilk vagondayız. Personel için bir odacık var, içinde bir soba yanıyor, içeriyi sıcacık yapmış. Bir de mum yakıyorlar mı bizim için bir kola şişesinin üzerinde. Sağ olsunlar, bunca romantizmi, ev sahipliğini beklemezdim doğrusu.


Benim için yük vagonunda seyahatin kendisi de cazip tabii ki, 49 yıl sonunda nihayet böyle bir öyküm de oldu. Ama daha cazip olan vagonun açık kapıları. Kenarlardaki demirlere tutunarak önümüzden hızla akan doğayı seyretmek. Trenin, raylar üzerinde çıkardığı o tatlı sesi bir kez daha duymak. Etrafımdaki arkadaşlarımın keyiflerine tanıklık etmek.


İlk tünele girdiğimizde mumun aslına niçin yakılmış olduğunu anlıyor ve birbirimize gülüyoruz. Bizi zifiri karanlıktan kurtarıyor o ufacık ışık. Bir de fener var personelin elinde, yere doğru tutuyor zaman zaman, vagonu aydınlatıyor. Birbiri ardına gelen tünellerden geçiyoruz. Sonunda Hacıkırı’da bizi indiriyorlar, Teşekkür edip arkalarından el sallıyoruz. Bir trenin yük vagonunda minicik bir odada geçen bir ömür? Düşüncelerimi önümüzdeki parkura odaklayıp ayrılmayı başarıyorum bu sorudan.

Hacıkırı istasyonunun biraz ötesinde ufak bir tuvalet var. Son ihtiyaçlar orada gideriliyor. Bu parkurda, en azından bir kısmında birden fazla kez yürümüşlüğümüz var. Köyün içinden geçerek tepeye doğru yöneliyoruz.


İnternetten öğrendiğim bilgilere göre Hacıkırı Köyü, Orta Torosların hemen başlama noktasında, yer yer engebeli, taşlık bir alana kurulmuş bir köy. Batısında Emirler, doğusunda Gülüşlü, kuzeydoğusunda Gala, kuzeyinde Kuşçular, güneyinde Bolacalı, güneydoğusunda bağlı bulunduğu Karaisalı ilçesi bulunmakta. Karaisalı Bucağı ve Belemedik istasyonları arasında yer alıyor. Geçen sene gördüğümüz meşhur Varda Köprüsü köy sınırları içerisinde. Orta Toroslar, Hacıkırı Köyü’nü üç taraftan bir hilal şeklinde çevirmiş durumda. Köyün mevcut arazisi taşlık. 4 km. uzaklıkta bulunan Çakıt Çayı, kuzeydoğudan başlayıp, Orta Torosların güney uzantısını takip ederek Kapız adı verilen boğazdan geçtikten sonra Seyhan Barajı’ na kavuşmak üzere yoluna devam ediyor. Köyün kuzey, doğu ve güneybatı kısmı ilk olarak maki, daha sonra çam ve ardıç ormanlarıyla kaplı (http://www.hacikiri.com).

Biraz yükselince o güzelim kanyonu bir kez daha tüm ihtişamı ile görüyoruz.


Bu kez parkuru azıcık değiştiriyor Yunus ağabey. Doğrudan dağa vuruyoruz. Bizi bir miktar yormakla birlikte her zaman kullandığımız yola kıyasla sanki biraz zaman kazanıyoruz.


Bu kez aramızda Yunus ağabeyin eşi, Şükran ablamız da var. Bir aydır antremanlı. Ama çok söyleniyor bunca dik bir parkurla başlamış olmamıza, yüzünde gülücüklerle.


Ama sonunda hep birlikte tepedeyiz işte. Bundan sonraki eğim çok yumuşak.



Ufaktan bir gölet görünüyor uzaktan. Yürüyüşümüzün artık keyifli bölümüne başlıyoruz. Hava çok güzel, şimdiden bir miktar sıcak.


Süreyya ve Figen, hayran hayran bakıyorlar Adana’ya doğru uzanıveren vadiye, dağlara, doğaya.


Bizlerin yüzünde ise bir mutluluk, doğaya yeniden ulaşmış olmanın getirdiği mutluluk.


Kim derdi ki bitkiden böcekten korkan ben, böyle yürüyüşleri özleyen, keyif alan bir adam olacağım. Hep o Macahel ile başladı bunlar. Eş durumuna binayen katılmak zorunda kaldığım o yürüyüş ile. Doğaya hayranlığımın sebebidir Macahel. Böceklere alışmamda ise Esma’nın annesinin Çamlıyayla’daki yayla evinde geçirdiğim günlerin gecelerin katkısı tabii ki çok büyük. Ama iyileştim işte sonunda. Doğada yürü, börtüden böcekten korkma, çadır kur, çadırda yat, çadırda tek başına yat, çadırda yatmayı tercih et. Allah Allah.
Allah Yunus ağabey’den razı olsun. Kendi yayla evinden camdan ya da bahçeden şöyle bir bakıyor, “Aha” diyor, “şu dağa tırmanılacak”. Haber geliyor bizlere, tarih şekilleniyor, Kaptan’ın yerinde rakı-balık eşliğinde programın ayrıntıları netleştiriliyor. Ve günü geldiğinde o dağa çıkılıyor. Bazen Atdağ oluyor bu dağ, bazen Hasan Dağı, ya da Lorut. Bazen de böyle uzunca yürüyüş parkurları. Bu gün de kısmet bu parkuraymış.


Hadi bakalım iyi yürüyüşler.


Bazılarımız Euroshoes’a yüklüce para bırakarak aldıkları donanımlar ile yürürken, bazılarımız kot ve tişörtü tercih ediyor. Doğa hepimizi kabul ediyor, öyle, olduğumuz gibi. Kimizin giysileri çabuk kuruyor, ter derdi çabuk sonlanıyor, kimimizinki ise biraz geç kuruyor. Doğa verdiği yükü, usturuplu bir şekilde, incitmeden geri alıyor bir süre sonra. Bazen püfür püfür rüzgarı ile, bazen şiddetli bir yağmur sonrasında pırıl pırıl güneşi ile.

Doğa yemyeşil, çiçekler açmış bir sürü ağaç. Bazen, burası da Karadeniz kadar yeşil mi acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi.


Öğle yemeği için molamız, yine geçen seferki gibi su deposu başında.


Bazılarımız, sabahın dördünde kalkmış olmanın getirdiği yorgunluğa yenik düşüyor yemek sonrasında. Ama sorduklarında “uyuyor musun?” diye, “hayır, uyumuyorum” diyerek.


Bazılarımız ise soruyu bile duymadan.



Sonra yine yollardayız.




Çakıt önümüzde uzanıveriyor aniden.



Sonra birbiri ardına tren köprüleri. Bunların üzerinden geçip geldiğimizi düşünüyorum birkaç saat evvel.




Aklıma birden okuduğum bir kitapta, bunu arkadaşlarımla da paylaşmalıyım diye düşündüğüm bilgiler geliyor, bölük pörçük. Çanakkale harbi sırasında çıkartmanın yapıldığı ilk gün, Çanakkale boğazından bir denizaltının geçmeyi başardığını pek çoğumuz bilmez. 17 Nisan 1915’te Çanakkale boğazını geçmeye teşebbüs eden ilk denizaltı, bir İngiliz denizaltısı. Brodie’nin komutasındaki bu denizaltının girişimi başarısız oluyor ve İngiliz komutan ile 6 gemici asker öldürülüyor. Gerisi de esir alınıyor. Ancak aynı tarihlerde bir Avustralya denizaltısı, AE2, boğazı geçmeyi başarıyor. Bu satırları yazarken ancak idrak ediyorum ki, AE2’nin boğazı geçtiği gün ile bizim yürüyüş yaptığımız gün, aynı: 17 Nisan.
Bu denizaltı, 800 tonluk bir denizaltı. Bir kardeşi daha var: AN1. Bu denizaltının adına kurulmuş bir vakıf var. Amacı, bu denizaltıyı onurlandırmak, yeni nesiller tarafından bilinmesini sağlamak ve Türk yetkililer ile birlikte battığı yerden çıkarılmasını ve teşhir edilmesini sağlamak.
AE2 Marmara’da bir süre dolaştıktan sonra, yakalandığı Sultanhisar torpidobotu ile giriştiği mücadeleyi yitireceğini anlayınca mürettebatı tarafından terk ediliyor ve son subay denizaltıdan çıkmadan önce su almasını sağlayarak denizaltıyı batırıyor. Esirler, Sultanhisar torpidobotu tarafından İstanbul’a götürülerek askeri makama teslim ediliyor. Bu başarı, askere büyük bir moral kaynağı oluyor. Teslim alınan asker ve subaylar uzun uzadıya sorgulandıktan sonra, Belemedik’e, işte yürüdüğümüz bu bölgeye gönderilerek üzerinden geçtiğimiz bu tren yolunun yapılmasında çalıştırılıyorlar. İşte, şu aşağıda görmüş olduğumuz, inşaat sırasında lojman olarak kullanılan taş yapılarda yaşamış bu esirler muhtemelen.




Yola devam ediyoruz. Rehberlik denemem takdir alıyor. Ama bir de torpidobotun ismini ve mümkünse kaptanın ismini hatırlayabilseydim, daha iyi olacaktı, ama neyse. Buna da şükür. Çünkü zaman zaman okuduğum hiçbir şeyin aklımda kalmadığı gibi endişelerim oluyor, ama boşunaymış bu endişelerim. Rahatlıyorum.
Denizaltının adı neydi ki?




Yolun bazı alanlarındaki kayaların büyüklüğü biraz ürkütücü.



Biliyoruz ki böyle yerlerde, “taş düşebülür, ayı çıkabülür”.




Allah’tan bizden önce düşmüş taşlar, pardon kayalar. Üzerlerinden geçerek yola devam ediyoruz.



“Çok mutluyum” diyor bazı doğa aşığı arkadaşlarımız. “Endişelenme” diyorum, “sabırlı ol, geçer”. Doğanın haşmeti önümüzde uzanırken, keyif almamak, mutlu olmamak mümkün mü oysa?





Uzaktan bize çok yakınmış gibi duran o tünele ulaşmamız çok uzun bir zamanımızı alıyor. Ama sonunda ulaşıyoruz işte.



Tünel çıkışında manzara yine muhteşem. Aslında bu parkurun en güzel parçası buradan Belemedik’e kadar olan alan. Bir dahaki sefere, arabaları Belemedik’e bırakıp bu tünele kadar yürüyüp geri dönelim şeklindeki projemizin doğruluğunu bir kez daha onaylıyoruz. En azından ben öyle yapıyorum.


Şükran abla, artık liderliği ele alıyor. Evlice ailesi de yoruluyor bazen doğal olarak.

Ekibin geri kalanı ise tuş vaziyetlerinde.





Sonunda Nazan’ın “bir de yağmur yağsa, ama şöyle azıcık” şeklindeki talebi gerçekleşecek mi ne? Hava kapanıyor.


Bir rutubet çöküyor. Bir de yeniden tırmanmaya başlıyoruz. Piknik yapmak üzere mola vermiş kalabalık bir yürüyüş ekibi ile yollarımız kesişiyor. Onlar da yürümeye başlayınca yürüyüş parkuru kalabalıklaşıyor. Yürüyüşün büyüsü bozuluyor. Grubun içinde fakülteden arkadaşımız Serdar İskit de var.
Yağmur damlalarını yüzümüzde hissetmeye başladığımızda aklıma pançolarımızın evde, güvende olduğu geliyor. Onlar için rahatlıyorum, ıslanmayacaklar. Kısmetse biz de çok ıslanmayız inşallah. Yağmurluklarımızı çıkarıp giyiyoruz. Hava önce bizimle biraz oyun oynuyor. Hafif bir çiseleyip geçiveriyor. Yeniden soyunduktan kısa bir süre sonra bütün şiddeti ile indiriyor. Üstümüz ıslanmıyor ama pantolonlar bir süre sonra sırılsıklam oluyor. Söyleniyorum bir yandan, “neden arabanın arkasına yedek bir kıyafet çantası koymadın” diye. Sonrasında koyver gitsin diyorum. Nasılsa kurursun. Nasılsa üşümüyorsun. Nasılsa güneş yeniden bulutların arkasından kurtarıverir kendini. Daha önce de olmadı mı? Üstelik şeker misin sen, eriyeceksin? Düşüncelerime dalıp, tek başıma yürüyorum uzun bir süre. Bu parkurun bu bölümü böyle dik miydi yahu? Şükran ablalar neredeler acaba?
Yol ikiye ayrılıyor bir süre sonra. Öndekilere ne yaptıklarını sormak için Esma ve Yetkin’i cepten arıyorum. Cevap vermiyorlar. Duymuyorlar belki de. Nehire yakın olan yola sapıyorum, diğer gruptan birkaç kişi ile birlikte. Çamurların içinden geçip kilolarca ağırlık kazanan, ama her nedense hala ıslanıp içine su geçirmemeyi başarmış botlarım ile birlikte, kafam önde, burnumda yağmurun kokusu, kulaklarımda yağmurun sesi, pantolonumda yağmurun ıslaklığı ile yarım saat kadar sonra grubun öncüleri ile bir çardak altında buluşup yürüyüşümü tamamlıyorum. 8.40’ta başladığımız yürüyüş, benim için tam 8 saat sürerek 16.40’ta bitiyor. Serdar İskit geliyor birazdan yanımıza. Üzerinde pançosu. Kamp kuracaklarmış burada. “Tuvalet ve su var” diyor. “Islanacağız biraz ama olsun”. Göbeğinden bir ses geliyor sonra : “Nerdesin?” Telsizmiş meğerse. Oğlu, Yavuz arıyor. Oğlunun yanına gönderiyoruz onu. Ardından güneş, bulutların arasından sıyrılıp kendini gösteriveriyor yavaştan.
Ekibin geri kalanını uzunca bir süre bekliyoruz. Sonra minibüsümüz geliyor. Geride kalanları toplamak üzere gidip kısa bir süre sonra onlarla birlikte geri dönüyor. Artık tamamız. Çamurlu ayaklarımızla minibüse doluştuğumuzda bira içmek için elini kaldıranların sayısı 4’ü geçmiyor. Hedef, geçen yıl da yemek yediğimiz bir kır lokantası. Etimiz, fırına verilmiş, güveçte pişmiş, bizi bekliyor. Telefon çekmeye başlar başlamaz yeniden ısıtılmasını ve kır lokantasına götürülmesini sağlıyoruz: Yarım saatlik bir yolculuk sonrasında arabalarımıza vasıl oluyor, teşekkür ederek minibüsten ayrılıyoruz.
On dakika sonra kır lokantasındayız. Et, çok güzel pişmiş. Suyuna ekmek banmak da ayrı bir keyif. Birer kadeh rakı ile birlikte değmeyin keyfimize. Yüzümüzde gülücükler, Yunus ağabey’e teşekkür borçlu, ama katılan her bir arkadaşımız ile keyfimizin bir kat daha arttığı gerçeği ve bir sonraki yürüyüşün düşü ile gruptan ayrılıp Adana’ya geri dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Nazan, araba kullanacağı için hiç içmedi sağ olsun. Ben, bir ara uykuya yenik düşüyorum. Uyandığımda Adana’ya az bir mesafe kalmış. Nazan, “çok canım çekti, eve gidince bir kadeh şarap içeceğim” diyor.
Hava kararmadan evdeyiz. Bir duş, ardından 20.30 gibi tuş.
Bu geziyi güzelleştiren herkese, bize bu keyfi sunan doğaya sonsuz teşekkürler.



21 Nisan 2010, Çarşamba